Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_İnsan, kim olduğunu ancak felakete uğradığında gerçekten anlıyor. _Önemsiz bir şahsiyet olan bu Habsburglu kadının kurduğu neşeli, tasasız oyun dünyasına devrim dalıvermeseydi, o da gelmiş geçmiş yüz milyon kadın gibi sakin sakin yaşayıp gidecekti. Dans edecek, sevecek, gülecek, süslenecek, çocuklar doğuracak, en sonunda da sessizce bir yatağa yatıp dünyanın ruhuna uygun bir yaşam sürmeden ölüp gidecekti. _Marie Antoinette’nin dokunulmaz fazileti ateşli bir şekilde savunulur, fedakârlığı, ruhunun iyiliği, her lekeden arınmış kahramanlığı şiirde ve düzyazıda övülür, hakkında bol bol anektodlar anlatılır. _Vasat bir insanın talihinin ya da talihsizliğinin bir parçası da, kendi kendisiyle boy ölçüşme gibi bir zorunluluğu kendiliğinden hissetmemesi, kendini sorgulamaya merak duymamasıdır. _Kraliçe Marie Antoinette’nin hikâyesini yazmak demek, onu suçlayanlar ile savunanların en şiddetli biçimde karşı karşıya geldikleri bir geçmişi kayda geçirmek demektir. Tartışmanın ateşli bir havaya bürünmüş olmasının sorumluları, onu suçlayanlardır. Marie Antoinette’yi giyotine gönderebilmek için, ona karşı kullanılabilecek hiçbir çareden, hiçbir iftiradan geri durulmamış, gazete, broşür ve kitaplarda her türlü sefahat, her türlü ahlak düşkünlüğü, her türlü sapkınlık hiç düşünüp taşınılmadan yakıştırılmıştır. Hatta adaletin kendi evinde, mahkeme salonunda bile. _Marie-Antoinette ne kraliyetçilerin övdüğü gibi büyük bir azizeydi ne de Devrim’in ileri sürdüğü gibi bir fahişeydi; aksine vasat bir karakterdi, aslında sıradan bir kadındı, öyle pek zeki olmayan, pek de çılgın sayılmayan, ne ateş ne buz olan, iyiye yönelik olağanüstü bir güç de, kötüye yönelik en ufak bir azim de taşımayan, dünün, bugünün ve yarının ortalama kadını, iblisçe eğilimlerden uzak, kahramanlık iddiası taşımayan ve bu yüzden de ilk bakışta bir trajediye konu olamayacak bir kadın. _Trajik gerilim yalnızca bir kişinin olağanüstü büyüklüğünden çıkmaz, her an bir insanın kendisiyle yazgısı arasındaki uyumsuzluktan da kaynaklanabilir. Olağanüstü güce sahip bir kahraman, bir deha, doğuştan içinde taşıdığı görevi için fazla dar, fazla düşmanca bulduğu çevresiyle kavgaya giriştiği zaman olduğu gibi. Örneğin Saint-Helena daki dört duvar arasında boğulan bir Napoléon, sağırlığının zindanına hapsolmuş bir Beethoven. Fakat vasat, hatta zayıf yaradılışta bir kimse dehşetli bir yazgının, kendisini ezen, mahveden kişisel sorumlulukların karşısında kaldığı zaman da ortaya bir trajedi çıkar. _Olağanüstü insan, farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar; kahramanca ya da Nietzschenin sözüyle tehlikeli yaşamak; içinde var olan devasa iddiasıyla dünyaya cebren meydan okur. Bu bakımdan dâhi karakter, nihayetinde çektiği çileden kendisi de sorumludur, çünkü içindeki misyon gereği, girişeceği ateşle sınavı, son gücünü ortaya koyasıya, mistik bir ısrarla arzulamaktadır; fırtına, martıyı nasıl taşırsa onu da güçlü kaderi hızla öyle yükseğe kaldırır. Vasat karakter ise daha yaradılıştan, barışçıl bir yaşama biçimine ayarlanmıştır. Büyücek gerilimler istemez, gereksinmez, sakin sakin ve gölgede. çileyi aramaz, çile kendisine dayatılır; kendi öz ölçüsünden büyük olmaya içinden değil, dışarıdan zorlanır. Anti-kahramanın, vasat insanın bu çilesi, bence, görünürde bir anlamı olmadığı için, gerçek kahramanın tumturaklı çilesinden aşağı kalmaz, hatta belki daha da sarsıcıdır; çünkü sıradan insan bu çileyi kendi başına çekmek zorundadır, sanatçının tersine, acılarını esere, ölümsüz biçime dönüştürmek gibi erinçli bir kurtuluşu yoktur. Ama kaderin böyle vasat bir insanı bazen nasıl altüst edebildiğine ve yumruğunun buyurgan gücüyle onu nasıl zorla itip vasatlığının ötesine geçirdiğine tarihin verdiği belki de en inandırıcı örnek, Marie-Antoinette in yaşamıdır. *_Nasıl ki bir sanatçı bazen, yaratıcı gücünü kanıtlamak için kasten, coşku içinde bütün dünyayı kavrayan boyutta değil de dıştan önemsiz görünen bir konu ararsa, kader de onun gibi, kırılgan bir malzemeye bile en büyük gerilimi verebileceğini, zayıf ve iradesiz bir ruhtan büyük bir trajedi geliştirebileceğini göstermek için zaman zaman kendine önemsiz bir kahraman arar. Onun hiçbir şeyin önünü ardını düşünmeyen ruhunu yıllarca şımartır, ta ki bu ruh da dünyayı görmez oluncaya ve tasasızlığı gittikçe artıncaya kadar. _Kader, bu kadını ne kadar çabuk ve kolayca mutluluğun en yüksek tepelerine çıkardıysa sonra yine o kadar ustaca bir gaddarlıkla ve bir o kadar ağır bir tempoyla düşürecektir de. Kraliçeyi yüz odalı bir imparator sarayından sefil bir hapishane hücresine iter, krallık tahtından giyotine, camlı ve altınlı saltanat arabasından kadavracı kağnısına, lüksten yokluğa, dünyanın gözbebeği olmaktan kitlelerin nefretine, zafer sarhoşluğundan iftira kurbanı olmaya sürükler ve bu düşüş gittikçe daha da aşağılara indirir onu, merhametsizce ve düşülebilecek en son noktaya varıncaya kadar. Sert bir yumruğun kendisini yoğurduğunu, kızgın bir pençenin çile içindeki etine battığını hisseder yalnızca; dünyadan bihaber bu kadın, hiçbir acıya katlanmaya niyetli ve alışık olmayan haliyle direnir, kendini savunur, inler, kaçar, kurtulmaya çalışır. Fakat içindeki en yüksek gerilimi, en son olanağı çekip almadan elindeki malzemeyi bırakmayan sanatçının acımasızlığı gibi, belanın bilinçli eli de Marie-Antoinette’yi bırakmaz. Çektiği çilenin dehşetiyle uyanan ve kendisini daha önce hiç sorgulamamış olan kadın, geçirmekte olduğu dönüşümün farkına varır. _Habsburglar ile Bourbonlar, yüzyıllar boyunca Almanya, İtalya, Felemenk topraklarındaki düzinelerce muharebe alanında Avrupanın önderliği için savaşmış, sonunda iki taraf da yorgun düşmüştür. İki eski rakip, iş işten geçtikten sonra, aralarındaki doymak bilmez kıskançlığın yalnızca başka hanedanların önünü açmaya yaradığını görür. Birbirimizle barışsak daha iyi olmaz mıydı? Habsburg sarayında evlenme çağında prenses eksikliği hiçbir zaman çekilmemiştir; bu sefer de her yaştan zengin bir koleksiyon hazırdır. 11 yaşındaki Marie- Antoinette ciddi bir teklif olarak ortaya sürülmüştür bile. _Bütün gururlarını basit şeyleri zora koşmak ve en önemlisi, her önemli işi maharetle geciktirmek uğruna ortaya koymasalardı, diplomatlar diplomat olmazdı. ________ _Marie Antoinette_ _Ekmek yoksa pasta yesinler. _Marie Antoinette, idam edileceği sırada cellatın ayağına bastı ve "Özür dilerim mösyö, istemeden oldu" dedi. Cellatla dalga geçtiği için ceza olarak çırılçıplak soyuldu ve idam edildi. _Evlilik töreninden sonraki yemekte tıka basa yiyen çaylak damat, gerdek öncesi kendisini daha az yemesi konusunda uyaran krala, "Nedenmiş o? Karnım tok iken çok daha iyi uyuyorum" cevabını verdi. _Kalbinde hiçbir ümit kırıntısı kalmadı. Yaşıyor mu, ölü mü belli değil. (Kocasının idamından sonraki kızının sözlerdir ve marie hiçbir zaman kendine gelemedi.) _Oğlu Louis için, "Benim sevgili lahanam, derdi. (Lahana, yakın zamanlara kadar Avrupa'da sevgi belirten bir sözcük olarak kullanılmıştır) ________ _Marie Antoinette_(1755 - 1793) _Fransa Kraliçesi ve Avusturya arşidüşesi. Kutsal Roma İmparatoru I. Franz ve eşi Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa'nın on beşinci kızıdır. Henüz 14 yaşındayken Fransa veliahtı XVI. Louis ile evlendi. 1774 Mayıs'ında XVI. Louis Fransa kralı olunca Marie Antoinette Fransa kraliçesi oldu. Fransız Devrimi esnasında "Vatan hainliği" ile suçlanarak giyotinle idam edildi (1793) _Damatsız düğünün amacı Marie Antoinette'in Fransa'ya Avusturya arşidüşesi değil, Fransa döfnesi(veliaht ünvanı) olarak girmesini sağlamaktı. Böylece Fransız halkının onu benimsemesi daha kolay olacaktı. İki gün sonra Viyana'yı ağlayarak terk etti. Annesi, "Elveda sevgili kızım. Fransız halkına öyle iyi davran ki, bize melek gönderdi desinler" diyerek uğurladı. Müstakbel eşi veliaht Louis-Auguste çok utangaçtı. Marie Antoinette'ten sadece bir yaş büyüktü ve henüz romantizm veya cinsellikle tanışmamıştı. Törenden sonraki yemekte tıka basa yiyen damat, kendisini daha az yemesi konusunda uyaran krala, "Nedenmiş o? Karnım tok iken çok daha iyi uyuyorum" cevabını verdi. Fakat, birkaç sene boyunca cinsel anlamda beraber olmadılar. Marie Antoinette, evliliğinin ilk yedi yılında hamile kalamadı. XV. Louis'in metresi, Madam du Barry'nin kötülüklerine hedef oluyordu. Du Barry avam takımına mensuptu ve sosyete fahişesi iken kralın dikkatini çekmişti. _Gündelik hayatı çok sıkıcıydı. Her gün uşaklar yardımıyla yataktan çıkıyor, uşaklar tarafından giydiriliyordu. Herkesin katılabileceği halka açık akşam yemeklerinde kocasına eşlik ediyordu. Bu durumdan annesine, "Rujumu tüm dünyanın gözü önünde sürüyorum, ellerimi tüm dünyanın gözü önünde yıkıyorum!" diyerek yakınmıştı. _Genç Mozart, kraliyet ailesine verdiği bir konser sonrasında ödül olarak ne istediğini soran imparatoriçeden, şaka yollu kızı Marie Antoinette'i istemiş ve gülüşmelere neden olmuştu. _“Ekmek yoksa pasta yesinler” Onun tarafından söylendiğine dair hiçbir kanıt yoktur. Ekmek kıtlığından haberi olduğunda, Marie Antoinette şöyle not almıştır, "Kendi bahtsızlıklarına rağmen bizlere böylesine iyi davranan bu insanları gördükçe, onların mutluluğu için kesinlikle daha sıkı çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. _Kılık değiştirerek Paris'teki operalara gitmeye başladı. Bu durum kraliçenin gizli sevgilileri olduğu ve onlarla buluşmaya gittiği dedikodularının yayılmasına yol açtı. _Gün geçtikçe daha fazla para harcamaya başladı. Paranın gerçek değeri hakkında en ufak bir fikri yoktu. Yeni kıyafetler ve pahalı elmaslar satın alıyor, her fırsatta kumar oynuyordu. Samimi arkadaşlarını, başkalarına ait mevki ve pozisyonlara atamaya başladı. İntikam peşinde olan bir takım kişiler tarafından, kraliçenin eşini kayınbiraderi X. Charles ile aldattığı dedikoduları yayıldı. Mecmua, kraliçe ve Artois'i sarayın salonlarından birinde ters ilişkiye girerken resmetti. Kraliçeyi mastürbasyon yaparken resmetti. Başka mecmualar, kraliçenin hayvanlarla ilişkiye girdiğini ve lezbiyen olduğunu iddia ettiler. _İlk çocuğu, saray halkından yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen doğum esnasında acıdan ve utançtan defalarca bayılıp ayıldı. Küçük oğlu Louis Charles için, "Benim sevgili lahanam çok çekici ve ben onu çılgınlar gibi seviyorum. O da beni çok seviyor tabii ki, ama kendi usulüyle, utanmaksızın" demişti. (Lahana, yakın zamanlara kadar Avrupa'da sevgi ve samimiyet belirten bir sözcük olarak kullanılmıştır) _Aristokrat Fransız hanımefendileri arasında bu suni köyler çok yaygınlaşmıştı. Birçok kişi, gerçek köylüler çok zor şartlarda yaşamaya çalışırken, dünyadan bihaber müsrif kraliçenin "çobancılık" oynadığını düşünüyordu. _XVI. Louis ve Marie Antoinette, "Halkı ekmeksiz bırakmaktansa, prensesi elmassız bırakmak yeğdir" diye düşündüler. _Rus çariçesi II. Katerina Marie Antoinette'e, halkın şikâyetlerine kulak tıkamasını öğütleyen bir mektup yazdı ve mektubunda "İt ürür, kervan yürür"dedi. _1789'da, Paris'te kalabalık bir grup, kraliyet otoritesinin sembolü hâline gelmiş olan Bastil Hapishanesi'ne yürüdü ve kontrolünü ele geçirdi. Olanları duyduğunda "Bu bir isyan mı?" diye soran kral XVI. Louis'ye dük Rochefoucauld-Liancourt şu cevabı verdi, "Hayır efendim, bu bir devrim." _Kraliyet ailesinin kaçış teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. _Fransa'yı işgal eden Avusturya-Prusya ordusunun komutanı Karl Wilhelm Ferdinand, kraliyet ailesine en ufak bir zarar gelirse Paris'i yakıp yıkacağını belirten bir manifesto yayınladı. Devrimcilerin buna tepkisi çok çabuk ve zalimce oldu. _Louis ertesi gün giyotinle idam edildi. Kocasının öldürülmesinden sonra Marie Antoinette, hiçbir zaman kendine gelemedi. Kızı, "Kalbinde hiçbir ümit kırıntısı kalmadı. Yaşıyor mu, ölü mü belli değil" demişti. _Yargıda: Bir kısım kişiler tarafından cumhuriyetin harici düşmanlarıyla ve yabancı güçlerle iletişim kurulduğu ve ortak hareket edildiği iddiaları doğru mudur? Vatandaşları birbirlerine karşı silahlandırıp cumhuriyeti iç savaşa sürükleme amacı güden komplo teorileri ve senaryoları gerçekten mevcut mudur? Jüri, oy birliğiyle Marie Antoinette'i suçlu buldu ve 15 Ekim tarihinde, vatana ihanet suçuyla ölüm cezasına çarptırıldı. _İdam: 1793 sabahı, bir gardiyan saçlarını kesmek ve ellerini arkadan bağlamak için geldi. Alelade, römorklu bir at arabası ile Paris sokaklarında bir saatten fazla dolaştırılarak Devrim Meydanı'na getirildi. Arabadan yavaşça indi ve giyotine şöyle bir baktı. Kendisine eşlik eden papaz kulağına, "Bu an madam, cesaretinizi kuşanmanız gereken andır" dedi. Marie Antoinette papaza dönerek gülümsedi ve "Cesaret mi? Tüm sıkıntılarımın sona ereceği bu an, cesaretimin yüzümü kara çıkaracağı an değildir" dedi. _Marie Antoinette, idam edileceği sırada cellatın ayağına bastı ve "Özür dilerim mösyö, istemeden oldu" dedi. Cellatla dalga geçtiği için ceza olarak çırılçıplak soyuldu ve idam edildi. ___________ _Arşidük, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun Avusturya kolunun hükümdarlarına verilen ünvan. Kral ve grandük(taşra kralı) arasındaki bir rütbedir. Latince archi (baş) ve dux (lider) kelimelerinden türemiştir. Arşidüklerin eşleri arşidüşes unvanını taşıyorlardı. _Marie Antoinette sendromu_ Birinin saçlarının aniden beyazlaştığı bir durumu ifade eder. Bu durumun adı, 1793'te idam edilmeden önce saçları aniden beyaza dönüşen Fransız Kraliçesi Marie Antoinette'ten gelir. _Maria Theresia (1717 - 1780), Kutsal Roma İmparatoriçesi. Habsburg hanedanı. Devleti 740-1780 tarihleri arasında yöneten tek imparatoriçedir. **************** **************** Satranç _Bize hiçbir şey yapmadılar -sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. _Sonunda avcıların yaban horozunu kendilerine çekmek için uyguladıkları en iyi tekniğin onun çiftleşmek için ötüşünü taklit etmek olduğunu hatırladım; bir satranç şampiyonunun dikkatini üzerine çekmek için insanın kendisinin satranç oynamasından daha etkili bir yol düşünülebilir miydi? _Satranç tahtasının başında farkına varmaksızın kendimi sahte tehditlere ve gizli tuzaklara karşı savunma konusunda yetkinleştirmiştim; _Bu kurnaz köylü, uçsuz bucaksız dar kafalılığın arkasında, hiçbir açık vermemek gibi büyük bir akıllılığı saklıyor ve bunu da, her türlü konuşmadan kaçınmak gibi basit bir teknik kullanarak yapıyor. Kültürlü bir insanın varlığını hissettiği yerde de salyangoz kabuğunun içine çekiliyor; bu yüzden kimse, herhangi bir zaman ondan aptalca bir söz duymuş veya bilgisizliğinin sınırsız olduğu söylenen derinliğini ölçebilmiş olmakla övünemez _Bu satranç şampiyonunun özel hayatında herhangi bir dilde bir cümleyi yazım yanlışları yapmaksızın kâğıda dökebilmekten âciz olduğuna ilişkin sırrın ortaya çıkması gecikmemişti ve "cehaleti evrenseldi". _Böylesine boş bir kafanın bunca çabuk gelen bir ünden sarhoş olmaması düşünülebilir miydi? Mirko dünya satranç şampiyonasındaki zaferinden beri kendini dünyanın en önemli insanı sayıyordu. Bu dünyada bir zamanlar bir Rembrandt'ın, bir Beethoven'in, bir Dante'nin, bir Napoléon'un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir? _Bu suskunluğun kapkara okyanusunda camdan yapılma çanı içerisindeki bir dalgıç gibi yaşıyordu ve dahası, dış dünyaya uzanan halatın koptuğunu ve sessiz derinliğin içinden hiçbir zaman dışarıya çıkarılmayacağını şimdiden sezen bir dalgıç gibi yaşıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu, duyacak hiçbir şey yoktu, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli olarak insanın çevresinde hiçlik, zamandan ve mekândan mutlak anlamda yoksun bir boşluk vardı. İnsan bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, sürekli gidip geliyordu. _Bu bekletmek de tekniğin bir parçasıydı. Önce gecenin bir saatinde seslenerek, hücreden ansızın alarak sinirleri geriyorlardı ve sonra, insan kendini sorguya hazırladığında, direnmek için aklını ve iradesini seferber ettiğinde, bedeni yormak, ruhu da zayıf düşürmek için sorgudan önce bekletiyorlardı. _Hasmı ne zaman sonsuz uzunlukta bir düşünme süresinin ardından ve ağırdan alan eliyle bir taşı öne sürmeye karar verse, dostumuz sadece uzun zaman beklediği bir şeyin gerçekleştiğini gören biri gibi gülümsüyor ve karşı hamlesini hemen yapıveriyordu _McConnor, en önemsiz bir oyunda yenik düşmeyi bile kişilik bilinçlerine yönelik bir aşağılama sayan, başarıyı saplantıya dönüştürmüş megalomanlardandı. Hayatta kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın kendini kabul ettirmeye alışmış ve somut başarılardan dolayı şımarmış olan bu Selfmademan'in üstünlük duygusu öylesine iliklerine işlemişti ki, karşılaştığı her direniş onu yakışık almaz bir isyan ve neredeyse hakaret gibi heyecanlandırıyordu. Üçüncü yenilgide ise başarısızlığından yandaki salonun gürültüsünü sorumlu tuttu _Davranışı ister istemez uyuz bir köpeğe ona bakmaksızın bir parça ekmek atan birinin davranışını çağrıştırıyordu. _Bir oyalama hamlesi! İyi düşünülmüş! Fakat buna sakın kanmayın! Değişme yapılmasını zorlayın, mutlaka değişme yapılsın, o zaman biz berabere durumuna geliriz ve hasmınıza artık hiçbir tanrı yardım edemez." _Nedenini bilmeksizin, bu adamın ansızın yaşlanmış olduğu izlenimine kapıldım. _Kendime karşı oynamayı denediğim andan itibaren bilincinde olmaksızın kendime meydan okumaya başlamıştım. İki Ben'imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben, birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, bir sabırsızlığa kaptırıyordu; Siyah Ben olarak yaptığım her hamlenin ardından, hararetle Beyaz Ben'in ne yapacağını bekliyordum. İki Ben'den her biri, öteki bir yanlış yaptığında bir zafer sevinci yaşıyor, ama bununla eşzamanlı olarak da kendi beceriksizliğinden ötürü öfkeye kapılıyordu. __ Giriş _Hiç tanınmayan birinin bu şanlı loncaya girişi, hiçbir zaman Czentovic'inki gibi yaygın bir heyecan uyandırmamıştı. Çünkü Czentovic'in entelektüel nitelikleri, asla böylesine parlak bir kariyerin kehanetini destekler gibi gözükmüyordu. Bu satranç şampiyonunun özel hayatında herhangi bir dilde bir cümleyi yazım yanlışları yapmaksızın kâğıda dökebilmekten âciz olduğuna ilişkin sırrın ortaya çıkması gecikmemişti ve "cehaleti evrenseldi". Czentovic, yoksul bir denizcinin oğluydu; din adamı, ağzını açmaya üşenen, içine kapanık, geniş alınlı çocuğun köy okulunda öğrenemediklerini ona evde verdiği derslerle öğretebilmek için içtenlikle çaba harcamıştı. Fakat bütün çabalar boşa çıkmıştı. Mirko, kendisine belki yüz kez açıklanmış olan harflere boş gözlerle bakmayı sürdürmüştü; çok ağır çalışan beyni, en basit ders konularını dahi içinde tutabilecek güçten yoksundu. İstenen her hizmeti, insanı kızdıran bir ağır canlılıkla da olsa, güvenilir biçimde yerine getiriyordu. Fakat bu kalın kafalı çocuğun iyi yürekli rahibi en çok kızdıran yanı, sergilediği mutlak anlamdaki umursamazlığıydı. Mirko, kendisinden özel olarak istenmedikçe hiçbir şey yapmıyordu, asla bir soru sormuyordu, öteki oğlan çocuklarıyla oynamıyordu. Ev işlerinden verilenleri bitirdikten sonra, otlaktaki koyunların gözlerindekini çağrıştıran o bomboş bakışlarla ve çevresinde olup bitenlerle en ufak bir şekilde ilgilenmeksizin odada öylece oturuyordu. Akşamları rahip uzun köylü piposunu tüttürerek jandarma başçavuşuyla her zamanki üç satranç partisini oynarken, "E, oyunu bitirmek ister misin bakalım?" diye alay etmişti; uykulu oğlanın tahtadaki tek bir taşın bile nasıl doğru hareket ettirileceğini bilmediğinden kesinlikle emindi. Oğlan, ürkek bir ifadeyle bakışlarını kaldırmış, sonra başını evet anlamında sallamış ve rahibin yerine oturmuştu. On dört hamle sonra başçavuş yenilmişti geri döndüğünde rahip ve Kutsal Kitap'ı onun kadar bilmeyen başçavuşa, iki bin yıl önce de benzer bir mucizenin gerçekleştiğini, dilsiz bir canlının ansızın bilgeliğin diliyle konuşuverdiğini açıklamıştı. Mirko, onu da kolayca yenmişti. Rahip, oğlanı önüne katarak kahveye soktuğunda, bu olayın devamlı müşterilerde yarattığı şaşkınlık az olmamıştı; Üçüncü ve dördüncü oyundan sonra ise herkesi birbiri ardına yenmişti. Cahil gence simultane bir partide tek başına birden fazla oyuncuya karşı oynaması gerektiğini anlatabilmek, biraz zaman almıştı. Fakat Mirko bu uygulamayı kavrar kavramaz hemen yapması gereken şeyle uyum sağlamış, sekiz oyundan yedisini kazanmıştı. Koller adında bir ajan Mirko'nun Viyana'da, tanıdığı genç ve mükemmel bir ustadan satranç eğitimi görmesini sağlamaya hazır olduğunu söylemişti. Gemicinin oğlunun şaşırtıcı kariyeri de o günle birlikte başlamıştı. Altı ay sonra Mirko, satranç tekniğinin bütün sırlarına hâkim olmuştu. *_Mirko 20 yaşında da dünya satranç şampiyonluğunu kazanmıştı. Mirko'nun yılmak nedir bilmeyen ve buz gibi mantığı karşısında yenik düşmüşlerdi. Dünya satranç şampiyonasındaki zaferinden beri kendini dünyanın en önemli insanı sayıyordu; bütün o zeki, entelektüel, göz kamaştırıcı konuşmacıları ve yazarları kendi alanlarında yenmiş olmanın bilinci ve özellikle de onlardan daha fazla para kazandığı olgusu, başlangıçtaki kendine güvensizliğin kaskatı ve çoğu zaman herkesin gözüne sokarcasına sergilenen bir gurura dönüşmesine yol açmıştı. *_Böylesine boş bir kafanın bunca çabuk gelen bir ünden sarhoş olmaması düşünülebilir miydi?" Köylü gencin, ansızın bir tahta üstünde birkaç taşı birazcık oraya buraya oynatmakla bütün köyünün odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir haftada kazanması durumunda kendini beğenmişlikten başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu dünyada bir zamanlar bir Rembrandt'ın, bir Beethoven'in, bir Dante'nin, bir Napoléon'un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir? *_Bu gencin dünyaya kapalı beyninde bildiği tek şey, aylardan beri hiçbir satranç oyununu kaybetmemiş olduğu ve dünyamızda satrancın ve paranın dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden, kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var. *_İnsan kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğa da yaklaşmış demektir; özellikle dünyaya sırt çevirmiş gibi gözüken bu tür insanlar, özel malzemeleriyle kendilerine karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir dünya modeli inşa ederler. *_Bu kurnaz köylü, uçsuz bucaksız dar kafalılığın arkasında, hiçbir açık vermemek gibi büyük bir akıllılığı saklıyor ve bunu da, her türlü konuşmadan kaçınmak gibi basit bir teknik kullanarak yapıyor. Kültürlü bir insanın varlığını hissettiği yerde de salyangoz kabuğunun içine çekiliyor; bu yüzden kimse, herhangi bir zaman ondan aptalca bir söz duymuş veya bilgisizliğinin sınırsız olduğu söylenen derinliğini ölçebilmiş olmakla övünemez. Mirko'nun bazen gezinti güvertesinde dolaştığı oluyordu, ama bunu her zaman, o bilinen resmindeki Napoléon gibi, ellerini arkasında kavuşturmuş ve kibirli bir şekilde, kendi içine çekilmiş tavırla yapıyordu; ayrıca felsefesini gezinirken öğreten Aristoteles'i çağrıştıran güverte turunu öylesine acele ve öne sıçrarcasına adımlarla tamamlıyordu ki, ona hitap etmek isteyenin bu işi koşar adım yapması gerekirdi. Herkesin toplandığı mekânlarda, barda veya sigara salonunda ise Czentovic hiçbir zaman kendini göstermiyordu; gizlice sormam üzerine kamarotun verdiği bilgiye göre, _Kralların oyunu, denilen oyunun esrarlı çekiciliği konusunda bilgi sahibiydim; satranç, insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle, tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. İnsan daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret etmek anlamını taşıyan bir küçümsemenin vebali altına sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski, ama buna rağmen sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu, geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi, fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu. Fizyonominin bir tutku olduğu daha erken zamanlarda bir Gall, belki de böyle satranç ustalarının beyinlerine otopsi yapar, bu tür satranç dehalarının beyinlerinin gri kitlesi içerisinde, başka kafataslarının içiyle karşılaştırıldığında, özel bir kıvrımın, bir tür satranç kasının veya satranç çıkıntısının daha belirgin biçimde bulunup bulunmadığını saptamaya çalışırdı. _Böyle tuhaf bir dâhi veya böylesi bir esrarengiz çılgın, mekân bağlamında hayatımda ilk kez çok yakınımdaydı, aynı gemide altı kabine ötedeydi ve tinsel konularda duyduğu merak hep bir tür tutkuya dönüşen zavallı ben, ona yaklaşamayacaktım. Kafamdan en saçma sapan numaraları geçirmeye başladım: Örneğin önemli bir gazete için sözde bir röportaj olasılığı varmış gibi davranarak gururunu okşayabilirdim veya İskoçya'da kazancı bol bir turnuva önererek açgözlülüğünü kışkırtabilirdim. Ama sonunda avcıların yaban horozunu kendilerine çekmek için uyguladıkları en iyi tekniğin onun çiftleşmek için ötüşünü taklit etmek olduğunu hatırladım; bir satranç şampiyonunun dikkatini üzerine çekmek için insanın kendisinin satranç oynamasından daha etkili bir yol düşünülebilir miydi? Onları inlerinden dışarıya çekmek için, sigara salonunda ilkel bir tuzak kurdum ve karımla birlikte, benden daha zayıf bir oyuncu olmasına rağmen, gösteriş amacıyla bir satranç tahtasının başına oturdum. ve sonunda gelmesini istediğim partner de ortaya çıktı ve beni bir parti satranç oynamaya davet etti. Adı McConnor'dı ve İskoçyalı bir yeraltı inşaatları mühendisiydi, McConnor, en önemsiz bir oyunda yenik düşmeyi bile kişilik bilinçlerine yönelik bir aşağılama sayan, başarıyı saplantıya dönüştürmüş megalomanlardandı. Hayatta kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın kendini kabul ettirmeye alışmış ve somut başarılardan dolayı şımarmış olan bu Selfmademan'in üstünlük duygusu öylesine iliklerine işlemişti ki, karşılaştığı her direniş onu yakışık almaz bir isyan ve neredeyse hakaret gibi heyecanlandırıyordu. Üçüncü yenilgide ise başarısızlığından yandaki salonun gürültüsünü sorumlu tuttu; Başlangıçta bu yükselme tutkusuyla yoğrulmuş sinirlilik halini eğlenceli buldum; sonunda ise yalnızca asıl amacımın, yani dünya şampiyonunu masamıza çekme niyetimin kaçınılmaz bir yan sonucu saymaya başladım. Bizlerden birinin bir kitapçı dükkânında önerilen değersiz bir polisiye romanı sayfalarını bile karıştırmadan bir yana bırakmamız gibi, Czentovic de masamızdan uzaklaştı. İnceledi ve çok hafif buldu, diye düşündüm, o buz gibi, aşağılayıcı bakıştan ötürü biraz öfkelenmiştim. Ayrıca, bizim gibi üçüncü sınıf oyuncularla uğraşmanın bir dünya şampiyonu için ne gibi bir çekiciliği olabilirdi ki? Oysa aslında üçüncü sınıf oyuncular gibi bir söylemi McConnor kadar hırslı bir adamla konuşurken kullanmamam gerekirdi. McConnor bunun hemen ardından, bizim oyunumuzu ortada bırakarak, engel olamadığı bir sabırsızlıkla Czentovic'in arkasından gezinti güvertesine koştu. Bize karşı simultane bir parti oynadığı takdirde hepimizin, yani gemide bulunanların bundan ne kadar gurur ve onur duyacağımızı anlatmaya çalıştım. Fakat o, katı tavrını değiştirmedi; Adam yüksek fiyatlar istemekte çok haklı; her alanda konuyu gerçekten bilenler aynı zamanda en iyi işadamlarıdırlar. Dünya şampiyonu sakin ve rahat bir ifadeyle masaya yaklaştı. Kendini tanıtmaksızın – bu kabalık, sanki, ‘Benim kim olduğumu biliyorsunuz, sizlerin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor,' der gibiydi–,Gemide satranç tahtalarının eksikliği nedeniyle simultane bir parti düzenlemenin olanaksızlığı karşısında, hepimizin kendisine karşı ortak oynamamızı öneriyordu. Bir dünya satranç şampiyonunun yarım düzine orta veya ortanın altı düzeydeki oyuncuyu elinin tersiyle silip süpürüvermesi aslında şaşırtıcı değildi; olayın hepimizin nevrini döndüren yanı, Czentovic'in işimizi elinin tersiyle bitiriverdiğini bize çok açık ve seçik hissettiren, üstten bakar tavrıydı. Davranışı ister istemez uyuz bir köpeğe ona bakmaksızın bir parça ekmek atan birinin davranışını çağrıştırıyordu. McConnor'ın çok kısık bir sesle şöyle dediğini duyarak öfkelendim: "Rövanş!" McConnor o anda gerçekten de kibar bir centilmenden çok yumruğunu indirmek üzere olan bir boksörmüş izlenimini uyandırmıştı. O anda biliyordum ki, kazanma hırsıyla yanıp tutuşan bu çılgın, bütün servetine mal olsa bile, bir kez olsun tek bir parti kazanıncaya kadar oynayacak, oynayacak, oynayacaktı. McConnor bakışlarını satranç tahtasına öylesine ısrarla dikmişti ki, sanki taşları iradesiyle manyetik bir etki altına almak ister gibiydi. Bu arada onun öfkeli heyecanının birazı tuhaf bir biçimde ve farkına varmaksızın bizlere de geçmekteydi. Hepimiz, görünüşte kendi çabamızla elde ettiğimiz bu yararlı durumun, olaya çok daha kuşbakışı bakabilen Czentovic tarafından atılmış bir olta olmasından kuşkulanıyorduk. Fakat büyük çabalarla, ortaklaşa yürüttüğümüz aramalara ve tartışmalara rağmen, gizli tuzağın ne olduğunu anlayamadık. Sonunda, izin verilen düşünme süresi neredeyse dolarken, hamleyi göze almaya karar verdik. Fakat McConnor tam son sütuna itmek için piyona dokunmak üzereydi ki, ansızın kolunun yakalandığını hissetti ve arkasından birisi kısık, ama heyecanlı bir sesle fısıldadı: "Tanrı aşkına! Sakın yapmayın!" Zayıf ve keskin hatlı yüzü, neredeyse tebeşir beyazı solgunluğundan ötürü daha önce gezinti güvertesinde dikkatimi çekmiş olan, kırk beş yaşlarında bir beydi; hasmınız bu arada serbest kalan piyonuyla d7'ye gider, sizin kalenizi tehdit eder ve siz atla şah deseniz bile kaybedersiniz. McConnor, hayretle elini taştan çekti ve şaşkınlığı bizlerinkinden aşağı kalmaksızın bakışlarını gökten inen bir melek gibi yardımımıza koşan adama dikti. Dokuz hamle öncesinden bir mat etme durumunu hesaplayabilen kişi, ancak birinci sınıf bir uzman olabilirdi. Siz, onun piyonuna aldırmadan atınızla c3'ten d5'e saldırıya geçeceksiniz ve böylece eşitlik yeniden kurulacak. Savunma yerine bütün baskıyı ileriye yönelteceksiniz!" Czentovic gözlerini kaldırdı ve bakışlarını bizim üstümüzde gezdirdi; anlaşıldığı kadarıyla kendisine karşı ansızın direnmiş olan kişinin kim olduğunu bulmak istiyordu. Şimdiye kadar ciddi bir umut beslemeksizin oynamıştık, fakat şimdi Czentovic'in o buz gibi kendini beğenmişliğini paramparça etme düşüncesi, hepimizin nabzını uçarcasına attırmaya başlamıştı. Ve bunun ardından ilk zaferimiz geldi. Hep ayakta oynamış olan Czentovic durakladı, durakladı ve sonunda oturdu. Onu en azından uzamsal bağlamda bizimle aynı düzeye gelmeye zorlamıştık. Bir oyalama hamlesi! İyi düşünülmüş! Fakat buna sakın kanmayın! Değişme yapılmasını zorlayın, mutlaka değişme yapılsın, o zaman biz berabere durumuna geliriz ve hasmınıza artık hiçbir tanrı yardım edemez." Czentovic, uzunca bir süre düşündü ve sonra da başını kaldırarak açıkladı: "Pata." Hiçbirimiz soluk almıyorduk, çok ani olmuştu ve bu tanınmamış kişinin dünya şampiyonuna artık yarı yarıya kaybedilmiş bir oyunda istediğini zorla kabul ettirmiş olması gibi olasılık dışı bir durum yüzünden neredeyse hâlâ korku içindeydik. Beyler üçüncü bir parti daha isterler mi?" Tıpkı bir atın daha sağlam oturuşundan şimdi sırtında yeni ve daha usta bir süvarinin bulunduğunu anlaması gibi, Czentovic de son hamleler sırasında asıl ve gerçek hasmını tanımış olmalıydı. Elbette! Ama şimdi ona karşı tek başınıza oynamalısınız! Yani sadece siz ve Czentovic!" bütün bakışların ve heyecanlı konuşmaların kendisine yöneldiğini hissedince ürktü. Yüz hatları birbirine karışmıştı. "Asla olmaz, beyler," diye kekeledi belirgin bir kaygıyla. Ve biz daha şaşkınlığımızı üzerimizden atamadan, yabancı çekilmiş ve odayı terk etmişti. "Bu, bütünüyle imkânsız. Hafifçe gülümsemekten kendimizi alamadık. Czentovic'in tanımadığımız yardımcımıza öyle cömertçe bir şans falan tanımadığını ve o konuda söylediğinin sadece kendi başarısızlığını maskelemeyi amaçlayan naif bir bahane olduğunu hepimiz biliyorduk. Kısa süre öncesine kadar sakin ve rahat gemi yolcularıyken, şimdi kendini kazanma hırsına doludizgin kaptırmış kişiler olup çıkmıştık. Gezinti güvertesinde, acelece kaçan dostumuzu bulmam fazla zaman almadı. Göz kamaştırıcı beyazlıktaki saçlar, şakaklarda bu yüzü çerçevelemekteydi; nedenini bilmeksizin, bu adamın ansızın yaşlanmış olduğu izlenimine kapıldım. uzunca bir duraklamanın ardından sonunda bir maç yapmaya hazır olduğunu söyledi, Dr. B. bir kez daha o tuhaf ve hülyalı ifadeyle gülümsedi. Toplama kamplarını, orada hedef olduğum aşağılamaları, çektiğim işkenceleri anlatacağımı sanıyorsunuz. Hayır, böyle şeyler olmadı. Ben başka bir kategoriye alındım. Bedensel ve ruhsal aşağılamalar aracılığıyla uzun zamandır birikmiş, önyargılı bir nefretin zincirlerinden boşalmasına hedef olan o talihsizlerin arasına gönderilmeyip, Nazilerin zorla para ya da önemli bilgiler elde etmek istedikleri farklı ve çok küçük bir gruba sokuldum. _Bize hiçbir şey yapmadılar –sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla dışarıdan değil, ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı. Elimden her şey alınmıştı, zamanı bilmeyeyim diye saat, bir şey yazamayayım diye kurşunkalem, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçak alınmıştı; hatta bir sigara gibi en küçük bir kendini uyuşturma aracı bile yasaklanmıştı. Bu suskunluğun kapkara okyanusunda camdan yapılma çanı içerisindeki bir dalgıç gibi yaşıyordu ve dahası, dış dünyaya uzanan halatın koptuğunu ve sessiz derinliğin içinden hiçbir zaman dışarıya çıkarılmayacağını şimdiden sezen bir dalgıç gibi yaşıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu, duyacak hiçbir şey yoktu, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli olarak insanın çevresinde hiçlik, zamandan ve mekândan mutlak anlamda yoksun bir boşluk vardı. İnsan bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, sürekli gidip geliyordu. Fakat sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye başlarlar; onlar da hiçliğe dayanamazlar. Öteki sorgulamalar ne de olsa bir saat sonra son buluyordu, oysa bu ikincisi, içinde bulunduğum yalnızlığın alçakça işkencesi nedeniyle hiç bitmiyordu. Toplama kampında belki insan elleri kanayana ve ayakkabıların içindeki ayakları donana kadar el arabasıyla taş taşımak zorunda kalıyordu. İki düzine insanla berbat bir kokunun içinde, soğuktan donarak yatıyordu. Ama öte yandan insan, yüzler görebiliyordu, bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye, ne olursa olsun, herhangi bir şeye bakışlarını dikebiliyordu, oysa burada insanın çevresinde hep o aynılık vardı. Burada dikkatimi düşüncelerimden, sanrılarımdan, hep aynı şeylerden ayırabilecek hiçbir şey yoktu. Ve amaçladıkları da zaten özellikle buydu –düşüncelerimi yutacak, yutacaktım, ta ki boğulana ve sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayana kadar, her şeyi söyleyene, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar. Bir akşam o an hakikaten gelmişti: Nöbetçi rastlantı sonucu tam da o boğulma anında yemeği getirdiğinde, ansızın arkasından haykırdım: ‘Beni sorguya götürün! Her şeyi söylemek istiyorum! Beni artık duymadı. Belki duymak da istemiyordu. Her götürülüşte beklemek zorunluydu: Bu bekletmek de tekniğin bir parçasıydı. Önce gecenin bir saatinde seslenerek, hücreden ansızın alarak sinirleri geriyorlardı ve sonra, insan kendini sorguya hazırladığında, direnmek için aklını ve iradesini seferber ettiğinde, bedeni yormak, ruhu da zayıf düşürmek için sorgudan önce bekletiyorlardı. Dolayısıyla bakabileceğim yeni, farklı bir şeyler vardı, açlık çeken gözlerim sonunda çok farklı şeyler görebilecekti ve gözlerim açgözlülükle her ayrıntıya pençelerini geçiriyorlardı. Bu pardösülerin üstündeki her kırışığı gördüm, örneğin ıslak yakalardan birinin ucundaki bir damlayı gördüm ve kulağınıza ne kadar gülünç gelirse gelsin, saçma bir heyecanla acaba bu damla kırışıktan aşağı kayıp gidecek mi, yoksa biraz daha yerçekimi gücüne karşı kendini savunup daha uzunca süre asılı kalacak mı diye beklemeye başladım –evet, sanki hayatım ona bağlıymışçasına, bu damlaya dakikalarca baktım, baktım. Ardından, damla sonunda yuvarlanıp gidince, bu kez yeniden pardösülerdeki düğmeleri saydım, birincisinde ve ikincisinde sekizer, üçüncüsünde ise on düğme vardı, sonra yine rütbe işaretlerini karşılaştırdım; bütün bu gülünç, önemsiz ayrıntılar, açlık çekmiş gözlerimi anlatmayı başaramayacağım bir açgözlülükle elliyor, kuşatıyor, her taraftan yakalıyordu. _–bir kitap! Bir kitap! Ve düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı: Çal o kitabı! Belki de başarırsın ve hücrende saklarsın, sonra da okursun, okursun, okursun, sonunda tekrar okuyabilirsin! Bu düşünce içime girer girmez bir zehir etkisi yaratmaya başlamıştı. Elimi kemere sıkıca bastırdığım takdirde, kitabı yürürken tutabiliyordum. İlk yapmak istediğim, yanımda kitap olmasından kaynaklanan bir tür ön hazzı tatmaktı Kitap, her şeyden önce çok küçük puntoyla basılmış olmalıydı, pek çok harf içermeliydi, çok, ama çok fazla sayıda incecik sayfaları bulunmalıydı, böyle olmalıydı ki, daha uzun zaman okuyabileyim. Onca büyük tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. Belki de, diye düşündüm, hücremde bir tür satranç tahtası tasarımlayabilirim ve ondan sonra da bu satranç partilerini tekrar edebilirim sonsuz çabalardan sonra nihayet kareli yatak örtüsünün üstünde satranç kitabında resimleri bulunan pozisyonları yeniden kurmaya girişebildim. Kitabın başlangıçta soyut nitelik taşıyan a1, a2, c7 ve c8 gibi işaretleri, alnımın arkasında görsel, plastik konumlara dönüşmüştü. Dönüşüm, tam anlamıyla başarılmıştı: Satranç tahtasını taşlarıyla birlikte iç dünyama yansıtmıştım satranç oyununun tinsel enerjileri dar sınırlarla çevrili bir alana sürgün ederek, en zorlayıcı düşünme edimlerinde bile beyni bitkin düşürecek yerde onun ataklığını ve gerilim gücünü daha da yükseltmek gibi mucizevi bir üstünlüğü vardır. Saldırının ve savunmanın inceliklerini, tuzaklarını, netlik noktalarını anlamaya başladım, ileriyi düşünmenin, bağlantılar kurmanın, doğrudan saldırıya geçmenin tekniğini kavradım ve çok kısa bir süre sonra tek tek her satranç ustasının bireysel oyun oynama biçiminden yansıyan kişisel özelliğini, tıpkı insanın bir şairin dizelerini birkaç satırla saptayabilmesi gibi, hiç yanılmadan görür oldum; beynimi tazelenmiş ve dahası, sürekli düşünmenin disiplini aracılığıyla, yeniden bilenmiş gibi hissetmekteydim. Artık çok daha net ve yoğunlaşarak düşünebildiğim, kendini özellikle sorgularda belli etmekteydi; satranç tahtasının başında farkına varmaksızın kendimi sahte tehditlere ve gizli tuzaklara karşı savunma konusunda yetkinleştirmiştim; Gestapo üyelerinin bana zamanla belli bir saygıyla bakmaya başladıklarını hisseder gibi oldum. Ötekilerin hepsinin yıkılıp çözüldüklerini görmüş oldukları için, içlerinden belki de böylesine sarsılmaz bir direniş için gereken gücü hangi gizli kaynaklardan almış olabileceğimi sormaktaydılar. Ansızın yeniden hiçliğin önündeydim. Çünkü her parti, yirmi veya otuz kez yeniden oynamamın ardından, yenilikten ve sürprizlerden kaynaklanan çekiciliğini benim için artık yitirmişti, başlangıçta onca heyecan verici, teşvik edici olan gücü tükenmişti. Her hamlesini çoktandır ezbere bildiğim oyunları bir daha, bir daha oynamanın bir anlamı var mıydı? Ben daha ilk açılışı yapar yapmaz bu açılışın sonraki akışı neredeyse kendiliğinden içimde çözülüveriyordu, artık sürprizler, gerilimler, problemler kalmamıştı Eski oyunların yerine yenilerini icat etmek zorundaydım. Kendi kendimle veya daha doğrusu kendime karşı oynamayı denemeliydim. Satranç açısından insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesinin mantıken tam bir saçmalık olduğu, en yüzeysel düşünceyle dahi anlaşılabilecek bir şeydir. Çünkü aslında satrancın çekici yanı, stratejisinin birbirinden farklı iki beyinde ayrı ayrı gelişmesidir, bu tinsel savaşta siyahın beyazın manevralarını bilmemesi, bu yüzden de sürekli anlamaya ve önlemeye çalışmasıdır; öte yandan beyaz da siyahın gizli amaçlarını aşmak ve engellemek çabasındadır. Satrançta insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur. Oyunda imgelemin soyut uzamında beyazla oynayan oyuncu olarak dört veya beş hamleyi önceden hesaplamak zorundaydım ve aynı şey, siyahla oynayan oyuncu olduğumda da geçerliydi, başka deyişle, gelişmenin seyri içerisinde ortaya çıkacak bütün durumları bir anlamda iki beyinle, yani beyazın beyniyle ve siyahın beyniyle önceden kurgulamam gerekiyordu. Siyahın veya beyazın galip gelmesini umursamıyordum, zira şampiyonluk için savaşanlar aslında Alehin veya Bogolyubov'du ve benim kişiliğim, aklım, ruhum sadece bir seyirci, oyundan anlayan biri olarak o partilerin düğüm noktalarının ve güzelliklerinin tadını çıkarmaktaydı. Oysa kendime karşı oynamayı denediğim andan itibaren bilincinde olmaksızın kendime meydan okumaya başlamıştım. İki Ben'imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben, birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, bir sabırsızlığa kaptırıyordu; Siyah Ben olarak yaptığım her hamlenin ardından, hararetle Beyaz Ben'in ne yapacağını bekliyordum. İki Ben'den her biri, öteki bir yanlış yaptığında bir zafer sevinci yaşıyor, ama bununla eşzamanlı olarak da kendi beceriksizliğinden ötürü öfkeye kapılıyordu. _Her türlü normallikten kaba güç kullanılarak koparılmıştım, bir tutukluydum, suçsuz yere hapsedilmiştim, aylardır ustaca bir biçimde yalnızlığın işkencesinden geçiyordum, birikmiş olan çılgınca öfkesini çoktandır herhangi bir şeye boşaltmak isteyen bir insandım. Ve elimde kendime karşı oynayacağım bu anlamsız oyundan başka bir şey bulunmadığından, öfkem, öç alma tutkum fanatik bir biçimde bu oyuna akmıştı. Kendisiyle tek savaşabileceğim, içimdeki öteki Ben'di. Satrançtaki Ben'den biri ötekine yenik düşüyor ve rövanş talep ediyordu. Bütün varlığımla ve duygularımla o karelerden oluşma satranç tahtasının içine hapsolmuştum. İnsanlara ilişkin rüyalar gördüğümde de o insanların tümü yalnızca piyonlar ve kaleler gibi hareket ediyorlardı, tıpta bugüne kadar bilinmeyen bir addan, ‘satranç zehirlenmesi' nitelendirmesinden başkaca bir ad bulamıyorum. Satranç tahtasının üstünde bu figürleri oraya buraya götürüşümün düşünce düzeyimdeki düşsel oyunla temelde aynı olması karşısında duyduğum şaşkınlık, belki kâğıt üzerinde en karmaşık yöntemleri kullanarak yeni bir gezegenin varlığı sonucunu çıkaran ve daha sonra o gezegeni gökyüzünde beyaz, parlak ve somut bir yıldız olarak gören bir astronomun şaşkınlığıyla aynıydı ve ben, bütün nezaket kurallarını unutarak oyununuza karıştım. Fakat arkadaşınızın yanlış hamlesi bir bıçak gibi yüreğime saplanmıştı. Dünya şampiyonuna meydan okumak gibi bir hadsizlik yapacağımı umarım ciddi olarak düşünmezsiniz. Bu partinin sadece bizim gibi acemi seyirciler için oynanmış ve oyunun akışının satranç yıllıkları açısından, aynen Beethoven'ın piyano doğaçlamalarının müzikte yer alamaması gibi kaybolup gitmiş olmasından ötürü üzüntü duyuyorum. _Hasmı ne zaman sonsuz uzunlukta bir düşünme süresinin ardından ve ağırdan alan eliyle bir taşı öne sürmeye karar verse, dostumuz sadece uzun zaman beklediği bir şeyin gerçekleştiğini gören biri gibi gülümsüyor ve karşı hamlesini hemen yapıveriyordu. Hapis kaldığı aylar boyunca, tıpkı kafese kapatılmış bir hayvan gibi, böyle aşağı yukarı koşuşturmuş olmalıydı, Olanaksız gibi gözüken olmuş, dünya şampiyonu olan kişi, sayısız turnuvanın galibi, adı sanı bilinmeyen bir adamın önünde, yirmi- yirmi beş yıldır elini tek bir satranç tahtasına sürmemiş olan birinin önünde teslim bayrağını çekmişti. "Bir parti daha?" diye sordu. "Elbette," diye yanıt verdi Dr. B. Ansızın iki oyuncu arasında yeni bir şey ortaya çıkmıştı; bu, tehlikeli bir gerilim, öldüresiye bir nefret atmosferiydi. Göründüğü kadarıyla bu deneyimli taktik ustası, hasmını yoran ve kafa karışıklığına iten asıl nedenin kendi ağır temposu olduğunu anlamıştı. Bu, şiddetli bir şimşek çakmasının ardından gök gürültüsünün beklenmesi, fakat beklenenin bir türlü gelmemesi gibi bir durumdu. _Dr. B. Ansızın: "Şah! Şaha şah diyorum!" Czentovic, başını çok, ama çok ağır kaldırdı ve – şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şey yaparak– hepimizi tek tek süzdü. Bir şeyin keyfini sonsuz çıkarır gibiydi, "Özür dilerim –ama ben ortada şahlık bir durum göremiyorum. Dr. B. De şimdi bakışlarını satranç tahtasına dikmişti ve durmadan kekeliyordu: "Fakat şahın f7'de olması gerek ... yanlış duruyor, tamamen yanlış yerde duruyor. Oyunu derhal bırakmalısınız, yoksa artık çok geç olur. Dr. B. bir çırpıda ayağa kalktı. "Aptalca yanlışımdan dolayı özür dilerim," dedi o eski nazik ses tonuyla ve Czentovic'in önünde eğildi. Fakat sizleri daha en başta uyarmıştım, benden çok fazla şey beklememeniz gerekiyordu. Bu rezaleti bağışlayın –bu, satrançta kendimi son deneyişim oldu." __ _Stefan Zweig'ın (1881-1942) _Nazi işgali altında olan Avrupa'dan Brezilya'ya giden Zweig, gördüğü büyük ilgi nedeniyle, ayrıca Nazilerden artık çok uzak oluşunun sağladığı güvenlik duygusuyla, Brezilya'ya sürekli yerleşmeye karar vermişti. Gestapo'nun tüyler ürpertici cinayetlerini titizlikle izleyen yazar, kendini giderek ağırlaşan bir karamsar atmosfere kaptırdı. Sonunda arkadaşlarına yazdığı bir mektupta, "Sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz, benim buna gücüm kalmadı..." diyerek, 1942 yılında eşiyle birlikte hayatına son verdi. Satranç, işte bu koşullarda ve böyle bir atmosferin damgasını taşıyan bir öykü. 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak gittikçe hızlanan bir yükselme dönemini yaşayan psikoloji bilimi, yalnızca edebiyat alanında değil, fakat sanatın hemen bütün alanlarında yönlendirici ve belirleyici rol oynadı. Onun dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta bir psikolog olması yatar. Olay yeri olarak da New York'tan Buenos Aires'e gitmekte olan bir yolcu gemisini seçmiştir. Bu gemide tamamen rastlantı sonucu karşılaşan üç kişi, yani yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç oyuncusu olan, ama hayli zamandır satrançtan uzak kalmış bulunan Dr. B., öyküdeki "duyulmadık olay"ın aktörleridirler. Ancak "duyulmadık olay", şimdiki zamana değil, fakat geçmişe aittir. Çünkü Dr. B., mükemmel bir satranç oyuncusu olmasını ve ilk maçta dünya şampiyonu Czentovic'i yenmesini, geçmişindeki son derece sıra dışı bir olaya borçludur. Gestapo tarafından tutuklanır. Dr. B., zindana atılıp işkenceden geçirilecek yerde normal bir otel odasına yerleştirilir, fakat bu odada dış dünyadan mutlak anlamda tecrit edilir. Herhangi biriyle konuşması, haberleşmesi, odasında herhangi bir yayın bulundurması, kâğıt ve kalem kullanması kesinlikle yasaktır. Yaşamındaki tek değişiklik, arada sırada sorguya götürülmesidir. Ama bu sorgular dışında Dr. B., tam anlamıyla bir boşluğun, kendi deyişiyle bir "hiçliğin" içerisinde, zaman ve mekân dışı bir yaşam sürer. Bu tecrit durumundan ötürü artık ruhsal dengesini yitirmenin eşiğine geldiği sırada götürüldüğü bir sorguda sırasını beklerken, birinin asılı duran pardösüsünün cebindeki kitabı – ne kitabı olduğunu bilmeksizin– çalar. Odasına geri götürüldüğünde, kitabın, içinde yüz elli adet değişik satranç partisinin bulunduğu bir tür satranç ders kitabı olduğunu anlar. Artık Dr. B. için o korkunç tecrit durumu son bulmuştur. Her gün bu satranç partilerinden birkaçını tekrar eder. Hepsini ezberledikten sonra ise yenilerini kendisi kurgulamaya başlar. Ancak bunu yapabilmek için, siyah ve beyaz taşlara göre, doğal olarak birbirinin hasmı olan iki farklı kişilik geliştirmek zorunda kalacaktır. __
·
1.692 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.