Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Mustafa Kemal, bir Türk’tü; Türk olmaktan gurur duyuyor; “Türkiye Türklerindir” parolasıyla yaşıyordu. Ne Tanrı’dan, ne bir kişiden ne de kurumdan çekinmeyen, tam bir devrimciydi. Onun için resmi ya da kutsal olan hiçbir şey yoktu. Türkiye’yi Padişah’ın ehliyetsizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların pençelerinden kurtarmakla ilgileniyordu. _Eldeki tüm bilgiler, onun az rastlanır mükemmeliyette bir kurmay subay olduğunu ortaya koymaktaydı. _Mustafa Kemal’in korkusuzluğu karşısında uyarılar ve tehditler işe yaramıyordu. Son derece ihtiyatlı olduğu için ona karşı suçlama yapacak bir kanıt da bulunamıyordu. _İstanbul Kurmay Okulu’ndaki som, dökme bir demir gibi sağlam, hevesli öğrenciden, artık çeliğe dönüşerek güçlenen bir devrimci çıkmıştı. Bedeli ne olursa olsun, daima kendi kendisinin efendisi olacaktı. Hiçbir zaman alt düzeyde kalamazdı. Ya idare etmeli ya da her şeyden vazgeçmeliydi. _Padişahın ajanları onun tehlikeli olduğuna ilişkin raporlar verdiler. İttihat terakki cemiyeti de onun cezalandırılmasını istedi. Ona ne türlü muamele edilmesi gerektiğini hiç kimse kestiremiyordu. _Politikacılar onu alıngan ve geçinilmesi güç, patlamaya hazır bir bomba ve kaba bir insan olarak görüyorlardı. Ya sözcükleri sel gibi akıttığı uzun konuşmalarıyla, ya da inatçı ve huysuz sessizlikleriyle devamlı olarak onları sıkıyordu. Prusyalı gibi hızlı konuşması, mavi gözleri ve donuk bakışlarıyla daha çok bir Alman subayına benziyor ve öyle davranıyordu. Günün birinde Enver’e ve von Wanghenheim’ın Almanlarına karşı işe yarayabilirdi. _İttihatçılar tarafından Kafkasya cephesine sürgüne gönderildiğinde kendisine rüşvet teklif edenleri önce falakaya yatırıp sopalatmış ve daha sonra da çoğunu astırmıştır. *** _Mustafa Kemal’in en çok nefret ettikleri: İngiliz destekli Padişah, alman destekli ittihat terakki, milliyetsiz komünistler, menfaatçi-rüşvetçi insanlar, bağnaz dinciler, masonlar. Onun hayali, tam bağımsız bir Türk devletiydi. Türkler kendi işlerini kendileri yapmalı ve asla boyun eğmemeliydi. _Masonların ritüellerinden alayla söz ediyordu. Üyeleri arasında milliyetsiz kişiler vardı. Bunlar adeta gizli yaşayan, sağlıksız, üstü kapalı sözlerle konuşan, sırlarla dolu kişilerdi. Liderler hala onu yakın çevrelerine yaklaştırmamaktaydılar. Yahudilerin uluslararası amaçları ve sorunlarına karşı hiçbir ilgi duymuyordu. Yahudiler ise ona hiç güvenmiyorlardı. _İttihatçı yönetim, Mustafa Kemal’i baş belası olarak görüyorken, Mustafa Kemal de ittihatçı yönetimi aşağı sınıf ahmaklar sürüsü olarak görüyordu. Enver paşa, orduyu yenilemek için alman generalleri davet etti. Haberi duyduğunda Mustafa Kemal, kapıldığı korkunç öfkeyle homurdanmaya başladı. “Almanların orduyu, yaşamımızın temelini denetlemelerine izin vermek çılgınlık olur” diyordu; “Biz Türkler kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Bu iş için bu Prusyalının çağrılması milli bir hakarettir.” _Mustafa Kemal, ittihat üyelerini kendinden aşağı görüyordu. Onlar aslında yöneticiliğe layık olmayan küçük adamlardı. Görüşlerini hiç kimseden gizlemiyordu da. Hem bu korkak sıçanları son derece aşağı görüyor, ama gene de onların arasında olmayı istiyordu. Aralarından biri ona saldırsaydı, kendisini daha mutlu hissedebilirdi. Nefret onu daima güçlendirmişti: Kendisine gösterilen himayeyle karışık yüzeysel ilgi ya da umursamazlık, hem gururunu incitiyor, hem de onu çaresiz bırakıyordu. Bu amaçsız arayışlar, kendi kendini yemesine neden oluyordu. Çaresizliğine panzehir olarak çılgınca içki içmeye başladı. _İttihat terakki cemiyeti, mustafa kemal’i, herkesi eleştiren fakat hiç kimseye boyun eğmeyen yetenekli, ancak, huysuz biri olarak mimlemişti. Hiç kimsenin sevmediği ve arkadaşsız, tek başına, kendini beğenmiş, huysuz bir adamdı. Böylece geri plana itildi ve askerlik görevine geri gönderildi. *** _Mustafa Kemal, sessiz ve vakur bir çocuktu. Sevgisini pek ender gösterirdi. Daha çok kendi başına, ağırbaşlı oyunlar oynayan, başka çocuklarla pek ender arkadaşlık eden, anormal denebilecek derecede kendine yeterli olan bir çocuktu. Büyüdükçe daha da çekingen, yalnız ve bağımsız biri oluyordu. _Mustafa, Selanik’teki bir okula gönderildi. Artık büyük bir sıkıntının pençesindeydi. Açık havada geçirdiği özgür günlerinden sonra yeniden disiplinli yaşama hapsedilmişti. Öğretmenlerine karşı vahşice davranıyordu. Diğer çocuklarla olan ilişkilerindeyse inatçı ve kendini beğenmişçesine davrandığından, sevilmiyordu. Onların oyunlarına katılmayı reddediyor, kendisine karışmaya kalkanlarla da sürekli dövüşüyordu. Günün birinde büyük bir kavgaya karıştı. Öğretmenlerinden biri, onu sürükleyerek kavgadan ayırırken tekmeler savurarak kurtulmaya çalıştığından, sıkı bir dayak yedi. Öfkeden çılgına dönen Mustafa, okuldan kaçtı ve bir da ha oraya dönmeyi kesinlikle reddetti. _O asker olmak niyetindeydi; bir subay olmak, üniforma giymek ve adamlarına emir vermek istiyordu. Askeri okulda kendi yerini bulmuştu. Başarılıydı, fakat hala sevilen bir çocuk olamamıştı. Alıngan yaradılışta olduğundan, eleştirildiğinde veya kaba konuşmalara muhatap olduğunda hemen kırılıyor, ters davranıyordu. Bütün bunlar onun içine kapanmasına, kimseyle arkadaşlık kuramamasına yol açıyordu. Gene de, her zaman dikkat çekmek ve sıradışı biri olarak sivrilmek arzusundaydı. Kavgaya hazır olması yüzünden hiçbir çocuk onunla dalaşmayı göze alamıyordu. Kendilerine katılması için uğraştıklarında ya da neden böyle davrandığını sorduklarında, hemen onları tersleyerek: “Ben sizler gibi olmak niyetinde değilim, ben önemli biri olacağım” diyor ve kendi yoluna gidiyordu. Matematik ve tüm askeri derslerde gösterdiği üstün zekâsı, geçit resmindeki yeteneği okulda başarılı olmasını sağladı. Askeri Rüştiye’de sınavlarda gösterdiği büyük başarılar ve hatta diğer çocuklara öğretmenlik yapması sonucu hızlı bir ilerleme gösterdi. Diğer çocuklara bir şeyler öğretmek, böylece üstünlüğünü onlara kabul ettirmekten çok hoşlanıyordu. Ayrıca kendisinden daha başarılı olan herhangi bir çocuğa karşı giderek haince bir nefrete dönüşebilen büyük bir kıskançlık da gösteriyordu. Hiç kimsenin karşısında gölgede kalmaktan hoşlanmıyordu. Herhangi biri onunla rekabete girişse, hemen kabalaşıyordu. O en dikkat çekici kişi olmalıydı; aksi halde o ortamda hiç bulunmamayı tercih ediyordu. _Mustafa Kemal, tüm Arnavutlar ya da Makedonyalılar gibi o da içgüdüsel olarak her türlü otoriteye başkaldırıyordu. Yürekten bir devrimciydi. Kendini bir devrime önderlik eder, despotun egemenliğine son verir, ülkeyi kurtarır ve temizlerken hayal ediyordu. Bu hayallerin hepsinde, kendisini daima herkesin baş eğdiği ve saygı duyduğu bir lider olarak, daima merkezde görüyordu. _Selanik’teyken zamanının çoğunu, ona Fransızca öğreten bir Dominiken keşişiyle geçiriyordu. O sıralar kendisi gibi Makedonyalı hoş ve utangaç bir genç olan Fethi’yle arkadaşlık kurmuştu. Fethi, Fransızcayı gayet iyi biliyordu. Ele geçirebildikleri tüm devrimci literatürü birlikte, hırsla ve çabucak okudular. Bunlar Voltaire, Rousseau, tüm Fransız yazarları ve Hobbes’un ekonomi-politiği ile John Stuart Mill’in yapıtlarıydı. Hepsi de yasaklanmış yayınlardı. Bunlarla yakalanmaları hapse girmeleri anlamına gelecekti. Bu tehlike, bunları okumayı daha da keyifli hale getiriyordu. Mustafa Kemal, hitabet sanatı alıştırmaları yapıyor, diğer askeri öğrencilere tumturaklı söylevler veriyordu. Bu söylevler Türkiye’nin, onların Türkiye’sinin yabancıların pençesinden ve Padişah’ın kokuşmuşluğundan kurtarılması gereğini dile getirmekteydi. Özgürlük üzerine makaleler ve denemeler kaleme alıyor, uzun ve ateşli şiirler yazıyordu. Derslerinde, Manastır’da Selanik Askeri Rüştiyesi’nde olduğu kadar başarılıydı. Dosyasına “Zeki fakat asabi ve samimi olunması imkânsız bir genç” şeklinde bir not düşülmüştü. _Kadınların hiçbirine âşık olmadı. Onlarla ilişkileri duygusal ya da romantik düzeyde değildi. Vicdan azabı duymaksızın çabucak birinden öbürüne geçiyordu. İştahını doyuruyor ve bırakıyordu. Böylece kentin şehevî yaşamına iyiden iyiye kendini kaptırdı. _Mustafa Kemal bütün sınavlarını parlak bir başarıyla verdi. Kurmay Okulu’na seçildi. Bu gençlerin hepsinin de devrimci olduklarını gördü. Gerçekten değerli her genç subay, Padişah’ın manen çökerten bu despotizmine ve yabancı milletlerin açık müdahalelerine başkaldırıyordu. Onlar Osmanlı’nın mirasçılarıydılar ve bu miras göz göre göre yok ediliyordu. ********** _Mustafa Kemal, Sofya’da_ _Mustafa Kemal, hiçbir şey yapmadan oturacak türden bir adam değildi. İşte olsun, eğlencede olsun bir şeyle meşgul olmalı, yaptığı işe bütün güç ve dikkatini vermeliydi. Yapacak çok az iş varsa, bu kez ilgisini eğlencede yoğunlaştırıyordu. Kabul salonlarına girip çıkmaya da başlamış ve Sofya hanımefendileriyle flört ederek bir sosyete çapkını olmaya çalışmışsa da bu hanımefendiler onu fazlasıyla acemi bulmuşlardı. Mustafa Kemal, zeki ve yüksek mevkie sahip bir subaydı, ama hepsi o kadar. Türklerden hiçbir zaman hoşlanmamış olmalarının yanı sıra, Mustafa Kemal ne yakışıklı ne de çekici bir erkekti. Tavırları çiğdi; ya kasvetli ve donmuş gibi bir yüz takınarak azametli bir tavırla dimdik yürüyor ya da ters türs konuşuyordu. Ne havadan sudan sohbet edebilme yeteneğine sahipti, ne hoş bir çapkındı ne de hanımefendilere dalkavukluk etmeyi beceriyordu. Küçük flört oyunlarının hazlarından pek bir şey anlamıyordu. Her hanımdan dobra dobra kendisiyle yatağa girmesini talep ediyordu; General Kovatçev’in kızına âşık olur gibi oldu; ama kız ona hiç yüz vermedi. Çok geçmeden bu hanımlar onu, tatlı dilli, nazik, yumuşak başlı bir Türk olan Fethi’nin tam tersi olarak geleneksel Türk tipinde, kaba bir erkek olarak mimlediler. Dans edişine ve salon adabını öğrenme çabalarına gülüyorlardı. Onu müthiş bir baş ağrısı olarak kabul edip hemen unuttular. Alıngan ve duyarlı biri olan Mustafa Kemal eskisinden de kibirli davranmaya, onlardan uzak durmaya başladı. Kendisini tüm kalbiyi sevmediği halde arzusundan yararlanarak ona eziyet ve işkence eden, ona dudak büken ve onu kendi kahramanı olarak kabul etmeyecek olan bu sosyete hanımlarının nezaket kurallarından ve gevezeliklerinden nefret etmeye başladı. Mustafa Kemal özellikle hürmetkâr davranan ve başkentin hafifmeşrep kadınlarıyla ilişkilerinde çok daha rahattı. Bunlarla birlikte kahvelerde ve evlerde içiyor, sabahlara kadar süren cümbüşler yapıyordu. Bütün kötü alışkanlıkları üst üste yığmış, boğazına kadar bunlara batmıştı. Sefahatin her türlüsünü deniyordu. Bunların bedelini ilişkiyle bulaşan bir hastalığa yakalanarak ve sağlığını bozarak ödedi. Bütün bunlara tepki olarak tüm kadınlara karşı inancını kaybetti. *********** _Mustafa Kemal ve Enver Paşa_ _Mustafa Kemal, Enver’den bir yaş büyüktü; ama rütbe olarak onun astıydı. İki adam bir türlü geçinemiyorlardı. Devamlı olarak kavgalıydılar. Her ikisinin damarlarında da kavgacı Arnavut kanı dolaşıyordu. İkisi de gururlu, alıngan ve irade gücüne sahip kişilerdi. İkisinin de muhalefete ya da eleştiriye tahammülleri yoktu. Ve her ikisi de zihinsel ve fiziksel olarak korkusuz ve düşündüğünü açıkça söyleyen kişilerdi. Ama aralarındaki ortak noktalar bundan ileri gitmiyordu. Enver daima çok büyük projeler, son derece geniş ihtiraslardan esin alıyordu. Büyük düşünceler onu adeta büyülüyor, kendine çekiyordu. Ayrıntılar, somut gerçekler ya da rakamlar onu asla ilgilendirmiyordu. Mustafa Kemal ise temkinliydi. Parlaklık onu ihtiyatlı olmaya sevk ediyordu. Büyük ve belirsiz düşünceler onu heyecanlandırmıyordu. Hedefleri sınırlıydı ve bunları ancak uzun ve dikkatli incelemeler ve hesaplamalardan sonra belirliyordu. Olguları ve rakamları kesin olarak saptıyordu. Ne Araplar ne de başka yabancılarla iyi ilişkiler kurma konusunda istekli olmadığı gibi, yeteneksizdi de. O bir Türk’tü, Türk olmaktan da gurur duyuyordu; dünyanın geri kalanını ise aşağı görmekteydi. Selanik’teki ilk günlerinden beri Enver’den hoşlanmamıştı. Şimdiyse ona karşı nefret duymaya başlamıştı; bunu açıkça göstermekten de geri durmuyordu. Nefreti kıskançlıkla beslenmiş, acılaşmıştı. Mustafa Kemal her zaman en iyisi, en iyi asker olduğuna inandırılmışken, Enver’den daha büyük olmasına karşın, şimdi onun peşinden sürükleniyordu. Daima Enver kumandanken Mustafa Kemal onun astı konumundaydı. Şık çadırında maiyetinde dalkavuklarla yaşayan, şevkle parıldayan, gösterişli, kibar ve çekici Enver’in gözünde, gri yüzü, alaycı tavırları, ters sözleriyle Mustafa Kemal, adeta ziyafetteki kafatası gibiydi. Bedevilerin cesaretini kırıyordu. Her planı eleştiriyordu. Her projeye dudak büküyordu. Tavrı da ima kusur bulucu ve eleştireldi; ama hiçbir zaman işi itaatsizlik noktasına vardırmıyordu. ************************ _Giriş_ _İsa’dan sonra 13. yüzyılda Büyük Kuraklık meydana geldi. Çin Seddi’nden Orta Asya’ya kadar bütün topraklar susuzluktan çatlayıp kavruldu ve bu topraklarda yaşayan kabileler, sürüleri için yeni topraklar aramak üzere yollara düştüler. Bunların arasında, sancaklarının üzerinde bir Bozkurt başı olan, Süleyman Şah önderliğin deki Osmanlı Türkleri de vardı. Geniş Moğol suratlarındaki çekik gözleri ve hayvanca güçleriyle, bu Osmanlı Türkleri zalim ve ilkeldiler. En azından vahşi Orta Asya topraklarının uçsuz bucaksız steplerinde avlanan bozkurtlar kadar acımasız ve gaddardılar. Gene de göçebe yaşamlarının sunduğu tehlikeler ve risklere karşı, önderlerine kayıtsız şartsız boyun eğecek ka dar disiplinliydiler. Su ve otlakların kıtlığının dayatmasıyla, Süleyman Şah halkını batıya göç ettirdi. Göç halindeki Tatar kabilelerinin kuzeyden bastırması sonucu güneye yöneldi ve Ermenistan üzerinden Küçük Asya’ya gelerek Çağdaş Tarih’in kapsamına girdi. Süleyman öldü ve yerine Ertuğrul hükümdar oldu ve onun ardından Emir Osman ve Sultan Orhan geldi ve bundan sonra babadan oğula on sultan kuşağı birbirini izledi. Hemen hepsi gaddar ve kindar, çoğu da adaletsiz ve vahşi olan bu sultanlar hükümdardılar; halkın önderleri ve serdarlarıydılar. Önlerinde can çekişmekte olan imparatorluklar buldular: Yozlaşmış Selçuklu imparatorluğu, Bağdat ve halifelerin yıpranmış Arap imparatorluğu ile köhnemiş Bizans. Bu imparatorlukları paramparça edip fethettiler. _Süleyman Şah’ın ölümünden sonraki 300 yıl içinde, onun 10. halefi olan Süleyman, Arnavutluk’tan, iran imparatorluğu şuurlarına ve Mısır’dan Kafkasya’ya dek uzanan koskoca bir imparatorluğu adalet ve dirayetle yönetmeye başlamıştı bile. Macaristan ve Kırım ona bağlı prensliklerdi. Avrupa hükümdarları getirdikleri değerli armağanlarla huzuruna çıkarak, aralarındaki anlaşmazlıklar konusunda onun hakemliğine başvuruyorlardı. Orduları, Doğu’ya giden yol üzerinde yerleşmişti. Filosu tüm Akdeniz’e egemendi. Kuzey Afrika, hükümranlığını tanımıştı. Bütün bunlardan sonra dünya egemenliğini elde etmek için uğraştı. 1580’de Viyana kapılarına dayandı ve Hıristiyan alemini kıskıvrak yakalamaya çalıştı. Başaramadı ve ölümünden sonra yozlaşma başladı. _Halefi Ayyaş (ikinci) Selim’di. Selim’in bir Ermeni uşağın piçi olduğu ve saltanat kanının onunla değiştiği söylenir. Bir istisna dışında, ondan sonra gelen 27 padişahın her biri bir öncekinden daha da dejenere idi. Yönetimi, saray haremi, iç oğlanları ve hadım ağaları ele geçirdi. İyi bir önderden yoksun kalan Türkler, tüm insanlıkla aynı şuaya girdi. Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu. Enerjilerinden ve canlılıklarından eser kalmamıştı. Soy ve ahlâk açısından çürümüşlerdi. Egemenlikleri altındaki bağımlı halklar, onlara başkaldırdılar. Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etti. Muhteşem Süleyman’ın görkemli saltanatından sonraki üç yüzyıl içinde, Osmanlı imparatorluğu çürümüş bir h le gelmişti. Bu imparatorluğun artık dağıtılması gerektiğine kani olan Hıristiyan güçler, onu baskı altına alıp, cesaret edebildikleri parçalarına el koymaya başladılar. Kırım’ı ve Kafkasya’yı ele geçiren Rusya, İstanbul ve Akdeniz’e açılan yolu olan Boğazlar üzerinde hak iddia etmeye başladı; Fransa, Suriye ve Tunus’a el attı; ingiltere, Mısır ve Kıbrıs’ı işgal etti. Yeni ve genişlemekte olan Almanya, diğer rakiplerini saf dışı eder etmez ülkeyi kendi başına ele geçirme ümidiyle, tüm Avrupa’ya karşı Sultan’ın, yani II. Abdülhamit’in yanında saf tuttu. Bu ulusların hepsi Osmanlı’dan özel haklar ve ekonomik ayrıcalıklar talep etmekteydi. Birer akbaba kadar açgözlü olan Hıristiyan güçler, büyük bir iştahla imparatorluğun sonunu gözlemekteydiler. ****** _Ali Rıza ve Zübeyde_ _Ali Rıza ve Zübeyde, Osmanlı Türk’ünün yoksulluğa düşmüş, gene de onurlu olan basmakalıp yaşamını sürdürüyorlardı. Ali Rıza hiçbir derin inancı ya da dikkat çekici yönü olmayan silik bir adamdı. Küçük bir çocukken Sırbistan sınırındaki Arnavutluk dağlarından gelmiş, sonraları Selanik limanındaki Osmanlı Düyunu Umumiye idaresi’nde katip olarak bir iş bulmuştu. _Zübeyde de diğerleri gibi kapalı yaşıyordu. Mustafa doğduğunda neredeyse otuzunda olmakla birlikte, ta yedi yaşında çarşafa girmişti. Çok seyrek ve ancak yanında biri olursa dışarı çıkardı. Oldukça eğitimsizdi, ne okuyabilir ne de yazabilirdi; ayrıca, evi dışındaki dünyada olup biten en sıradan olaylar konusunda bile tümüyle cahildi. Tam bir köylüydü. Babası Arnavutluk’un güneyinden küçük bir çiftçi, annesi de bir Makedonyalı idi. Derin dindarlığının yanı sıra vatanperver ve tutucuydu. _Ali Rıza, Mustafa’nın tüccar olmasını istiyordu. Zübeyde ise, onun bir din adamı olarak yetişmesinden yanaydı. Ali Rıza ansızın öldü. Aile beş kuruşsuz vaziyetteydi. Zübeyde evini kapatıp, Selanik yakınlarındaki Lazasan adlı köyde çiftçilik yapan erkek kardeşinin yanına sığındı. Dayısı da onu asker yapmayı önerdi: Geçimsiz bir çocuk olması ticarette başarılı olmasını engelleyecekti. _Zübeyde hanım, tüm kadınlar gibi sürekli şikâyet ediyor, hem padişaha hem de dine karşı komplo kurmanın aptallık olduğunu söyleyip duruyordu. Bu anlaşmazlık Mustafa Kemal’e kararını verdiren etken oldu. Ev yaşantısının kısıtlamaları canını sıkıyordu. Evle olan bağları, akrabaların gevezelikleri, kadınların sonu gelmez duaları, kaçınılmaz baskılar sinirine dokunuyordu. Özgürlüğü üzerinde en küçük bir kısıtlamaya bile gelemiyordu. Bedeli ne olursa olsun, daima kendi kendisinin efendisi olacaktı. Liderler hala onu yakın çevrelerine yaklaştırmamaktaydılar. Hiçbir zaman alt düzeyde kalamazdı. Ya idare etmeli ya da her şeyden vazgeçmeliydi. Eskisinden de yalnız ve az konuşan biri olmuştu. ****** _Osmanlı_ _Osmanlı, son nefesini vermek üzereydi. Eli ayağı tutmaz, köhne bir hale gelmiş, çürümüştü. Her yerde yoksulluk ve yetersizlik ve bunlarla birlikte hoşnutsuzluk egemendi. Bütün genç insanlar reform yapılması için feryat etmekteydi. Onun kıvranan bedenine pençelerini geçirmiş olan ve birbirlerine hırlayan Hıristiyan güçlerin her biri ise, imparatorluğun iri bir parçasını koparabilmek için hazır bekliyorlardı. _Abdülhamid_ _Padişah, yani ‘Kızıl Tilki’ Abdülhamid, yabancılardan olduğu kadar uyruklarından da korkuyordu. Tüm yenilikçi düşünceleri yasaklamıştı; her türlü reformu reddediyordu. Bütün imparatorluğu bir hafiye ağıyla örmüştü; böylece nerede olursa olsun ne zaman üç kişi bir araya gelip konuşsa, konuştuklarını dinleyip, gizli polise rapor eden biri oluyordu. Ortada ne özgürlük, ne de can güvenliği kalmıştı. Hapishaneleri Türklerle doldurmuş, Hıristiyanları toplu kıyıma uğratmıştı. Ülke ayaklanma ve devrim ruhuyla doluydu. ****** _Vatan Cemiyeti_ _Erkan-ı Harbiye Mektebi’nde, gizli toplantılarda siyasal tartışmalar yapan ve elden ele dolaşarak okunan el yazması tek yapraklık gazeteler dağıtan Vatan adlı devrimci bir cemiyet de bulunuyordu. Cemiyet, Türkiye’deki yaşamın tüm yerleşmiş kurumlarına, olgularına saldırıyordu. Eski rejime, yani Padişah’ın ehliyetsiz memurlarına, zorba yönetime ve tüm özgürlükçü düşünceleri bastırmasına karşı şiddetle hücum ediyordu. Hocalardan nefret ediyordu. _islam’ın tüm yeniliklerini engelleyen yapışkan elini, halkın kanını emen camileri ve tekkeleri; akıl dışı ve köhnemiş yasaları barındıran, Kuran’a dayalı yasal sistemi lanetliyordu. _Üyeleri Padişah’ın zorba yönetimine son vermek ve yerine halk tarafından seçilmiş bir parlamentoya dayalı anayasal hükümeti getirmek; halkı hocaların elinden ve kadını peçe ve haremden kurtarmak için ant içerek cemiyete giriyorlardı. _Türkiye, Padişah ve casuslarının elleriyle boğuluyordu; damarlarına yenilikçi düşünce kanı akıtılmazsa, Türkiye ölecekti. _Mustafa Kemal de Vatan’a katıldı. Cemiyetin broşürü için şiddetli makaleler, galeyana getiren ateşli şiirler yazmaya başladı. Tartışmalarda olağanüstü keskin bir dille konuşmalar yapıyordu. Mustafa Kemal, Vatan’ın yayınlanmasını üstlendi. Gizlilik ve tehlike onu adeta canlandırıyordu. Devrimci örgütlenme teknikleri, hücre oluşturma, yeni üyelerin sadakatini sınama yöntemlerini, şifreler, parolalar, işaretler ve karşı işaretler ile antlar konusunda bilgi edinmeye başladı. _Padişahın casusları da işin farkına vardılar, hatta saraya jurnal ettiler. Sultan tedirgin olmuştu. Büyük bir olasılıkla bu cemiyet fazla gelişmemiş, havai gençlerin işiydi. Bu gençler gelecekte ordunun kurmay subayları ve generalleri olacaklardı. Bu yüzden Askeri Mektepler Müfettişi (Zülüflü) ismail Hakkı Paşa’ya Vatan adlı bu cemiyete bir son vermesini emretti. İsmail Hakkı, akademi müdürüne uluorta sövüp sayarak, cemiyetin okul içinde hiçbir şekilde faaliyet göstermemesini sağlamasını istedi. Bunun üzerine öğrenciler Vatan‘ı okul dışına taşıdılar. Ne ki, bundan sonra cemiyet İstanbul’daki pek çok benzerleri gibi, tartışma yapmaktan öteye geçemeyen gizli cemiyetlerinden birine dönüştü. _Bir ajan provokatör cemiyetin içine sızmayı başarmıştı. Bu kişi tarafından saptanan yeni bir üyenin kabul töreni için tüm üyelerin bir araya geldiği bir günde, polis eve baskın yapıp hepsini yakaladı. Vatan’ın diğer üyeleriyle birlikte Mustafa Kemal de İstanbul’un ünlü Kızıl Zindan’ına kapatıldı. Diğerlerinden ayrılarak tek başına bir hücreye kapatıldı. Gelecek karanlık görünüyordu. Eğer Padişah onun tehlikeli olduğuna kanaat getirirse, ortadan kaldırılabilir, yıllarca hapislerde kalabilir ya da sürgün edilebilirdi. Haftalarca pis ve böceklerle dolu, dar bir hücrede kapalı kaldı. Hücre hapsi ruhunu karartmış ve onu adeta vahşileştirmişti. Günün birinde hiçbir uyarıda bulunulmaksızın, hapishanenin arkasındaki Harbiye Nezareti’nde bulunan ismail Hakkı Paşa’nın bürosuna götürüldü. Paşa bir süre oturup onu seyretti. Bu, eski rejimin bir paşasıydı; sakallı, giysileri bol ve biçimsiz, tavırları yavaş ve azametliydi. Padişahın güvendiği, yakın adamlarındandı. Uzun süren suskunluğunun ardından, sonunda, “Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin” dedi, “eğer istersen, padişahımız efendimiz hazretlerinin hizmetinde olarak önünde güzel bir gelecek var. Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın. Şimdiye dek en kötü şöhretli kişilerle birlikte kumar oynayıp içki içtin, kötü kadınlarla düşüp kalktın. Siyasete ve padişahınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Buna rağmen efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. Genç ve akılsızsın. Gerçekten kötü olmaktan çok, dik başlı ve heyecanlısın. Şam’daki bir süvari alayına gönderileceksin. Geleceğin tümüyle oradan senin hakkında gönderilecek raporlara bağlıdır. Aynı gece Mustafa Kemal, polis tarafından Suriye’ye giden bir vapura bindirildi. Alayını, Şam’ın güneyindeki dağlarda yaşayan ve devamlı isyan halindeki Dürzîlere karşı bir sefer hazırlığı içinde buldu. Bu sefer, Mustafa Kemal’in faal askerlik yaşamının ilk deneyimi oldu. Dürzîler ise, arazinin her karışını çok iyi tanıyan, son derece vahşi, yola gelmez dağlılardı. _Seferden döner dönmez, Mustafa Kemal Vatan’ın bir şubesini kurmak için işe koyuldu. Hapishanede geçen haftaları ve Hakkı Paşa’nın tehditleri ne gözünü korkutmuş, ne de onu yılgınlığa düşürebilmişti. Ne Tanrı’dan, ne bir kişiden ne de kurumdan çekinmeyen, tam bir devrimciydi. Onun için resmi ya da kutsal olan hiçbir şey yoktu. Hâlâ gençlik ateşiyle yanmakla birlikte, artık şaşmaz bir sakınım ve soğukkanlı bir hesap yapma gücünü süreç içinde geliştirmişti. Şiir yazmayı ve edebiyatı bırakmıştı. Eylem ve edebiyatın bir arada yürüyemeyeceğine karar vermişti. Aslında edebiyat, irade ve kararlılığı zaafa uğratıyor, kişiyi yanlış alanlara sürüklüyor, eylem için gerekli olan zihniyetin kişide gelişmesini engelliyordu. __ _Devrim – İttihat Terakki - Masonluk_ _Toprağın tohumlanmaya elverişli olduğunu anladı. O, Şam’da bir devrim hazırlama çabası içindeydi, ama aslında bu mümkün değildi. Aslında küçük Türk karargâhlarındaki subaylar devrim için hazırdı, ne ki, yerel halk onlara düşmandı. Arkadaşları ona devrim olayının merkezinin Balkanlar olduğuna dair malumat göndermiş ve kendisini Selanik’e naklettirmenin bir yolunu bulmasını tavsiye etmişlerdi. İzin verilse de, verilmese de, Selanik’e gitmekte, durumu kendi gözleriyle görmekte son derece kararlıydı. Düşüncelerinde haklı çıkmıştı. Selanik, olayların gerçek merkeziydi. En önemli alt rütbeli subaylar burada toplanmaya başlamıştı. Gerçekten büyük bir şey hazırlanmaktaydı. Daha hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadan evvel, Padişah’ın hafiyeleri onu tanımışlardı. İstanbul’dan hemen yakalanması için emir geldi. Görevi emirleri uygulamak olan Ahmet Bey, onu gemide karşıladı. Mustafa Kemal’e belgelerini ve üniformasını getirmişti. Hemen sonra onu gizlice gemiden indirdi, kentin dışına çıkararak çok hızlı bir şekilde güneydeki Gazze’ye gönderdi. Bir yanlışlık olması gerektiğini, Mustafa Kemal’in bütün bu süre içinde Gazze’de olduğunu ve hiçbir zaman Suriye’den ayrılmadığını bildirerek bu konudaki yeni emirleri beklediğini yazdı. En sonunda Selanik’e nakline ilişkin emirleri aldığında, olabildiğince hızlı bir şekilde, devrimin merkezine koştu. _Mustafa Kemal karargâhta Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden tanıdığı pek çok subayla karşılaştı. Selanik’te büyük bir devrimci örgüt bulunuyordu; ismi de ittihat ve Terakki idi. Şehirde çok sayıda Yahudi vardı; bunların çoğu italyan uyruklu ve italyan Mason localarına bağlıydı. İtalyan uyruklu olarak, kapitülasyonlar ve imtiyaz antlaşmaları uyarınca, padişahın baskısına karşı korunmaktaydılar. Evleri polis tarafından aranamıyor ve yalnızca kendi konsolosluk mahkemeleri önünde yargılanabiliyorlardı. İçlerinde Makedonyalı Fethi’nin de bulunduğu, Mustafa Kemal’in çoğunu tanıdığı bir grup subay Mason olmuştu. Mason localarının tüm yöntemlerini kullanarak ve koruması altına sığınarak ittihat ve Terakki’yi kurmuşlardı. Yahudilerin evlerinde güvenlik içinde toplanıyor ve planlar hazırlayabiliyorlardı. _İttihat ve Terakki Cemiyeti bir süredir Mustafa Kemal’i izlemekte ve sınamaktaydı. Artık onu da kendilerine katılmaya davet etmişlerdi. Mustafa Kemal Vedata Locası’nda bir birader olarak örgüte katıldı. Katıldığı loca, uluslararası Nihilist örgütün bir parçasıydı. Üyeleri arasında milliyetsiz kişiler vardı. Bunlar adeta gizli yaşayan, sağlıksız, üstü kapalı sözlerle konuşan, sırlarla dolu kişilerdi. Mustafa Kemal, uluslararası fınans ve uluslararası yıkıcı yeraltı örgütlerinin ağına yakalanmış olduğunun bilincindeydi; ama bunların tam olarak ne tür insanlar olduklarını tümüyle anlayabilmiş değildi. Yahudilerin uluslararası amaçları ve sorunlarına karşı hiçbir ilgi duymuyordu. Masonların ritüellerinden alayla söz ediyordu. O, bir Türk’tü; Türk olmaktan gurur duyuyor, Türkiye’yi Padişah’ın ehliyetsizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların pençelerinden kurtarmakla ilgileniyordu. İttihat ve Terakki’yi kontrol eden kişiler, kendilerini Mason localarının karmaşık ritüellerinin perdesi ardına gizlemekteydiler. Henüz yenil başlamış bir “birader” olduğundan, ondan beklenen yalnızca emirleri uygulamasıydı. Oysa, onun yaradılışı, olayı kontrol etmek, bu olmazsa hiçbir şekilde olayın içinde yer almamaktı. Sakin sakin emirlere boyun eğecek biri olmak bir yana, her zaman son derece eleştirel bir kişilikteydi. Eleştirileri son derece şiddetli olduğu gibi, kişiliğe saygıdan da uzaktı. Fikirlerine karşı çıkıldığında, hemen vahşileşiyordu. İttihat ve Terakki’yi yüzeysel ve etkisiz bir örgüt olarak görüyordu: Çok fazla konuşuluyordu, eylem ise pek azdı. İstanbul Kurmay Okulu’ndaki som, dökme bir demir gibi sağlam, hevesli öğrenciden, artık çeliğe dönüşerek güçlenen bir devrimci çıkmıştı. Kuram değil, gerçek olaylar istiyordu. Titizlikle planlanmış eylem istiyordu. Liderlere saygı duymuyordu. Hepsiyle tartışıyordu: Enver aceleci ve savruk bir adamdı; Cavit Selanikli bir Yahudi, bir dönmeydi; Niyazi vahşi ve dengesiz bir Arnavut, bir tür Garibaldi’ydi; bir posta memuru olan Talat ise, hantal bir ayıydı. İşte, liderler de bunlardı. Mustafa Kemal onların hepsiyle tenezzülen konuşuyordu. Hepsine sanki onlar dershanedeki çocuklar, kendisi de öğretmenleriymişçesine davranıyordu. Bir keresinde Kafe Gnogno (Yonyo)’da oturmuş, Cemal’in yurtseverliğinden söz ediyorlardı. Mustafa Kemal alaycı bir tavırla sözlerini kesip, gerçek büyüklük hakkında bir söylev verdi. Ertesi sabah aynı trenle işe giderlerken karşılaştığı Cemal’e onu nasıl popülerlik peşinde koşan biri olarak gördüğünü söyleyip, büyüklük hakkındaki tatsız sözlerle dolu vaazını başından sonuna dek ona da tekrarladı. Eleştirileri daima acı ve keskindi; üstelik eleştirilerini çekilir kılacak mizah duygusundan da yoksundu. Yahudiler ise ona hiç güvenmiyorlardı. Hiçbir zaman Masonluğun üst derecelerine yükseltilmedi. Cemiyetin lider çevresinin de dışında bırakılmıştı. ****** _1908 Devrimi_ _Bunca zamandır konuştukları devrim, hiçbir uyarı işareti vermeksizin, ansızın çevrelerinde patlayıverdi. Askeri birliklerin alacağı tavır da kesin olarak bilinmiyordu. _Mustafa Kemal sakin kalıp, askeri görevlerini yerine getirmeyi sürdürdü. Böylesine çılgın ve planlanmamış bir serüvene girecek kadar gözü kara bir kumarbaz değildi. Eğer eyleme geçecek olsaydı, bu ancak belirli bir başarı şansı olan, dikkatle hazırlanmış bir planla gerçekleşirdi. _Ne ki, “çılgınca serüven” başarıya ulaştı. Bunu izleyen birkaç ayın tarihi, fantastik olduğu kadar karışık bir rüyayı andırıyordu. Başkaldıran birkaç yüz asker dağlardaydı. Bastırmak üzere yollanan birlikler de isyancılara katılıyorlardı. Herkesin, en başta da cemiyetin şaşkın bakışları önünde, padişahın kudreti rüzgâr önünde sürüklenen yapraklar gibi yok olmuştu. İstanbul’daki ‘Yaşlı Tilki’, aldığı seri bir kararla geri adım attı ve geçmişteki kötü yönetimin tüm suçunu çevresindekilere yükleyerek anayasal hükümeti ilan etti; hafiyeliği kaldırdı ve devrimcilere kucak açtı. Niyazi ve Enver, kazandıkları büyük zaferden duydukları büyük gururla dağlardan indiler. _Abdülhamit’in son yirmi yıldır sürgüne göndermiş olduğu politikacılar, bulundukları yabancı ülkelerden akın akın dönmeye başlamışlardı. Bunlar arasında prensler, eski sadrazamlar, her düzeyden nazırlar vardı. _Kargaşalıkları kargaşalıklar izliyordu. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti; Yunanistan Girit’i ele geçirdi; Rusya tarafından desteklenen Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. İçerde tepki başladı. Arnavutluk ve Arabistan’da ayaklanmalar baş gösterdi. Bütün bu karmaşanın ortasında yaşlı padişahı destekleyenler iş başına geldi. İstanbul’daki askerleri satın aldılar, hocaları halka gönderip yeni yöneticilerin Paris’ten getirdikleri yeni moda düşüncelerinin dinsizlik olduğunu, bunların Türk ve Müslüman değil, Yahudi ve Mason olduklarını, islam’ı ve hilafeti yıkmak için işbaşına geldiklerini söylettiler. Din elden gidiyor kışkırtmasıyla taşkınlaşan İstanbul’daki asker ayaklandı. Subaylarını öldürüp ya da hapsedip islam Halifesi’ne bağlılıklarını ilan ederek İstanbul’u ele geçirdiler. Cemiyet, Makedonya’daki ordunun yardımına başvurdu. Eğer başarısız olurlarsa, Abdülhamid ve avenesi tüm kötülükleriyle yeniden iktidara geleceklerdi. Makedonya’daki ordunun kumandanı, bir Arap ve Abdülhamid’in gözdelerinden olan Mahmut Şevket Paşa’ydı. Ne yapması gerektiği konusunda duraksadı. Kurmayları arasında Trablus’tan yeni dönmüş olan Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere cemiyet mensubu pek çok subay vardı. Neredeyse kişisel isteğine karşı olarak, Mahmut Şevket’i harekete geçmeye zorladılar. Böylece ikinci ve üçüncü orduları İstanbul üzerine yürüttü: Karşı devrimi ezip Abdülhamid’i tahttan indirdiler. Kamuoyu, cemiyetin içinden en çok Enver’i tanıyordu. Böylece Enver bir halk kahramanına dönüştü. _Enver’de bir parıltı, canlılık, göz alıcı bir meydan okuyuş, ünlü olma yönünde doğal bir yetenek vardı ki, bunlar onun hemen göze batmasını sağlıyordu. Onun yanında asık suratlı, alaycı ve çekingen yapıdaki Mustafa Kemal son derece silik kalıyordu. Böylece halk tarafından fark edilmeyen ve liderler tarafından da istenmeyen biri olarak kaldı. Cemiyet onu herkesi eleştiren fakat hiç kimseye boyun eğmeyen yetenekli, ancak, huysuz biri olarak mimlemişti. Hiç kimsenin sevmediği ve arkadaşsız, tek başına, kendini beğenmiş, huysuz bir adamdı. Böylece geri plana itildi ve askerlik görevine geri gönderildi. _Mustaf Kemal, 1910’da Ali Rıza Paşa’nın Fransa gezisinde yaveri olarak maiyetine atandı. _Devrim hiçbir şeyi düzeltmemişti. Selanik’te cemiyetin adamları olarak tanıdığı Enver, Talat ve Cemal artık yönetici konumuna gelmişlerdi. Dönme bir Yahudi olan Cavit, Maliye Nazırı’ydı. Mustafa Kemal hepsini kendinden aşağı görüyordu. Onlar aslında yöneticiliğe layık olmayan küçük adamlardı. Görüşlerini hiç kimseden gizlemiyordu da. _Artık hali tavrı bile değişmişti. Merkezde olmak, sözlerinin önemsenmesi, kendine güvenini artırmıştı. Durum, artık İstanbul’da Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa’ya bildirildi. Adamını gayet iyi tanıyordu ve Selanik’te, Balkanlar’daki huzursuzluğun nasıl bir tehlike arz ettiğinin farkındaydı. Mustafa Kemal’i oradan uzaklaştırması gerekiyordu. Böylece onu Selanik’teki 38. Süvari Alayı Kumandanlığı’na getirdi. Ancak, bu atama, durumda hiçbir değişiklik yaratmadı. Çok sayıda subay onu desteklemeye başlamıştı. Mustafa Kemal bir darbe için eylem planı hazırlamaya koyuldu. Bir kez daha akşamlarını kapalı kapılar arkasında yapılan gizli toplantılarda geçirmeye başladı. Fakat bu kez denetim kendisindeydi; karşısındakiler ise artık iktidara gelmiş olan cemiyet mensubu eski devrimcilerdi. Siyasası, içerde daha etkin bir hükümet ile yabancıların kovulmasından oluşuyordu. “Türkiye Türklerindir!” onun savaş çığlığıydı. Hükümet ajanları onun tehlikeli olduğuna ilişkin raporlar verdiler. Cemiyet de onun cezalandırılmasını istedi. Ona ne türlü muamele edilmesi gerektiğini hiç kimse kestiremiyordu. Mustafa Kemal’in korkusuzluğu karşısında uyarılar ve tehditler işe yaramıyordu. Son derece ihtiyatlı olduğu için ona karşı suçlama yapacak bir kanıt da bulunamıyordu. Cemiyette başını Cemal’in çektiği Almanlara şiddetle karşı olan bir grup vardı. Bunlar, orduda Alman danışmanlar bulunmasından son derece rahatsızdılar. Mustafa Kemal, bu gruptaki politikacıları görüşlerine yakın bulmuştu. Dostluklarını kazandı. Politikacılar onu alıngan ve geçinilmesi güç, patlamaya hazır bir bomba ve kaba bir insan olarak görüyorlardı. Ya sözcükleri sel gibi akıttığı uzun konuşmalarıyla, ya da inatçı ve huysuz sessizlikleriyle devamlı olarak onları sıkıyordu. Eldeki tüm bilgiler, onun az rastlanır mükemmeliyette bir kurmay subay olduğunu ortaya koymaktaydı. Prusyalı gibi hızlı konuşması, mavi gözleri ve donuk bakışlarıyla daha çok bir Alman subayına benziyor ve öyle davranıyordu. Günün birinde Enver’e ve von Wanghenheim’ın Almanlarına karşı işe yarayabilirdi. Bu politikacıları, bu korkak sıçanları son derece aşağı görüyor, ama gene de onların arasında olmayı istiyordu. Aralarından biri ona saldırsaydı, kendisini daha mutlu hissedebilirdi. Nefret onu daima güçlendirmişti: Kendisine gösterilen himayeyle karışık yüzeysel ilgi ya da umursamazlık, hem gururunu incitiyor, hem de onu çaresiz bırakıyordu. Bu amaçsız arayışlar, kendi kendini yemesine neden oluyordu. Çaresizliğine panzehir olarak çılgınca içki içmeye başladı. ****** _Trablusgarp_ _1911de italya hiçbir uyarıda bulunmaksızın Kuzey Afrika’daki Trablusgarp’ın bir bölümünü ele geçirdi. Mustafa Kemal politikayı bir yana itti. Artık yapılması gereken bir işi vardı. Kuzey Afrika’ya gidip italyanlarla savaşmalıydı. _Türk donanması; iki savaş gemisi ve birkaç kruvazörden ibaretti. Bunların da kazanları paslanmış durumdaydı; mürettebatı ortadan kaybolmuştu; gemiler yan yana Haliç’in çamurlu sularında öylece yatıyordu. Askeri birlikleri göndermek olanaksızdı. Gitmek isteyen subaylar Afrika’ya kendi olanaklarıyla gitmeliydi. Enver derhal gitmişti bile. Paris’te askeri ataşe olan Fethi de, Marsilya’dan bindiği bir Fransız balıkçı teknesiyle oraya koşmuş ve Tunus’ta karaya çıkmıştı. Mustafa Kemal diğer iki arkadaşıyla birlikte kara yolunu seçti. İngilizlerin Mısır sınırını kapattıklarını gördüler. Mustafa Kemal öfkeden köpürdü. Mısır, Türk egemenlik alanı içinde bulunan bir ülkeydi. İngilizlerin burada hiçbir hakkı olmadığı halde, sınırı kapatarak Türk subaylarının ve birliklerinin Türk topraklarında yaşayan Türklerin yardımına koşmasını engellemek küstahlığını gösterebilmeleri tam bir rezaletti. Mustafa Kemal bir Arap kılığına girerek batıya işleyen hafif raylı demiryolundaki bir trene bindi. Yalnızca birkaç kelime dışında Arapça bilmediği gibi, açık renk saçları ve mavi gözleriyle Arap’a benzemiyordu da. Sınır karakolundaki subay bir Mısırlıydı. iskenderiye’deki ingiliz kumandanından Mustafa Kemal’in eşkâlini ve onun tutuklanıp kendisine gönderilmesine ilişkin bir emir almıştı. Mustafa Kemal’in bir Türk olduğundan emin olunca, mavi gözlü bir başka yolcuyu tutuklayarak, Mustafa Kemal’i dualarla uğurladı. _Türkler, italyanların üzerine yürüdüler. Silahlanmış tüm Kuzey Afrika topyekûn Türklerin arkasındaydı. Kutsal Savaş, cihat, ilan edilmişti. Hocalar halkı heyecanlandıran vaazlar vermekteydi. Libya’nın her yanından, Sahra Çölü ve Kufrah Vahası’ndan kabileler Hıristiyan işgalcilere karşı Türklerin, Müslüman kardeşlerinin yanında yer almak üzere toplanmaktaydılar. Enver, ilgi odağı konumundaydı, İstanbul’daki Padişah ve tüm Müslümanların halifesinin temsilcisi olarak gelmişti. Savaşın birinci yılının sonunda, pek az sonuç alınabilmişti. ********** _Balkan Savaşı_ _Ansızın ve yine önceden uyarmaksızın 1912 Ekimi’nde Karadağ savaş ilan etti. Tüm Hıristiyan Balkan devletleri, tarihlerinde ilk kez olmak üzere, birleştiler ve Türkiye’ye saldırdılar. Türk hükümeti italya ile alelacele barış yaptı. Subayların hepsi mümkün olduğu kadar çabuk eve dönmeliydi. Düşman kapıdaydı. Türkiye kendini tümden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulmuştu. _Kumandayı devreder etmez Mustafa Kemal yola koyuldu. Her şeyi karmakarışık bir halde buldu. Türk orduları tüm sınırlarda ezilmişti. Başkentin birkaç kilometre dışı ve Bulgarlarca kuşatılmış olan büyük Edirne istihkâmları haricinde Türkler Avrupa’dan süpürülüp atılmışlardı. Tüm bu felaket ortasında bir tek aydınlık nokta vardı. Rauf isminde genç bir deniz subayı, kumandanı olduğu yaşlı “Hamidiye” kruvazörüyle Çanakkale Boğazı’nın hemen ağzındaki blokajı aşıp geçmişti. Bir limanı bombalıyor ya da bir nakliye gemisini batırıyordu. Ulusal bir kahraman haline gelmişti; ama bu yiğitlik gösterilerinin genel yenilgi üzerinde hiçbir etkisi olmuyordu. _İstanbul yaralılarla dolup taşmıştı: Hastaneler, kiliseler, camiler, evler hep onlarla doluydu. Ülke baştan aşağı düzensiz mülteci kalabalıklarının oluşturduğu kamplarla dolmuştu. Yiyecek organizasyonu tamamen ortadan kalkmıştı. Binlerce insan kolera ve tifüsten ölüyordu; binlercesi de açlık ve soğuktan. Politikacılar hâlâ iktidarı kapmak için aralarında ağız dalaşı yapmakla meşguldüler. Kısacası ortada olayları denetim altına alabilecek ya da yönlendirebilecek istikrarlı bir hükümet kalmamıştı. Yunanlılar yakalayabildikleri tüm sivil Türkleri öldürmüşler çevredeki tüm köy ve kasabaları da yağmalamışlardı. Sonunda annesini ve kız kardeşi Makbule’yi mülteci kamplarından birinde buldu. Selanik kâfir Yunanlıların elindeydi, akrabaları katledilmişti; evi elinden gitmişti; sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. Tam anlamıyla mahvolmuştu. _Çatışmalar son derece şiddetli cereyan eden bu çatışmayı, sadece tüm cephelerde geçerli bir ateşkes durdurabildi. Bundan sonra olaylar hızla gelişti. Büyük Devletler bir barış konferansı yapılması çağrısında bulundular. Balkan Devletleri, İstanbul dışında Avrupa’daki tüm Türk topraklarının aralarında bölüşmeleri için kendilerine verilmesini talep ettiler. Bulgarlar da Edirne’nin derhal kendilerine teslim edilme sinde ısrarlıydı. _Türkler kendi aralarında bölünmüşlerdi. Titrek bir ihtiyar olan Sadrazam Kâmil Paşa’nın önderliğindeki bir grup, her ne pahasına olursa olsun, barıştan yanaydı. Diğerleri, özellikle de genç subaylar hiçbir yerin teslim edilmemesini istiyorlardı. Ayaklanmalar, politikacıların entrikaları, kaos almış yürü müştü ve ortada olaylara yön verebilecek hiçbir güç bulunamıyordu. Bütün bu kargaşanın ortasında Enver, Trablusgarp’tan döndü. Hiç zaman kaybetmedi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni toplantıya çağırdı, genç subayları çevresine alarak bir heyet-i vükela toplantısı sürerken Bâb-ı Ali’ye girdi. Kendisini durdurmaya çalışan Harbiye Nazırı Nazım’ı vurdu. Kâmil Paşa ve diğer nazırları revolveriyle kovalayarak Cemiyet’ten Talat ve Cemal’in yanı sıra Sadrazam yaptıkları Mahmut Şevket Paşa ile birlikte kontrolü ele geçirdi. Hiçbir şekilde zaafa izin vermedi. Politikacıların bir kesimi ona muhalifti; onları astı. Ayaklanmaları bastırdı ve Balkan Devletleri’yle barış görüşmelerine girmeyi kesin şekilde reddetti. Savaş gemilerinden birinde yapılan bir kurmay toplantısında Mustafa Kemal de hazır bulunuyordu. Plan iyi gibi görünüyordu; ama ayrıntılar üzerinde iyi çalışılmamıştı; pratik geçerliliği yoktu. Enver’in canı sıkıldı. Komutan kendisiydi. Mustafa Kemal’e daha az konuşmasını belirterek, sadece kendisinden isteneni yapmasını söyledi. Harekât planlandığı şekilde yürütüldü. Bolayır Birlikleri’nden iki kolordu 8 Şubat’ta şafak vakti saldırıya geçti. Mustafa Kemal de bu saldırı birliğindeydi. Harekât tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bir ay sonra Edirne düştü ve Enver’in önderliğindeki hükümet, Kâmil Paşa ve hükümetince önerilen barış şartlarının aynısını imzalamak zorunda kaldı. Mustafa Kemal İstanbul’a döndü. _Yenik ve bitkin düşen Türkiye, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Düşmanları onun bıraktığı toprakların paylaşımı konusunda çekişiyorlardı. Ansızın aralarında savaş patlak verdi. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’a saldırdı; ancak, yenik düşerek sınırlarına dönmeye mecbur oldu. Eski müttefikler Türkleri unutmuş, çılgınca birbirlerinin boğazına sarılmışlardı. Enver bu fırsatı kaçırmadı. Yerinde bir cesaretle ve savaş ilan etmeksizin, bulabildiği tüm kuvvetleri yola çıkarttı. Bunlar geride kalan birkaç küçük Bulgar birliğini ezerek ilerlediler ve doğru Edirne’ye girdiler. Kente giren asker kollarından birinin kurmay heyetinde Enver’in bu gösterisi yüzünden kapıldığı tiksinti ve öfke içinde, kendi kendine homurdanan, az tanınmış ve dikkat çekmeyen biri olarak, Mustafa Kemal de yer almaktaydı. ******* _Enver, Cemal ve Mahmut, üçlü yönetimi_ (Roma tarzı) _Mustafa Kemal bir kez daha işsiz olarak, annesi ve kız kardeşiyle birlikte İstanbul’daydı. Belirgin hedeflere sahip biri olarak aşağı gördüğü ikinci sınıf politikacılarla yeniden ahbaplığa başlamıştı. Fakat artık devir değişmişti. Yeni hükümet güçlü ve sağlamdı. Talat, Enver ve Cemal -Mahmut Şevket öldürülmüştü- üçlü bir yönetim kurmuşlardı ve ülkeyi son derece baskılı bir biçimde idare ediyorlardı. Eski çeteler ve hizipler tümüyle dağıtılmışlardı. Politikacılar Mustafa Kemal’i aralarında görmeyi eskiden olduğundan da az istiyorlardı. Siyaset sahnesinin tümüyle dışında bırakılmıştı. Selanik’teki cemiyetten eski arkadaşları onun çok ilerisine geçmişlerdi. Talat ve Cemal kabinedeydi. _Enver, uluslararası bir kişilik haline gelmişti. Harbiye Nazırı’ydı. Bir sultanla evlenmişti ve Boğaziçi’ndeki bir sarayda ihtişam içinde yaşıyordu. Tüm Müslümanları Halife-Sultan’ın bayrağı altında bütünleştirmek; Türkçe konuşan bütün halkları Türkiye çevresinde birleştirmek ve böylece Osmanlı imparatorluğu’nun büyük zaferlerini yeniden canlandırmak gi bi son derece büyük projeleri vardı. Almanlar onu müttefikleri olarak görü yorlardı. _Mustafa Kemal ise devamlı homurdanan ve hoş olmayan tavırlar sergileyen alt rütbeli bir subaydan başka bir şey değildi. Üçlü yönetim ve ittihat ve Terakki Cemiyeti’nce sevilmeyen biri olması dolayısıyla son derece kötü bir tanış olarak kabul ediliyordu. Sadece Cemal, onun hakkında iyi şeyler söylüyordu, bunun nedeniyse her ikisinin de Almanlara duyduğu ortak nefretti. Büyük projelerini gerçekleştirmek için Enver ilk adım olarak ordunun yeniden düzenlenmesi gereğine karar verdi. Bu işi hayata geçirmek üzere Prusyalı General Liman von Sanders’i davet etti. Haberi duyduğunda Mustafa Kemal, kapıldığı korkunç öfkeyle homurdanmaya başladı. “Almanların orduyu, yaşamımızın temelini denetlemelerine izin vermek çılgınlık olur” diyordu; “Biz Türkler kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Bu iş için bu Prusyalının çağrılması milli bir hakarettir.” Üçlü yönetim onu bir baş belası olarak görüyordu. Askeri ataşe olarak sofyaya atandı. Görevini bir sürgün olarak kabul etti. İstanbul’daki yaşamla bağları koparılmıştı. Rakip “birader” subaylardan ve politikacılardan nefret ediyordu; cesur bir düşmana ise saygı duyuyordu. Sava Savoff, Bolayır önlerinde eşine az rastlanır bir yiğitlik göstermişti. Bu yüzden Mustafa Kemal, Sofya’ya gidince onu arayıp bulmuş ve onunla yakın arkadaşlık kurmuştu. ******** _Dünya Savaşı_ _Bütün büyük uluslar savaşa girmişti. Pek çok Türk gibi o da Türkiye’nin hangi tarafın kazanacağını görene dek bekleyip daha sonra karar vermek üzere tarafsız kalmasının en akılcı tutum olacağını düşünüyordu. Fakat karar verilmiş ve Türkiye savaşa girmişti. Bütün diğer subaylar gibi Mustafa Kemal de savaşın birkaç hafta içinde biteceği kanısındaydı. Enver’e telgraf çekip bir kumandanlık istediyse de nazik fakat kesin bir dille kendisine ihtiyaç duyulduğu yerde, Sofya’da kalması gerektiği emrini aldı. Mustafa Kemal, olayların dışında kalmaktansa izinsiz olarak Sofya’dan ayrılıp savaş içinde görev almaya karar verdi. *********** _Çanakkale_ ................... ************ _Çevirenin Önsözü_ _Bozkurt, daha Mustafa Kemal’in sağlığında yayınlanan ilk Atatürk biyografisidir. 1932’de yayınlandığında bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük yankılar uyandırmış, İsmet İnönü başkanlığındaki bakanlar kurulu kararıyla yurda girişi yasaklanmıştı. _Türkiye’nin hâlâ ilgi odağı olmayı sürdüren ölümsüz lideri hakkındaki bir biyografinin, toplumun yalnızca ayrıcalıklı kesimine özgü bir oyuncak gibi kalmasının haksızlık olacağı inancındaydım. Kimi zaman son derece tarafgir, öznel değerlendirmeleri barındırsa da Bozkurt’un çevresindeki gizem çemberinin kırılmasının, Mustafa Kemal imgesine hiçbir şekilde zarar vermeyeceği gibi, yazarın da teslim ettiği yeteneklerini bir kez daha sergileyeceği ne inanıyordum. _Bu kitabı yayınlamak konusunda bizi teşvik eden bir başka etken, Kılıç Ali’nin anılarında Mustafa Kemal’in de bu kitabın yayın lanmasında bir sakınca görmediğine ilişkin şu paragraf oldu: “Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hü kümet tarafından memlekete sokulması menedilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk’ün herkesçe malûm olan içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak aslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmiş lerdi.”2 Yalnızca bu sözler bile Bozkurt’un çevirisini haklı kılmaya yeter. Dahası, Mustafa Kemal’in sözünü tutup, kitaba ilişkin kimi düzeltmeleri yaptığı ve bunların Necmeddin Sadak’ın kaleminden Akşam gazetesinde yayınlandığı3 göz önüne alındığında, bu “lâtife”nin adeta “vasiyet” e dönüştüğü söylenebilir. _Son yıllarda toplumsal dönüşüm eksenin laiklik/şeriatçılık çatışmasında odaklanması, Milli Mücadele günlerinin ve Atatürk’ün yeni bir gözle değerlendirilmesi modasını da başlattı. Özünde olumlu bir gelişmeydi bu. Ancak, söz konusu çatışmanın aktörlerinden kimi çevreler, 12 Eylül döneminde doruğuna ulaşmış içi boş “Atatürkçülük” kampanyası sonucu oluşan toplumsal bezginliğin beslediği unutkanlıktan yararlanmaya giriştiler. _İşte, kitabı yayınlama kararımızdaki bir başka etken de Mustafa Kemal Atatürk’ün, sözleri özdeyişleşip kitaplara yazılan, heykelleri okul bahçelerini, fotoğraşarı resmi dairelerin duvarlarını süsleyen siyasal bir kişilik olmaktan öte, etten kemikten yapılmış, zaafları ve hataları da olan bir insan olduğunu anımsatmak. Dokunaklı ağıtlarla çocuk beyinlerine kazınmaya çalışılan sahte Atatürk sevgisinin yerini, inanılmaz azmi ve tartışılmaz cesaretiyle ülkesini içine düştüğü felâketten kurtarmayı başarmış, günahları ve sevaplarıyla canlı, gerçek bir Mustafa Kemal Atatürk’e duyulan akılcı bir sevginin alması, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bozkurt’un bu noktada işlevsel olacağı, yani ölümünden bu yana içi boşaltılan Atatürk imajının ete kemiğe bürünmesini sağlayarak, Türkiye’nin önemli dinamiklerinden birini oluşturan Kemalizm’i tazeleyeceği inancındayım. _Bilirkişi raporu. Cumhuriyet başsavcılığı. İrdeleme_ _Türkiye’nin hala ilgi odağı olmayı sürdüren ölümsüz lideri hakkındaki biyografinin toplumun yalnızca ayrıcalıklı kesimine özgü bir oyuncak gibi kalmasının haksızlık olacağı, kitabın kimi zaman son derece tarafgir ve öznel değerlendirmeleri barındırmasına rağmen, çevresindeki gizem çemberinin kırılmasının Mustafa Kemal imgesine hiçbir şekilde zarar vermeyeceği hatta yazarın da teslim ettiği yeteneklerini bir kez daha sergileyeceği belirtilmekte; sonrasında ise çevirenin kitabın eksiksiz yayınlanmasından yana olmasına rağmen, yazarın Atatürk’ün çok özel yaşamına ilişkin kanıtlanması olanaksız kimi iddialarına yer verilmesinin çevirinin amacına ters düşeceğini kabul ettiğini ve bu nedenle de yayınevinin bu bölümlerin kitaptan çıkarılması yönündeki kararını onayladığını ifade etmektedir. _Atatürk’e Yönelik olan ve İsnat Konusu Suç açısından Önem Taşıyan İfadeler: Bu başlık altında örnek olarak verilen olay ve düşüncelerin yanında kitabın diğer bölümlerinde Atatürk’ün cinsel yaşamı ve cinsel tercihlerine ilişkin olumsuz nitelikteki çarpıcı ifadeler ve Atatürk’ün gaddar ve zalim bir Devlet adamı olduğunu göstermeye yönelik açıklamalar bulunmaktadır. _Bilindiği üzere kişilere ve korunması gerektiği düşünülen bazı kurum ve kuruluşlara yönelik hakaret teşkil edici eylemler, korunan hukuki yarar da dikkate alınmak sureti ile TCK’nun çeşitli hükümlerinde yaptırıma bağlanmış bulunmaktadır. _Sonuç: Yukarıda yapılan açıklamaların ışığı altında sonuç olarak: inceleme konusu kitabın, bu kitapta yer alan ifade ve düşünce açıklamaları dikkate alındığında 5816 Sayılı Yasa’nın 1/1. Maddesinde düzenlenmiş bulunan “Atatürk’ün manevi anısını tahkir” suçunu oluşturduğu kanaatine ulaşmış bulunmaktayız. *********** _Harold Courtenay Armstrong_ (1892-1943) _İngiliz istihbaratçı. Savaşta Türklere esir düştü. Enver Paşa'ya hakaret etmesi nedeniyle hücreye atıldı. Savaş sona ermeden önce rüivet vererek Türkiye'den kaçmayı başardı. İşgal yıllarında ise Askeri Ateşe Yardımcısı olarak İstanbul'a gönderildi. *************
·
3.327 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.