Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Binbir Gece Masalları'nı anlatan, Şehrazat’tır. _Eski zamanlarda Hint ve Çin diyarlarında hüküm süren Şehriyar ve Şahzaman adlı iki kardeş hükümdar, eşleri tarafından aldatılmışlar. Bu olayların etkisiyle Şehriyar, kendi ülkesinde, her gün bir kızla evlenip ertesi gün onu idam ettirir olmuş; bu yüzden vezirin güzel, bilgili ve akıllı kızı Şehrazat, hükümdarla evlenip ya bu uğurda yaşamını yitirmeye ya da kurtulup ülkenin tüm kadınlarını da bu belâdan kurtarmaya karar vermiş; bin güçlükle babasını da ikna etmiş. O gece gerdeğe girmeden önce, hükümdardan son dilek olarak kızkardeşi Dünyazat'ı görmek istemiş. Dünyazat da ondan son bir dilekte bulunmuş: "Ne olursun ablacığım, o güzel masallarından birini son defa bana anlat!" diyerek. Hükümdardan ruhsat aldıktan sonra, ilginç ve merak uyandıran bir masal anlatmaya başlamış Şehrazat ve şafak sökerken en heyecanlı yerinde kesmiş masalını: Gündüz masal anlatılmaz diye. Hükümdar Şehriyar da meraklanarak masalın sonunu getirmek üzere onun canını bağışlamış. Böylece büyü bozulunca, her gece birbirinden güzel masalları birbirine ekleyerek binbir gece masal anlatmış Şehrazat. Bu arada hükümdarla sevişmeyi de sürdürerek üç çocuk sahibi olmuş. Sonunda masallar bitmiş. Ancak Şehriyar, bu kadar güzel ve akıllı bir eşe kavuşup ondan üç çocuğu da olunca, Şehrazatin canını bağışlamış. _Binbir Gece Masalları, "Masal içinde masal" tarzında labirentlerle dolu bir sisteme oturtulmuştur. Sonunda da bu labirentlerden rahatça kurtulma olanağını sağlayarak. _Binbir Gece Masalları'nın tema'sı, "Kadının Sadakatsizliği" üzerine kurulmuştur. Hükümdar Şehriyar'a ait olması gereken bu teze karşı Şehrazat, kadının: Ana, eş, kızkardeş ve kız çocuk olarak varlığını yücelten feminist görüşü oluşturabilecek bir anti-tez getirmektedir. Sonunda, Şehrazat'in fikrinin üstünlüğünü kanıtlamaktadır. Esas öyküler, yeni evli Şehrazat’in yaşamını korumak için, bir öykücü olarak çerçeve oluşturacak biçimde kurnazca düzenlemeleriyle oluşur. _Şehriyar(Acemce): Şehrin efendisi, Şahzaman: Asrın efendisi, Şehrazat: Kentin kızı, Dünyazat: Dünyanın kızı ********* _Şarap içmeden sarhoş olmuş gibiyim. _Ey kötü talih, artık yeter! Gölgene sığınırlar ama sen, bilgeleri sürgün eder, dünyayı budalalara yönettirirsin! _Ey bilgelerin bilgesi. İçim karardı. Kısa kes! Güç bulunanların en güç bulunanları beni yordu. _Kim ki, bir işin sonunu ve bunun yaratacağı kötülükleri görmezse, talih denen şeyi kendine dost bilmesin! _Çakallar minnet bilmezler. Huriler hiçbir kötülük beslemezler! _Acının tadını tatmak istersen herkesin derdine ortak ol! _Kendi kendime verdiğim öğütler yerini bulmadı; oysa cahillerin öğütleri basarı sağladı. Bense sadece hoşgörüden nasibimi aldım. Bu yüzden, eğer yaşayacak olursam, kendime öğüt vermekten sakınacağım! Ölürsem eğer, benim başıma gelen, başkalarının dillerini tutmaları için örnek oluşturacak! _Ey şair! Bahtın rüzgârı hiç senden yana esmeyecek! Biliyor musun saf kişi! Ne kamış kalemin, ne yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez! _Hitabet, baba olarak seni seçse idi; çiçek açar ve bir daha başkasını seçmezdi. Ey ışık saçan, yüzü meşalenin alevini körleten! O parlak yüzün sönmeden ışık saçıp dursun! Zamanın çehresinde çizgiler belirleyinceye kadar. Bulutun tepeleri sarıp yağmura dönüştüğü gibi; sen de cömertliğinle kapla benim her yanımı! Yaptıklarınla zaferin tepelerinde yer tut! Bahtın, hiçbir dileğine karşı çıkmadığı sevgilisi ol! _Dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine bağlıdır. Güya aşktan söz ederler; oysa hainlik onları sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir. Yusuf’un dediklerini saygıyla anımsa; Âdem'i cennetten kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma! Kınamalarından da vazgeç dostum! Bir işe yaramaz! Çünkü yarın kınadıklarının nezdinde temiz sevginin yerini çılgınlık alacaktır. Hele hiç şöyle deme: Aşka düşersem, âşıkların çılgınlığına kapılmayacağım! Sakın bunu söyleme! Çünkü gerçekte kadınların ayartısından yakasını sıyırmış bir erkek, olmayacak şeydir. _Ey layık olmayan kimseye yardım eden! Bil ki, suçlu, işlediği suçuyla zaten yeterince cezalandırılmıştır. _Layık olmayanlara hizmet etmenin verdiği üzüntüyle kahrolmuş. _Ey ifritlerin sultanı, Allah seni korumasın! İfritin başı bir kubbe, ayaklan direk, ağzı mağara, elleri dirgen, dişleri çakıl, burnu testi, gözleri meşale gibiymiş; saçları dağınık ve tozluymuş. _Kestirdiğin baş sana seslenecek ve ona soracağın her soruyu yanıtlayacaktır! demiş. Bu sözleri duyan kral, şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmüş; sevinçten ve heyecandan titremiş ve "Ey hekim, senin başını vurdursam da konuşacak mısın?" diye sormuş. Hekim de, "Evet, gerçekten öyle efendim! Kitapta, bu hayret verici şey de yazılı!" demiş. _Bu katır benim karımdı. İri kıyım bir zenci köle ile oynaşıp birbirlerini azdırıyorlardı. Beni görünce saldırdı ve beni bir köpeğe dönüştürdü. Bir süre sonra da başka bir büyücüyle konuştum ve onun yardımıyla ben de karımı bir katıra dönüştürdüm. _Şeytan, davranışlarını, onlara en güzel renkler içinde gösteriyordu. Bir gün karımın yanında uyurken, bize yaklaşıp ikimizi de alarak denize attılar; karım suda uyandı; bir çırpıda değişip ifriteye dönüştü. Beni omzuna aldı ve bîr adaya götürüp bıraktı. _Bilin ki, bu ifrit beni düğün gecemde kaçırdı. Beni bir kutuya koydu; kutuyu da bir sandığa yerleştirdi. Sandığa yedi kat zincir vurdu ve dalgaların çarpışıp vuruştuğu kudurgan bir denizin dibine koydu. Ama, biz kadınların bir şeyi isteyince, hiçbir şeyin bizi engelleyemeyeceğini bilmiyordu. _Genç ve çılgın Maymune, tüm ruh yüceliğinden yoksundu gerçekte! Ama, babasının, aksine, göğsü merhamet, yüreği iyilikle doluydu. Ve de bakın ona! Elinde meşale olmadan yola çıkmaz; böylece yürürken sokağın çamurundan, yolların tozundan ve tehlikeli kaymalardan sakınırdı. _Senin, elime aldığım bir şeyle beni kurtardığın gibi, koklatacağın bir şeyle ya da bir başka yolla, beni öldüreceğine kuvvetle inanıyorum. _Berbat görünüşlü, uğursuz yüzlü ve kem gözlü, korkunç, iğrenç biçimde hasis, yüreği hırs, kıskançlık ve kinle taşlaşmış biri varmış. _Hırslı önüne gelene saldırır; hırslının yüreğinde zulüm pusu kurar; kuvvetlenince bunu açığa vurur, zayıfken içinde uyutur. _Denizin dibinde yüzyıl kaldım; içimden; 'Beni kim kurtarırsa onu servete boğacağım' dedim. Ama yüzyıl daha geçti beni kimse kurtarmadı. İkinci yüzyıl bitince, kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana, toprağın definelerini bulup vereceğim' dedim. Ama beni kimse kurtarmadı. Böylece dört yüzyıl geçti; kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana istediği üç şeyi vereceğim dedim. Ama beni kimse kurtarmadı. O zaman müthiş bir hiddete kapıldım kendi kendime, 'Şimdi artık beni kim kurtarırsa, onu öldüreceğim. Ey balıkçı, sen gelip beni kurtardın. Hangi biçimde öldürülmeyi istiyorsun, söyle bakalım! ************* ************* _Önsöz_ _Eskilerin yaşam öyküleri, zamanımızda yaşayanlara örnek oluştursun. Böylece bir kimse kendinden başkasının başına gelenleri öğrenerek, geçmişteki insanların söylediklerini dikkatle göz önünde tutarak kendini ıslâh etsin! Ve daha geçmişin öykülerini, sonrakilere ders oluştursun diye saklayanlara da hamdolsun! Böylece, hayranlık uyandırıcı ve eğitici yanlarıyla ders oluşturan bu öykülerden seçilerek “Binbir Gece Masalları” diye adlandırılan bu eser ortaya çıkmıştır. _Öykü ve masallarda tıpkı Binbir Gece Masalları'nda veya Şeyh Sadi'nin Gülistan ve Bostanında ya da Şeyh Nefzavî'nin Kokulu Bahçesi'nde kullandığı yöntemle bir yandan Öykü anlatılırken öte yandan ünlü şairlerin şiirleri ya da şarkılarla öyküyü açıklama yoluna gidiliyor ve öykü böylece zenginleşiyordu. _Kitap bütünüyle bu iki fikrin geniş bir sentezini yapmakta ve sonunda, Şehrazat'in fikrinin üstünlüğünü kanıtlamaktadır. _Binbir Gece Masalları'na, çerçeve Öykünün klasik bir örneğidir, denebilir. Esas öyküler, yeni evli Şehrazat’in yaşamını korumak için, bir öykücü olarak çerçeve oluşturacak biçimde kurnazca düzenlemeleriyle oluşur. _Binbir Gece Masalları, halk öykülerinin bir derlemesidir: Biri 9, yüzyıldan, ikincisi 10. yüzyıldan iki belge, Arap düşgücünün bu edebiyat anıtının ilk örneğini İran derlemesi Hezâr Efsane'nin (Bin Masal) oluşturduğunu saptar. Binbir Gece düzeni (yani Şehrazat'ın tertibi) ve öykülerin bir bölümünün konusu, bugün yitip gitmiş olan bu kitaptan alınmıştır. _Bazı öyküler ve öykü içindeki öyküler: Sindbad'ın öyküsü, Alâeddin'in Sihirli Lâmbası", "Ali Baba ve Kırk Haramiler", Hükümdar Şehriyar ile kardeşi Şahzaman; Tacirle İfrit; Balıkçı ve Ecinni; Hamal ve Gençkızlar; Kesilerek Öldürülen Kadın, "Şah Sindbad'ın Şahini", Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü", "Terziyle Kamburun Öyküsü", "Deniz Kızı Gülnar", "Eskici Maruf ve Karısı Fâtıma", "Şehzade Ahmet ile Peri Bânû"… _Binbir Gece Masalları, nerdeyse dünyanın tüm dillerine çevrildi. Masalların kaynağının Çin'den Kuzey Afrika'ya kadar uzanan ülkelerde bulunduğu bilinmektedir. 18. yüzyılda ilkin, Antoine Galland tarafından, Fransa yoluyla tüm Avrupa'ya tanıtıldı. XIV, Louis zamanında Galland uyarlaması, Saray için yapılmıştır. Gerçek değeri 20. yüzyılın başında Arapçadan aktaran Dr. J. Mardrus'ün çabalarından sonra ortaya çıktı. Thomas Paine de çeviri yaptı. Türkiye'de bu masalların, elyazmaları dışında, ilk derli toplu taşbasması 19. yüzyılda Sultan Abdülaziz zamanında dört cilt halinde çıkartılmış olup Ahmet Nazif tarafından çevrilmiştir. *** _Dr. Mardms_Önsöz_ _Bu Masallar, uzak gökler altında, uzun deniz yolculuklarının avarelikleri sırasında bana tatlı anlar yaşattılar. İşte bundan dolayı onları size sunuyorum. Tıpkı, Yüce ve Esirgeyici Tanrı'nm bakışları altında, kösnül ve yabanıl bir soylu prensin bağrında onları coşkuyla mayalayıp sır içinde doğuran tatlı anneleri Müslüman Şehrazat kadar güleryüzlü, yapmacıksız ve saflıkla doludur bu masallar. Dünyaya gelir gelmez, bunlar teyzeleri Dünyazat'ın kutsayıcı elleriyle incelikle okşanmış; sert ergenlik yaşına ulaşıncaya kadar, onun gözbebeklerinin kadifesiyle sarılmış; gülüşleriyle sonsuzlaşmış Doğu Dünyası'nda kösnül ve Özgür yayılmaları için adları, nemli değerli taş tozlanyla renklendirilen tezhipli sayfalara nakşedilmiştir. _Onları oldukları gibi, et yumuşaklığı ve kaya sertliğiyle veriyorum. Çeviri yapmanın mantıksal bir tek yolu: Sözcüğü her türlü kişisellikten uzak tutmaktır. Bu yöntem, en yüce edebî kudreti sağlar. Gerçeğin en güvenli kefilidir. Bir zevk çağrısı uyandırır. Belirtirken yeniden yaratır. Gerçeğin en güvenli kefilidir. Taş çıplaklığı içine kararlılıkla dalar. Çiçeğin ilkel kokusunu saçar ve onu billurlaştınr. Kuşkusuz, sözcüğü nasıl taşkın bir ruhu zincirler ve onu evcilleştirirse; kalemin cehennemi kolaylığını da durdurur. Sözsel uzlaşmaların boğucu havasında sararmış özentili Batı, göçebe çadırların yerlisi bu sağlıklı esmer kızların içten konuşmalarını işitmekle şaşkınlık duymuş gibi davranabilir. Oysa Huriler hiçbir kötülük beslemezler! _Bilgeler der ki: İlkel toplumlar, eşyayı adıyla anarlar; doğal olanı ayıplamaz, doğallığın dışa vurulmasını da utandırıcı bulmazlar. Zaten, Arap edebiyatı, ruhsal yaşlanmanın nefret verici ürünü olan müstehcen niyetten hiç haberli değildir. Erotik duyarlıkları, onları neşeye sevkeder ve sofuların rezalet saydıkları durumlarda, tüm yürekleriyle gülerler. Kim ki sanatçı olarak, avare dolaşıp geziler yapmış ve gerçek Müslüman ve Arap kentlerinde: Gölgeli, serin sokaklarıyla Kahirede; Şam'ın pazarlarında. O canım kahvelerin kafes oymalı sıralarında hayranlıkla kültür edinmiş; Palmyra bedevilerinin lekesiz hasırlarında uyumuş; çölün göz kamaştırıcılığında Arap halkının gerçek örneği, görkemli İbn-il-Raşid ile kardeşçe ekmek bölüşüp tuz tatmış; Kutsal Mekke'nin emiri, katıksız Peygamber soyundan gelme şerif Hüseyin bin Ali bin Aun ile eski zaman sadeliğinde bir sohbetin doyum olmaz tadına varmışsa; yüzlerdeki ortaklaşa anlatımın ilginçliğini de fark etmiştir. Oradakileri saran tek bir duygu vardır: Çılgın bir neşe ve bu neşe, jestler ve mimikler yaparak, coşkulu seyirciler arasında sıçrayarak masallar anlatan yiğit halk öykücülerinin en özgürce çıkışlarına yaşamsal kahkahalarla canlılık verir; ve sözcüklerle, seslerle, havadaki duman ya da kösnüklükle, Allah'ın son bağışı esrarın belli belirsiz duyumsanmasıyla, esriklik sizi sarar ve gece içinde havada yüzer durursunuz. Arap, neylerin musikisine, kanun ve ud'un inleyişine, darbukanın derin ritmine, bir müezzin ya da hanendenin okuduğu ezan ya da şarkıya; zengin bir masala, bir şiirin zincirleme ses düzenine; bir yaseminin ince kokusuna; bir çiçeğin raksına ya da bir kuşun uçuşuna; gözleri ışıklı vücudu kıvrılan sağlıklı bir fahişenin amber ve inci beyazlığındaki çıplaklığına, kısık ya da haykıran bir sesle "A-ha!" diyerek- uzun, bilgiç, dalgalı, esrik, mimari bir yanıt verir. Yani: Arap, içinden geldiği gibi davranır; ama ince ve hayranlık uyandırıcıdır. Saf vücut hatlarını sever ve onu somutlaşmadan sezinler. ********** ********** _Giriş_ _BİNBİR GECE MASALLARI_ _Şah Şehriyar ile kardeşi Şahzaman’ın Öyküsü_ _Eski çağlarda Hint ve Çin adalarında hükmeden bir hükümdar, bu hükümdarın da iki yiğit oğlu kendi ülkelerini yönetiyorlarmış. Büyüğün adı Şehriyar. Küçük kardeşi ise Şahzaman. Büyük kardeş, küçüğünü görmek için özlemle vezirine gidip kardeşiyle birlikte geri dönmesini emretmiş. Vezir, vardığında durumu anlatmış ve küçük kardeş Şahzamanla yola çıkmış. Ancak şahzaman, konakladıkları yerde, sarayda bir şey unuttuğunu anımsamış ve dönüp sarayına girmiş. Eşini yataklarında, kölelerinden bir zencinin boynuna sarılmış uyurken bulmuş. Gözünde dünya kararmış; içinden "Böyle bir olay kentten ayrılır ayrılmaz ortaya çıkıyorsa, bu alçak kadın, ben kardeşimin yanında, bir süre uzakta bulunduğum sırada acaba neler yapmaz?" demiş ve kılıcını çekerek ikisini de yatağın örtüsü üzerinde öldürmüş ve tekrar yol almış ama Şahzaman'in yüzünü bir keder bulutu kaplamış."Kardeşim, içimde işleyen bir yara var" demiş ancak başına geleni açıklamamış. Şah Şehriyar yalnız başına ava gittiğinde Şahzaman ise sarayın bahçesinde, yirmi kadın, yirmi erkek köle çıkmış; kardeşinin eşi Sultan da tüm göz kamaştırıcı güzelliğiyle bunlann arasında duruyormuş. Bunlar bahçenin ortasındaki havuza yaklaşınca, tamamen soyunup birbirlerine katılmışlar; birdenbire Şah'in eşi, "Ey Mesut” diye haykırmış; ve hemen iri kıyım bir zenci yaklaşıp onu kucaklamış ve yere yatırıp üstüne çullanmış. Bunu bir işaret bilerek tüm öteki erkek köleler, dişi kölelere aynı şeyi yapmışlar ve böylece uzun süre birlikte kalmışlar. Gün batıncaya kadar öpüşmelerini ve çiftleşmelerini ve de benzeri davranışlarını sürdürmüşler. Kendi kendine," Benim başıma gelen felaket bunun yanında hiç kalır demiş ve durup dinlenmeden yiyip içmeye başlamış. O sırada ağabeyi Şah, avdan dönmüş. Kardeşim, görüyorum ki yüzünün solgunluğu geçmiş! Nasıl oldu bu, anlat bana!" demiş. Kardeşi onu, "Sana ilk rahatsızlığımın nedenini anlatacağım ama sağlığımı yeniden kazanmanın nedenini anlatmamı benden isteme!" diye yanıtlamış. Zencileri ve karısını anlatmış. Ağabeyi ona, bana sağlığına kavuşmanın nedenini de açıkla! demiş. Bunun üzerine Şahzaman gördüğü her şeyi ona anlatmış; Şehriyar, "Bunları kendi gözümle görmem gerekir!" deyince; kardeşi, ona "Öyleyse yeniden ava çıkacakmış gibi hazırlan; sonra benimle birlikte sarayda gizlen; her şeyi göreceksin!" demiş. Şah, hemen yola koyulup çadıra yerleşmiş. Sonra kılık değiştirip gizlice saraya dönmüş. Köleler, Şahzaman'in anlattığı gibi davranmışlar. Şah Şehriyarın, aklı başından gitmiş. Haysiyetsiz saltanat olmaz, böyle yaşamaktansa ölmek yeğdir!" demiş. Sonra birlikte sarayın gizli bir kapısından çıkıp gitmişler. Deniz kaynamaya başlamış ve birdenbire, siyah bir duman sütunu oradan göğe doğru yükselmiş ve bulundukları çayıra doğru yönelmiş. Bunu görünce korkmuşlar ve ağacın en yukarısına tırmanmışlar. Birdenbire kara duman, uzun boylu, geniş omuzlu, iri göğüslü, başında sandık taşıyan bir ecinniye dönüşmüş. Ecinni karaya çıkmış ve tünedikleri ağacın altına gelip durmuş; sandığın kapağını açmış; oradan büyük bir kutu çıkarmış; onun da kapağını açmış; birden bire oradan güneş gibi parlayan, güzelliği göz kamaştıran ve arzu uyandıran bir genç kız çıkmış. Şairin dediği gibi: _Elinde meşale gölgelerden çıkagelince karanlıklar aydınlığa dönüşmüş. Saçtığı ışık şafağı söndürmüş adeta; güneşler onun ışığını yansıtmış; ay gözlerinin gülüşünü... Sırlarının tülleri yırtılınca; yaratıklar baygın, ayaklarına serilmişler. Tatlı bakışının yoğun ışığı karşısında tutkulu gözyaşları kirpikleri ıslatmış. Ecinni, güzel genç kıza iyice bakıp ona, "Ey ipeksi şeylerin sultanı! Ey düğün gecesinde yatağından kaçırdığım! Ve ecinni, başım genç kızın dizlerine yaslayarak uykuya dalmış. O anda genç kız, bakışım ağacın tepesine çevirmiş. Ve ağaca gizlenmiş iki hükümdarı görmüş. Hemen aşağı inin, yoksa ifrite söylerim, ikinizi de en kötü ölümle telef eder demiş. "Gelin, mızraklarınızla, sert ve zorlu biçimde beni delin! Yoksa ifriti uyandırırım!" demiş. Cebinden küçük bir torba, bunun içinden de 570 mühür yüzük dikili bir gerdanlık çıkararak onlara, "Bu yüzüklerin sahiplerinin hepsi, bu ifritin gafil boynuzlan üzerinde benimle çiftleşti. Bundan dolayı siz iki kardeş de bana yüzüklerinizi vereceksiniz demiş. Bunu duyunca iki kardeş parmaklarından çıkararak yüzüklerini ona vermişler. Kız bunun üzerine onlara: "Bilin ki, bu ifrit beni düğün gecemde kaçırdı. Beni bir kutuya koydu; kutuyu da bir sandığa yerleştirdi. Sandığa yedi kat zincir vurdu ve dalgaların çarpışıp vuruştuğu kudurgan bir denizin dibine koydu. Ama, biz kadınların bir şeyi isteyince, hiçbir şeyin bizi engelleyemeyeceğini bilmiyordu. Zaten şair ne demiş: _Dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine bağlıdır. Güya aşktan söz ederler; oysa hainlik onları sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir. Yusufun dediklerini saygıyla anımsa; Âdem'i cennetten kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma! Kınamalarından da vazgeç dostum! Bir işe yaramaz! Çünkü yarın kınadıklarının nezdinde temiz sevginin yerini çılgınlık alacaktır. Hele hiç şöyle deme: Aşka düşersem, âşıkların çılgınlığına kapılmayacağım! Sakın bunu söyleme! Çünkü gerçekte kadınların ayartısından yakasını sıyırmış bir erkek, olmayacak şeydir. _Kardeşler şaşkınlıkla "Bu bir ifrit olduğu halde, bütün gücüne karşın, bizim başımıza gelenlerden daha müthiş şeyler onun başına gelmiş; bu serüven bize bir teselli olmalıdır" deyip ülkelerine dönmüşler. _Şah Şehriyar sarayına dönünce, karısının başını ensesinden vurdurmuş ve aynı biçimde kölelerin de başlarını vurdurmuş. Sonra vezirine, her gece kendisine bakire bir genç kız getirmesi emrini vermiş ve her gece bir genç kızı koynuna alıp bekâretini gidermiş; sabah olunca da öldürtmüş ve üç yıl boyunca böyle davranmaktan vazgeçmemiş. Bu yüzden halk, acı haykırışlar ve korku kargaşası içinde, kız çocuk olarak ellerinde ne kalmışsa alıp ülkeyi terk etmişler. Kentte hükümdarın saldırısına boyun eğecek tek bir kız bile kalmamış. Şah, vezirine her zamanki gibi, bir genç kız bulmasını emretmiş. Vezir çıkıp aramış fakat hiçbir kız bulamamış. Bu vezirin, güzellik, çekicilik, parlaklık ve mükemmellikten yana nasibini almış iki kızı varmış; büyüğünün adı Şehrazat, küçüğününkinin Dünyazat imiş. Vezir hükümdarla olup biten her şeyi başından sonuna kadar kızına anlatmış. Bunun üzerine Şehrazat, ona "Allah'ın izniyle babacığım, beni bu hükümdarla evlendir! Ya kurtulur yaşarım; ya da ölümüm ümmet-i müsliminin kızları için bir kurtarmalık oluşturur; onları şahın pençesinden almış olurum!" demiş. Bunu duyan vezir, "Allah seni esirgesin! Seni asla böylesi bir tehlikeye atmam!" demiş ve "Dikkat et de, senin de başına çiftlik sahibi ile öküz ve eşek Öyküsündeki olanlar gelmesin! Hele bîr dinle!" demiş: _Eşek, Öküz ve Çiftçinin Öyküsü_ _Bir zamanlar zengin bir tacir varmış. Hayvanların dilinden anlayabiliyormuş. Çiftliğinde bir eşek ile bir öküz varmış. Bir gün öküz, eşeğin bulunduğu ahıra gelmiş; buralar tertemiz ve arpa dolu ve eşek de keyfince dinleniyor. Eşeğe bunun sırrını sormuş. Eşek de: Tarlada kendini yere at. Ayağa kalkma! Ahırda verdiklerine, sanki hastaymışsın gibi dokunma! Böylece çalışmaktan kurtulursun! Oysa sahipleri, onları dinliyormuş. Yanaşma, öküzün, çok az yediğini ve keyifsizliğini görünce, öküz yerine eşeği işe koşup bütün gün çalıştırmış. Eşek büyük pişmanlık duymuş. Efendimizi duydum: Öküz yarın da yerinden kalkmazsa, onu kasaba verin! Kesin!' Öküz,"Yarın canla başla çalışırım" demiş. Sahipleri de bu sözleri duymuş. Öküz efendisini görünce çılgınca koşmaya başlamış. Çiftçi öylesine bir gülme nöbetine tutulmuş ki… Karısı sormuş "Ne gülüyorsun?" O da, "Görüp işittiğim bir şeyden ötürü. Bunu ölümü göze almadan sana açıklayamam! Karısı: Ölsen bile söylemelisin!" demiş. Çiftçi, köpeğin, tavuklara çullanan horoza seslenip onu azarlayarak, "Efendimiz ölüme giderken böylesine keyiflenmekten utanmıyor musun?" dediğini duymuş. Bunun üzerine horoz köpeğe sormuş: "Nasıl oluyor bu?" diye. O zaman köpek, öyküyü tekrarlamış; horoz da ona, " Efendimizde hiç akıl yok mu? Benim elli karım var. İdare eder giderim; onun bir tek karısı var, onu bile nasıl yöneteceğim bilmiyor. Oysa çözüm çok basit: Dal kessin ve özür dileyinceye kadar karısını dövsün! Çiftçi de karısını dövmeye karar vermiş. Vezir burada öyküsünü kesip kızı Şehrazat'a, "Ben de sana çiftçinin karısına yaptığını yapsam yeridir!" demiş. Çiftçi karısına, "Sırrımı söyleyebilmem için yatak odasına gel! Sonra da öleyim!" demiş. Şiddetini artırarak bayıltıncaya kadar sopa çekmiş; sonunda kadın, "Pişman oldum demiş ve herkes ölünceye kadar mutlu yaşamışlar. Şehrazat demiş ki: "Babacığım, dilediğimi yerine getirmeni istiyorum!" O zaman vezir, meseleyi Şah Şehriyar'a açmaya gitmiş. Şehrazat, kardeşine yapacaklarını öğretip ona "Şahın yanında seni çağırtacağım; geldiğin zaman bana: 'Ablacığım, bana o harika öykülerinden birini anlat de! Anlatacağım öyküler, müslim kızlarının kurtuluşunun nedeni olacaktır" demiş. Şahın huzuruna çıkmış. Şah, genç kıza sahip olmak isteyince kız ağlamaya başlamış. Şah ona, "Neyin var?" diye sorunca; kız da "Şahım! Bir kızkardeşim var. Ona veda etmek isterdim" demiş. Şah, kızkardeşini getirtmiş ve bakire Şehrazat'a sahip olarak kızlığını gidermiş. Dünyazat demiş ki: Ablacığım, geceyi hoşça geçirmemiz için bize bir masal anlatsana. Şah, Şehrazat'ın masalını dinlemekten tedirginlik duymamış. Ve Şehrazat, bu ilk gecede, aşağıdaki masalı anlatmış: _İşte, Binbir Gece Masalları, Burada Başlıyor. _Tacir ile İfrit’in öyküsü_ _Şehrazat: Vaktiyle çok zengin bir tacir varmış. Bir yere gitmek üzere yola çıkmış. Sıcaktan dolayı bir ağacın altında oturmuş ve hurmalarını yiyip çekirdeklerini fırlatınca karşısına bir ifrit çıkmış. Attığın hurma çekirdekleri çocuğumun ölümüne neden oldu ve ben de seni ölüreceğim demiş. Tüccar, ben inançlıyım ve sorumluluklarımı halledip geleyim ve beni o zaman öldür demiş. Ecinni de ona güvenmiş. Tacir, ailesine olanları anlatıp bir süre kaldıktan sonra vasiyetini yazmış ve yola çıkmış. Yakınları ise matem haykırışları koparmışlar. Tacir oturup kötü bahtına ağlarken, yanında boynu zincirli bir ceylan sürükleyerek bir şeyh çıkagelmiş; Ecinnilerin mekanında ne ararsın demiş. Tacir olanları anlatınca şeyh: senin inancın çok kuvvetliymiş, ey kardeşim, ifritle serüveninin sonunu görmedikçe yanından ayrılmayacağım demiş. Birdenbire siyah renkli iki tazıyla ikinci bir şeyh çıkagelmiş; bu yerde ne yaptıklarını sormuş. Öyküyü anlatmışlar. Doru renkte bir katır bulunan üçüncü bir şeyh gelmiş. Bu yerde oturmalarının nedenini sormuş. Anlatmışlar. O sırada şiddetli bir fırtına esmiş. Sonra, toz dağılmış ve elinde iyice bilenmiş bir kılıçla ecinni ortaya çıkmış. Gözleri kıvılcım saçarak taciri çekip alarak ona gel demiş; "Gel ki, sen benim yaşantımım soluğu, yüreğimin ateşi çocuğumu nasıl öldürdüysen, ben de seni öylesine öldüreyim! Tacir ağlayıp yakınmaya başlamış. Üç şeyh de onunla birlikte ağlayıp hıçkırmaya başlamışlar. Ceylanın sahibi ilk şeyh: "Ey ecinni, ey ecinni padişahlarının başı ve başlarının tacı! Sana bu ceylanla olan serüvenimi anlatır ve sen bundan etkilenirsen, karşılığında, beni bu tacirin kanının üçte birini bağışlayarak ödüllendirir misin?" Ecinni, "Evet, hiç kuşkun olmasın, sayın şeyh! _Birinci Şeyhin öyküsü_ _Bil ki ey yüce ifrit, şu gördüğün ceylan, benim amcanım kızıydı ve benim etim, kanım gibiydi. Onunla daha pek gençken evlendim ve birlikte otuz yıl yaşadık. Allah ondan çocuk sahibi olmamı istemedi. Bunun üzerine bir cariye edindim. Allah'ın lütfuyla bana dolunay kadar güzel bir oğlan çocuğu doğurdu; 15 yaşında bir delikanlı oluncaya kadar büyüdü. O sırada önemli bir iş için uzak bir kente gitmek zorunda kaldım. Amcamın kızı, şurada gördüğünüz ceylan, çocukluğundan beri büyücülüğe kendini kaptırmış imiş; sihirbazlık bilgisiyle, oğlumu buzağıya, annesi olan cariyeyi de ineğe dönüştürmüş; sonra da bunları çobanımızın bakımına terk etmiş. Ben, uzun bir süre geçtikten sonra geziden döndüm. Oğlumdan ve annesinden haber sordum; amcamın kızı bana, "Cariye öldü; oğlun kaçtı; nereye gittiğini bilmiyorum" dedi. Bütün bir yılı, yüreğimin acısıyla, gözüm yaşlı geçirdim. O yılın kurban bayramı gelince, çobandan, bana semiz bir inek ayırmasını söyledim; bana iyice semiz bir inek getirdi -ama bu, şu ceylanın büyülediği cariyemdi- bıçak elde, ineği kurban etmeye hazırlandım. Birdenbire bu inek inlemeye ve alabildiğine gözyaşları dökmeye başladı. Bunu görünce duraksadım; onu kurban etmesini çobandan istedim. İsteğimi yerine getirdi; sonra da derisini yüzdü. Ama o sadece deri ve kemikten oluşmuştu, O vakit, bunu kurban ettiğime pişman oldum. Bunun üzerine onu çobana verdim ve dedim ki, "Bana iyice yağlanmış bir buzağı getir!" O da bana büyüyle buzağı haline getirilmiş oğlumu getirdi. Bu buzağı beni görünce ipini kopardı, bana doğru koştu; ayaklarımın ucunda iniltilerle, gözyaşlarıyla yuvarlandı. Ona acıdım, çobana, "Bana bir inek getir, bunu bırak!" dedim. Bütün bunlar olup biterken amcamın kızı, orada durup bakıyor: ve "Bu buzağı kurban edilmeliydi; çünkü tam yağlanmış!" diyordu. Çoban yanıma geldi ve bana, "Efendim, size sevineceğiniz bir şey söyleyeceğim; ama ödülümü isterim" dedi. "Benim büyücü olan bir kızım var. Dün bana verdiğiniz buzağıyla birlikte kızımın yanına gittim. Kızım, onu görür görmez, başını tül yazmayla örttü ve gülmeye ve sonra da ağlamaya başladı; ve de bana, 'Baba, benim değerim senin gözünde bu denli düşük mü ki, benim yanıma yabancı erkeklerin girmesine izin veriyorsun?' dedi, Ona "Hani nerede bu yabancılar?' dedim; Bana, 'Yanındaki bu buzağı, efendimiz tacirin oğludur; ama büyülenmiş. Onu öz anası ile birlikte böyle büyüleyen de üvey anasıdır. Kendisini buzağı kılığında görünce dayanamayıp güldüm; ve de ağlıyorsam, nedeni buzağının annesinin, babası tarafından kurban edilmesindendir' dedi. Şarap içmeden sarhoş olmuş gibiydim; çocuğumu görmek düşüncesi, mutluluğu ve neşesi o denli yoğundu! Buzağı yanıma geldi ve ayaklarımın önünde yuvarlandı. Büyücü kız, bu senin oğlun, yüreğinin alevidir" dedi. Ona, "Ey nazik ve yardımsever genç kız" dedim; "Oğlumu kurtarırsan, sana babanın elinin altındaki tüm mal ve hayvanları veririm!" Bu sözlerime güldü ve bana: "Efendim bu vereceklerini ancak iki koşulla kabul edebilirim" dedi: "İlki oğlunla evlenirsem; ve ikincisi de istediğimi büyüleyip hapsetmeme izin verirsen. Yoksa karının hayınlıklarına karşı koymanın sonucunu alamam!" "Olur!" dedim; kız eline bir bakır leğen aldı; onu suyla doldurdu ve su üstüne büyülü sözcükler okudu. Sonra bunu, "Eğer Allah seni buzağı yarattıysa eşkalini değiştirmeden buzağı olarak kal! Ama büyülenmişsen, Yüce Tanrı'nın izniyle ilk yaratıldığın hale dön!" diyerek buzağının yüzüne serpti. Bunu söyler söylemez, buzağı kıpırdamaya başladı ve yeniden insan kılığına döndü. Bundan sonra, ey iyi yürekli ecinni, oğlumu çobanın kızıyla evlendirdim; o da büyücülük bilgisiyle amcamın kızım büyüledi; onu şurada gördüğünüz ceylan kılığına soktu; ve ben buralardan geçerken şu taciri gördüm; ne yaptığım sordum; ondan başına geleni öğrendim. Başına daha neler gelebileceğini merak ederek birlikte bekledim; benim öyküm bu kadar, demiş. _İkinci Şeyhin öyküsü_ _Babamız ölünce, bize miras olarak üç bin dinar bıraktı. Ben, hisseme düşenle, alışverişe koyulduğum bir dükkân açtım. Kardeşlerimden biri ticaret yapmak üzere geziye çıktı; kervanlara katılarak bir sene kadar bizden uzakta kaldı. Döndüğü zaman elinde avcunda hiçbir şey kalmamıştı. Ağlamaya başladı ve: "Kardeşim" dedi; "Kudretli ve yüce olan Tanrı, bunun böyle olmasını istedi. Ona, kazancımı seninle paylaşalım!" dedim. Kardeşlerim, yeniden ayrılmayı kararlaştırdılar; benim de onlarla birlikte gitmemi istiyorlardı. Ancak ben bunu asla kabul etmedim ve onlara, "Geziye çıkmakla sanki ne kazandınız da, beni size öykünmeye zorluyorsunuz" deyince bana sitem ettiler. Bu böyle tam altı yıl sürdü. Sonunda kentten ayrılmak bakımından onlara uymak durumunda kaldım ve onlara: "Kardeşlerim elimizde kalan parayı sayalım!" dedim; saydık ve tüm paramızın altı bin dinar olduğunu gördük. Bunun üzerine kendilerine, "Bunun yarısını toprağa gömelim! Başımıza bir felaket gelirse, kullanabilmek için, Üç bin dinarı gömdüm; geri kalan üç bin dinarı aramızda eşit olarak dağıttım. Bir gemi kiralayıp tüm mallarımızı içine taşıttık ve yola koyulduk. Denizin kıyısına ulaştığımızda, orada eski ve yıpranmış giysiler içinde bir kadın gördük. Kadın benim yanıma yaklaştı elimi öperek, "Efendim, yardım edip beni kurtarır mısınız? Ben size elbet bunun karşılığım öderim" dedi. Karşılığını ödemek zorunda olduğunu düşünme dedim. Bana, "Öyleyse benimle evlenin! Beni kendi ülkenize götürün! Size tüm varlığımı adayayım! Bunu benden esirgemeyin! Ben minnettarlığın ve iyiliğin ne olduğunu bilenlerdenim. Benim fakir görünüşümden de utanmayın!" dedi. Bu sözleri duyunca, ona taa içimden bir acıma duydum; zira kudretli ve Yüce Tanrı'nın iradesine karşı durmak mümkün değildir. Onu yanıma aldım; zengin elbiseler giydirdim ve gemide altına şahane halılar serdim. Yüreğim onu büyük bir aşkla sevdi; ve o andan itibaren gece ve gündüz hiç yanımdan ayırmadım. Kardeşlerim beni kıskandılar; benim zenginliğime ve mallarımın üstün niteliğine de imreniyorlardı; bende olan her şeye açgözlülükle bakıyorlar; benim ölümümü ve paramı ele geçirmeyi düşünüyorlardı: Çünkü, şeytan, davranışlarını, onlara en güzel renkler içinde gösteriyordu. Bir gün karımın yanında uyurken, bize yaklaşıp ikimizi de alarak denize attılar; karım suda uyandı; bir çırpıda değişip ifriteye dönüştü. Beni omzuna aldı ve bîr adaya götürüp bıraktı. Sonra bütün gece gözden kayboldu; sabahleyin dönüp bana, "Beni tanımadm mı? Senin karınım ben. Yüce Tanrı'nın izniyle seni ölümden kurtarıp buraya getirdim. Çünkü, bil ki ben bir ecinniyeyim. Gördüğüm andan beri gönlüm sevdi; Fukara kılığında senin yanına geldiğim halde, yine de benimle evlenmek istedin. O zaman, ben de karşılık olarak, seni sudan çıkarıp ölümden kurtardım. Kardeşlerine gelince, onlara çok kızdım; kuşkusuz onları öldürmem gerek!" dedi. Bana 'Ben bu gece onların yanına uçacağım ve gemilerini batıracağım. Ölüp gitsinler!" dedi. Ona, "Allah aşkına, sakın bunu yapma! Zira atasözü, 'Ey layık olmayan kimseye yardım eden! Bil ki, suçlu, işlediği suçuyla zaten yeterince cezalandırılmıştır' der. Sonra, ne de olsa onlar benim kardeşlerimdir" dedim. Bana, "Mutlaka onlan öldürmem gerek!" dedi. Boşuna hoşgörüsüne sığındım. Sonra beni omuzlarına aldı, uçtu ve evimin taraçasına bıraktı. Akşam olunca dükkânımı kapadım; eve dönünce bir köşeye bağlanmış bu iki köpeği gördüm. Beni görünce, ayağa kalkıp ağlamaya, giysilerime sürtünmeye başladılar; o anda karım koşarak geldi ve, "Bunlar senin kardeşlerin!" dedi. Ona, "Ama kim bunları bu hale sokmuş?" diye sordum, "Ben! Büyü alanında benden daha bilgili olan kızkardeşime rica ettim; o da bunları on sene geçmeden kurtulmamak üzere, bu hale soktu" dedi. İşte ey kudretli ecinni, bundan dolayı buraya geldim; artık on sene dolduğu için baldızımı bulup onları kurtarmasım dileyeceğim. Buraya ulaştığımda şu iyi yürekli genci gördüm; serüvenini öğrendim; onunla aranızda olup biteceği görmeden de bir yere gitmek istemedim. Benim Öyküm de böyle!" deyip sözünü bitirmiş. _Üçüncü Şeyhin öyküsü_ _Bu katır benim karımdı. Bir zamanlar yolculuğa çıkmış, ondan tam bir yıl uzakta kalmıştım; işlerimi bitirince bir gece, ansızın onun yanına döndüm ve onu yatağın halı örtüsü üzerinde bir iri kıyım zenci köle ile yatarken buldum; orada ikisi konuşuyor, kırıtıyor, gülüyor, öpüşüyor ve şakalaşarak birbirini azdırıyorlardı. Beni görür görmez, karım hemen ayağa kalkıp bir testi suyla üzerime saldırdı; bu testiye bazı sözcükler mırıldandı ve suyu üzerime serpti; bana da, "Kendine özgü kılıktan çık, köpek kılığına gir!" dedi. Ben hemencecik bir köpek oldum; beni evden kovdu; çıktım, uzun süre sokaklarda süründükten sonra bir kasap dükkânına ulaştım. Dükkâna yaklaşıp oradaki kemik parçalarını yemeye başladım. Dükkân sahibi beni fark etti ve alıp evine götürdü. Kasabın kızı beni görünce, hemencecik yüzünü örttü ve babasına, "Böyle mi yapılır? Birlikte bir erkek getiriyor ve eve sokuyorsun!" dedi. Babası, "Hani nerede bu erkek?" diye sorunca; "Bu köpek bir insanoğludur. Onu bir kadın büyülemiş. Ben onu kurtarma gücüne sahibim" diye yanıt verdi. Bu sözleri duyunca, babası, "Öyleyse Allah aşkına onu kurtar kızım!" dedi. Hemen eski halime döndüm; ve genç kızın elini öptüm; ona, "Şimdi senden, beni büyüleyen karımı büyülemeni diliyorum" dedim. Bunun üzerine bana bir miktar su verdi ve "Karını uyur vaziyette bulursan, onu bu suyla ıslat! İstediğin kılığa girecektir" dedi. Gerçekten, onu uyurken buldum ve üzerine su serperken, "Bu kılıktan çık, katır şekline gir!" dedim. Hemen o an katıra dönüştü. Ecinni katıra dönerek, "Doğru mu bu anlattıkları?" diye sormuş. Katır, başım öne doğru sallayıp, hal diliyle, "Ah evet! Ah evet! Çok doğru!" demek istemiş. Ecinni çok şaşırmış ve de zevkten ve heyecandan titreyerek, "Cinayetin bedelinin geri kalanını da bağışladım, taciri bırakıyorum" demiş. Bunun üzerine tacir mutluluktan uçarcasına şeyhlerin önüne gelmiş; onlara teşekkürler etmiş _Balıkçı ile Ecinni öyküsü_ _Bir zamanlar yaşlı ve oldukça fakir bir balıkçı varmış. Ağa yaklaşıp bakmış ki, içinde bir eşek leşi yatmakta. Ama gerçekten, Tanrı'nın bana bu bağışı çok şaşırtıcı!" demiş. Ağı yeniden suya fırlatmış ve bu defa da ağır bür küp yakalamış. Şöyle demiş: Ey kötü talih, artık yeter! Gölgene sığınırlar ama sen, bilgeleri sürgün eder, dünyayı budalalara yönettirirsin! Üçüncüsü de boşa gitmiş ve şöyle demiş: Ey şair! Bahtın rüzgârı hiç senden yana esmeyecek! Biliyor musun saf kişi! Ne kamış kalemin, ne yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez! Sonra başını göğe kaldırarak, haykırmış: "Tanrım! Biliyorsun! Ağımı dört kezden fazla fırlatmam! Ağır fırlatıp çektikten sonra; bu kez içinde sarı bakırdan, içi dolu ve dokunulmamış büyük bir küp bulmuş; küpün ağzı kurşunla kaplanmış ve Davut Peygamber'in oğlu Hazret! Süleyman'ın mührüyle mühürlenmiş imiş. Bunu gören balıkçı pek sevinmiş; kendi kendine, "İşte çarşıda kazancılara satabileceğim bir şey buldum. Küpten yere hiçbir şey düşmemiş; sadece yerden göğün mavisine yükselen ve toprağa yayılan bir duman oluşmuş. Balıkçı çok şaşırmış. Sonunda, dumanın yayılması bitince yoğunlaşma başlamış; bi titreşim sonunda, ayaklan yerde sürünürken, başı bulutlara değen bir ifrite dönüşmüş. Bu ifritin başı bir kubbe, ayaklan direk, ağzı mağara, elleri dirgen, dişleri çakıl, burnu testi, gözleri meşale gibiymiş; saçları dağınık ve tozluymuş. Bu ifriti görünce balıkçı korkmuş. Her yanı titreyerek dişleri birbirine kenetlenmiş; tükürüğü kurumuş ve gözleri ışıktan körleşmiş. İfrit balıkçıya: Ve sen, ey Süleyman, Tanrı'nın peygamberi! Beni öldürme, bir daha sana karşı gelmeyeceğim, emirlerine karşı çıkmayacağım!*' demiş. Balıkçı, "Ey asi ve küstah dev! Ne cesaretle Süleyman'ın Tanrı'nın peygamberi olduğunu söylersin? Süleyman öleli bin sekiz yıl oldu; ve biz ahir zamandayız. Ya senin anlattığın öykü ne? Bu küpe nasıl girdin sen?" demiş. Sana iyi bir haber vereyim balıkçı" demiş; balıkçı da, "Ne söyleyeceksin?" diye sormuş. İfrit, 'Ölümünü! Hem de şu saatte. Ve de en korkunç şekilde" diye yanıt vermiş. Balıkçı buna, "Bu haber için Allah layığını versin, ey ifritlerin sultanı" demiş; "Allah seni korumasın! Seni bizden ırak kılsın! Niye benim ölümümü istersin? Ölümü hak edecek ne yaptım ben? Seni küpten kullardım, denizdeki zindanından azat ettim ve yeryüzüne çıkardım!" İfrit demiş ki, "Yeğ tuttuğun Ölümü kendin beğen ve de ne biçimde öldürülmek istediğini söyle!" Balıkçı, "Böylesine bir cezayı hak edecek ne gibi bir suç işledim?" diye sormuş. İfrit. "Ey balıkçı. öykümü dinle bak!" demiş. Balıkçı da "Anlat öyleyse, ama kısa kes! Çünkü ruhum sabırsızlıktan ayak ucumdan çıkmak üzere" demiş. _İfrit anlatmaya başlamış: Bil ki ben asi ecinniyim. Davut'un oğlu Süleyman'a karşı çıktım. Beni görünce Süleyman Tanrı'ya şükretti ve benden onun dinine girmemi ve emrine tabi olmamı istedi. Ama ben, reddettim. Bunun üzerine bu küpü getirtti ve beni hapsetti. Beni omuzlarına alarak denizin orta yerine atıverdiler. Denizin dibinde yüzyıl kaldım; içimden; 'Beni kim kurtarırsa onu servete boğacağım' dedim. Ama yüzyıl daha geçti beni kimse kurtarmadı. İkinci yüzyıl bitince, kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana, toprağın definelerini bulup vereceğim' dedim. Ama beni kimse kurtarmadı. Böylece dört yüzyıl geçti; kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana istediği üç şeyi vereceğim dedim. Ama beni kimse kurtarmadı. O zaman müthiş bir hiddete kapıldım kendi kendime, 'Şimdi artık beni kim kurtarırsa, onu öldüreceğim. Ey balıkçı, sen gelip beni kurtardın. Hangi biçimde öldürülmeyi istiyorsun, söyle bakalım!" demiş. Balıkçı da, "Ey ifritlerin şeyhi, sana iyilik yapanı kötülükle karşılaman doğru mu? Oysa atasözleri hiç yalan söylemez." Ve balıkçı bu konuda şu dizeleri okumuş: Acının tadını tatmak istersen herkesin derdine ortak ol! Kederini yatıştır! Yaşantıma yemin olsun ki, çakallar minnet bilmezler. İstersen dene! Durumun Amr'ın anası Macir gibi olacaktır. (çakal yavrusunu beslemene hacet yok) Balıkçı, kendi kendine, "Ben bir insanoğlundan başka bir şey değilim. O ise, bir ecinni; ama Tanrı bana tutarlı bir akıl vermiş; onu yok etmek için bir tertip bulmak, kurnaz bir hile hazırlamak isterim. Balıkçı, "Süleyman'ın mührü üzerinde adı bulunan Tanrı adına, soruma doğru olarak cevap vermeni senden rica ediyorum." "Nasıl oluyor da, senin ancak elini ya da ayağını sokabileceğin küpe, tüm olarak sığabiliyorsun?" demiş, ifrit, "Acaba bundan kuşku mu duyuyorsun?" diye sormuş. Balıkçı "Doğrusu küpe girişini gözümle görmedikçe, buna asla inanmam!" demiş. İfrit sarsılmış, silkinmîş ve yeniden göğe yükselen bir duman olmuş; sonra da sıkışmaya ve nihayet yavaş yavaş küpe yerleşmeye başlamış. Bunun üzerine balıkçı, hemen üzerinde Süleyman'ın mührü olan kurşun tıpayı almış ve küpün ağzını tıkamış. Sonra da ifrite seslenmiş: "Hey oradaki! Ölmek için, ölüm tarzını seç! Yoksa seni denize fırlatacağım; ve de kıyıda bir ev yaptırıp seni avlamak isteyenleri engelleyeceğim. Onlara, 'Burada, kim kendisini kurtarırsa, kurtulur kurtulmaz kendisini kurtarana ölüm çeşitleri sayarak hangi türden ölmek istediğini soran bir ifrit var' diyeceğim" demiş. İfrit, balıkçının sözlerini işitince küpten çıkmaya çalışmış, ama başaramamış; ve de Süleyman'ın mührüyle kurşun tıpa altında hapsedilmiş olduğunu anlamış. O zaman, balıkçının kendisini, ifritlerin en zayıfından en kuvvetlisine kadar hiçbirinin kurtaramayacağı bir zindana atmış bulunduğunu fark etmiş. İfrit, ne yapacaksın?' diye sormuş. O da, "Seni denize atacağım. Çünkü sen orada beşyüz yıl kaldıysan, kıyamet gününe kadar kalman için tertibat alacağım. 'Allah'ın seni korumasını istiyorsan, sen de beni koru! Beni Öldürme ki, Tann da seni öldürmesin!' diye sana yalvarmadım mı? Oysa sen, benim yalvarışlarıma kulak asmadın, alçakça davrandın!" demiş; "İşte şimdi Allah seni benim ellerime terk etti; sana, vicdan azabı duymadan istediğimi yapabilirim.''İfrit, "Bana küpü aç! Seni iyiliklere boğayım!" deyince balıkçı, "Yalan söylüyorsun, sen! Hey lanet olasıca!" demiş ve de; "Zaten senin ile benim aramda Kral Yunan'in vezin ile Tabip Rûyan arasındaki olay aynen geçiyor" diyerek eklemiş. _Kral Yunan'in veziri ile Tabip Rûyan’ın Öyküsü_ _Yunan adlı bir kral varmış, Ancak hiçbir hekim derdine çare bulamıyormuş. Günün birinde Rüyan adlı ihtiyar bir hekim, Kral Yunan'ın kentine gelmiş; tıp ve yıldız bilimi üzerinde incelemelerde bulunmuş; "Efendim, bedeninde bulunan hastalığı öğrendim; ve hekimlerin çoğunun derdine çare bulamadığını duydum. Bundan dolayı seni iyileştirmeye geldim. Sana ilaç içirecek ya da bedenine merhemler sürecek değilim!" demiş. Bu sözleri duyan Kral Yunan çok şaşırmış ve "Bunu nasıl yapacaksın, bilmiyorum ama, beni iyileştirirsen, Tanrı şahidim olsun, sana ve seni izleyecek sülalene yeterince servet bağışlarım. Rüyan, ilaçlarından ve bitkilerinden tertipler yaparak bunları sap kısmını oyduğu bir çomağın içine doldurmuş, sonra da elinden geldiğince bir de top yapmış, işini bitirince, ertesi gün, kralın huzuruna çıkmış ve karşısında eğilerek yeri öpmüş. Ertesi gün meydana gitmesini ve kendisini orada beklemesini söylemiş. Hekim Rüyan çıkagelmiş ve krala, orada silahşörlerinden seçeceği birkaçıyla at üzerinde top oynamasını önererek, "Bu sopayı al ve sıkı sıkı tut ve bununla topa vur! Bu oyunu tüm avcun ve bedenin terleyesiye kadar sürdür. Böylece ilaç avcundan tüm vücuduna geçerek dağılacak. Terleyip ilacın bedenini etkilemesine değin zaman geçince sarayına dön, hemen hamama girip yıkan! Kendini iyileşmiş bulacaksın. Kral Yunan, hekimin verdiği sopayı alıp seçtiği silahşörlerle top oynamaya başlamış. Tüm bedeni terden sırılsıklam oluncaya kadar sürdürmüş ve hamama girmiş. Kralın huzuruna çıkan hekim şöyle demiş: Hitabet, baba olarak seni seçse idi; çiçek açar ve bir daha başkasını seçmezdi. Ey ışık saçan, yüzü meşalenin alevini körleten! O parlak yüzün sönmeden ışık saçıp dursun! Zamanın çehresinde çizgiler belirleyinceye kadar. Bulutun tepeleri sarıp yağmura dönüştüğü gibi; sen de cömertliğinle kapla benim her yanımı! Yaptıklarınla zaferin tepelerinde yer tut! Bahtın, hiçbir dileğine karşı çıkmadığı sevgilisi ol! _Bu kasideyi duyunca, kral ayağa kalkmış ve sevecenlikle hekimin boymına sarılmış. Gerçekten kral hamamdan çıkınca, bedenine bakmış ve cüzzamdan hiçbir iz kalmadığını görmüş; vücudu sanki saf gümüşe dönmüş. _Vezirlerin içinde berbat görünüşlü, uğursuz yüzlü ve kem gözlü, korkunç, iğrenç biçimde hasis, yüreği hırs, kıskançlık ve kinle taşlaşmış biri varmış. Bu vezir, kralın Hekim Rüyan'ı yanına oturttuğunu ve ona her türlü yakınlık ve cömertlik gösterdiğini görünce kıskanmış ve gizlice onun yok edilmesini kararlaştırmış; atasözünün de belirttiği gibi, "Hırslı önüne gelene saldırır; hırslının yüreğinde zulüm pusu kurar; kuvvetlenince bunu açığa vurur, zayıfken içinde uyutur".Vezirin sözlerinden içi kararan kral, ona, "Nedir söyleyeceğin?" diye sormuş; Vezir de, "Ey azametli kralım, eskiler 'Kim ki, bir işin sonunu ve bunun yaratacağı kötülükleri görmezse, talih denen şeyi kendine dost bilmesin!' demişler. Ben de kralım, senin saltanatını söndürmekten başka bir şey düşünmemekte olan düşmanına ödüller yağdırarak, lütuflarla donatarak, taşıyamayacağı kadar cömertlik göstererek yanılmakta olduğunu görüyorum; ve bu yüzden, kralım için büyük endişeler duyuyorum" demiş. Bu sözleri duyan kral, son derece bunalmış, rengi atmış ve "Lütuflarımla donattığım halde bana düşman olduğunu iddia ettiğin bu kişi kimdir?" diye sormuş. Vezir, "Hekim Rüyan'dan söz ediyorum" demiş. Kral ona, "Sözünü ettiğin kimse benim iyi bir dostumdur; benim için insanların en değerlisidir. Çünkü o bana elimde tutarak cüzzamdan kurtulmamı sağlayan bir şey verdi. Aslında krallığımın yansını ona bağışlasam, onun için pek fazla bir şey yapmış olmazdım. Kral Yunan vezin ne, "Ey vezir, hekime karşı kıskançlık duygularına kapılma! Sen, onu öldürmemi, sonra da şahinini öldürdükten sonra pişmanlık duyan Şah Sindbad gibi bundan pişman olmamı istiyorsun!" demiş. Vezir; "Bu nasıl olmuş?" diye sorunca, kral ona şu öyküyü anlatmış: _Şah Sinbad’ın Şahini_ _Bir zamanlar Fars şahlarının içinde eğlenceye, bahçelerde gezmeye ve her türlü ava çok meraklı bir şah varmış. Onun kendi eliyle yetiştirdiği ve gece gündüz terk etmeyip bileğinde tünettiği bir de şahini varmış; Birdenbire ağa bir ceylan düşmüş. Bunu gören şah, "Kim bu ceylamn kendi yanına yaklaştığını görür ve kaçırırsa, onu öldürürüm!" demiş. Sonra ceylanı saran av ağını çekip şaha doğru yaklaştırmaya başlamışlar. Ceylan ön ayaklarını göğsüne yaslayarak, yere dayayıp arka ayaklan üzerinde dikilerek, sanki şahın önündeki yeri öpmek ister gibi durmuş. Bunun üzerine şah, eğilerek, ceylanı ürkütmek için ellerini çırpmış; ceylan da şahın başı üstünden sıçrayarak uzaklara doğru koşmaya başlamış. "Bu askerlere ne oluyor, böyle göz kırpıp duruyorlar?" diye sormuş; vezir de, "Sizin ceylanı kaçıranı öldüreceğinize dair ettiğiniz yemini hatırlatıyorlar birbirlerine!" yanıtını vermiş. Şah da, "Doğru! Öyleyse bu ceylam izleyip yakalamamız gerek!" diyerek ceylanın izi üzerinde at sürmüş; şahin, gaga vurup ceylanın gözlerini oymuş, onu şaşırtmış; şah da topuzuyla vurarak ceylam yere devirmiş. O sırada sıcak bastırmış; bulundukları yer çöllük, kurak ve susuzmuş. Şah da atı da susamışlar. Şah dönüp oracıkta gövdesinden yağ gibi koyu bir su akan bir ağaç görmüş. Elleri deri eldivenlerle kaplı olan şah, şahinin boynundan tası alıp onu bu suyla doldurmuş ve kuşun önüne koymuş; ama kuş pençe vurarak tası devirmiş. Şah tası ikinci kez doldurmuş ve kuşun susamış olduğunu düşündüğünden bir kez daha onun önüne koymuş; ancak şahin ikinci kez pençe vurup tası devirmiş. Şah kuşa içerlemiş; ama, yine de tası üçüncü kez doldurarak, bu kez ata su vermek istemiş; şahin kanadını çarparak tası tekrar devirmiş. Bunu gören şah, "Allah belanı versin uğursuz kuş!" diye haykırmış, "Benim içmemi engelledin; kendini de mahrum ettin, atı da" demiş; kılıcıyla şahine vurup iki kanadım kesmiş. Şahin de başını kaldırmış ve hareketleriyle âdeta, "Bak ağaçta ne var!" demek istemiş. Şah başını kaldırınca ağacın üzerinde bir yılan görmüş; ağaçtan süzülen de onun zehri imiş. Bunu anlayan şah, şahinin kanatlarını kestiğine pişman olmuş. Sonra kalkıp atına binmiş; birlikte ceylanı alıp götürmüş ve sarayına ulaşmış. Ceylanı aşçının önüne atmış, ve "Al şunu pişir'" demiş. Sonra da kolunun üzerinde şahinle tahtına oturmuş; ancak pek az zaman sonra şahin bir kez hıçkırdıktan sonra ölmüş. Bunu gören şah, hayatım kurtaran şahini öldürmüş bulunduğundan dolayı acı duyarak matem çığlıkları koparmış. _Şehzade ile Gulyabani_ _Şehzade, günlerden bir gün, at sürüp ava gitmiş; onunla birlikte babasının veziri de saraydan ayrılmış. İkisi birlikte yol alırken, önlerine canavar görünüşlü bir hayvan çıkmış. Vezir şehzadeye, "Atını sür, bu garip hayvanı izle!" demiş. Şehzade de hayvanı gözden yitirinceye kadar izlemiş; ve birdenbire hayvan çölde yitip gitmiş. Şehzade çok şaşırmış; ve nereye gideceğini bilemediği bir sırada, yolun başında ağlayan genç bir köle kız görmüş. Şehzade ona, "Sen kimsin?" diye sormuş; kız da, "Hint padişahlarından birinin kızıyım. Ormanda kervanla yol alırken, uyuma arzusu beni sardı; farkında olmadan atımdan düşmüşüm. Sonra kendimi yapayalnız ve çok şaşırmış olarak burada buldum" demiş. Şehzade bu sözleri duyunca, acıma duygusuyla sarsılmış ve onu alıp atının terkisine yerleştirdikten sonra yola koyulmuş. Terk edilmiş bir harabeden geçerlerken, köle ona, "Efendim, şuracıkta hacetimi görebilir miyim?" deyince, şehzade onu attan indirmiş; sonra da geciktiğini görünce, ağırdan alıyor sanarak ardından gidince, bir de ne görsün: genç kız sandığı bir gulyabani değil miymiş! Onu, çocuklarına şöyle söylerken duymuş: "Yavrularım, size bugün iyice besili bir genç adam getirdim." Onlar da kendisine, "Anneciğim, onu bize getir! Yiyip iyice karnımızı doyuralım!" diyorlarmış. Şehzade bu sözleri duyunca, Öldürüleceğini anlamış; her yanı titremiş. Gulyabani ininden çıktığında, onu bir tabansız gibi korkmuş, titremeler içinde görünce ona, "Böyle korkacak ne var?" demiş; şehzade de, "Korktuğum bir düşmanım var" yanıtım vermiş. Gulyabani ona, "Eğer öyleyse, düşmanına karşı Allah'a yalvarmaktan başka çaren yok. Şehzade yakarmış. Gulyabani bu yakarışı işitince gözden kaybolmuş. Şehzade, şah babasının yanına vannca; ona, vezirin kötü nasihatinı anlatmış; o da vezirin öldürülmesine hükmetmiş. _(Bunu izleyerek Kral Yunan'ın veziri sözünü şöyle sürdürmüş): "Ey şahım, sen bu hekime arka çıkarsan, o seni ölümlerin en kötüsüyle öldürecektir. Sen onu lütuflarınla donatsan da, dost olarak kabul etsen de, yine de ölümünü hazırlayacaktır. Elinde tuttuğun bir şeyle bedeninin dışım saran bir hastalıktan seni kurtarmasımn nedenini anlamıyor musun? Bunun sırf tutacağın ikinci bir şeyle ölümüne yol açmak için olduğuna inanmıyor musun?" Bunu duyan Kral Yunan, "Doğru söylüyorsun! Senin düşündüğün gibi yapılmış olabilir, ey uz görüşlü vezirim!" demiş "Bu hekimin beni öldürmek için gizlice gelmiş bir casus olması pek mümkündür. Vezir demiş ki: Buraya geldiğinde boynunu vurdurmalı! Böylece kötülüklerini durduracak, sıkıntıdan kurtulup rahatlayacaksın! _Hekim Rüyan huzuruna geldiği zaman kral ona, "Seni niçin huzuruma çağırdığımı biliyor musun diye sormuş. Hekim, "Bilinmez - yani kimse bilmez; ancak Yüce Tann bilir!" demiş. Kral, ona, "Seni öldürmek, ruhunu bedeninden ayırmak için çağırttım" demiş. Bu sözleri işiten Hekim Rüyan, görülmedik bir heyecanla sarsılmış; ve "Kralım beni niçin öldüreceksin? Acaba ne gibi bir kusur işledim?" diye sormuş. Kral, ona "Senin bir casus olduğun ve beni Öldürmek için gelmiş bulunduğun söyleniyor. Böyle olunca, sen beni öldürmeden, ben seni öldüreceğim" yanıtını vermiş. Sonra celladı çağırtmış ve ona, "Bu hainin boynunu vur, bizi belasından kurtar!" demiş. Hekim, "Beni bağışla ki Tanrı da seni bağışlasın! Beni öldürtme, yoksa Tanrı da senin canını alır!" diye yakarmış. Seni öldürtmedikçe güven bulamayacağım, rahata kavuşamayacağım. Çünkü senin, elime aldığım bir şeyle beni kurtardığın gibi, koklatacağın bir şeyle ya da bir başka yolla, beni öldüreceğine kuvvetle inanıyorum," Hekim ona, "Efendimiz, benim ödülüm bu mu olacaktı, sen iyiliği, kötülükle mi karşılarsın?" demiş. Ama kral, ona, "Senin gecikmeden ölmen gerekiyor!" demiş. Hekim kralın, kendi ölümünü kesin olarak istediğini iyice anlayınca, ağlamış ve layık olmayanlara hizmet etmenin verdiği üzüntüyle kahrolmuş. Sonra, krala, "Benim ödülüm bu mu olacaktı? Sen bana vaktiyle bir timsahın davrandığı gibi davranıyorsun" demiş. _"Efendimiz, eğer ölümüm gerçekten zorunlu ise, bana bir süre tanı ki, evime gideyim! Bütün işlerimi yoluna koyayım! Ana-babama, komşularıma, cenazemi kaldırmaları için talimat vereyim! Ve özellikle tıpla ilgili kitaplarımı birilerine armağan edeyim!" demiş; "Bir de bir kitabım var ki, gerçekten alıntıların alıntısı ve 'Ender-i nadirat'tandır, onu size armağan olarak vermek istiyorum; kitaplığınızda itinayla saklayın diye!" Bunu duyan kral, hekime, "Nedir bu kitap?" diye sormuş; o da, "Değer biçilmez şeyler içerir. Açıkladığı sırlardan pek önemli olmayan biri şu: Başımı vurdurursan, kitabı aç ve sayarak üç sayfa çevir; sonra soldaki sayfadan üç satır oku! Kestirdiğin baş sana seslenecek ve ona soracağın her soruyu yanıtlayacaktır!" demiş. Bu sözleri duyan kral şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmüş; sevinçten ve heyecandan titremiş ve "Ey hekim, senin başını vurdursam da konuşacak mısın?" diye sormuş. Hekim de, "Evet, gerçekten öyle, efendim! Kitapta, bu hayret verici şey de yazılı!" demiş. Bunun üzerine kral ona gitmesi için izin vermiş; Ey kral! Bu kitabı alî ama başımı vurmadan önce kullanma; başım vurulunca, onu, içinde toz bulunan şu tabağa koydur! Kanımı dindirsinler! Sonra kitabı aç!" demiş. ……………………….> ************************* _Ender-i nadirat: Güç bulunanın en güç bulunanı _Afârât: İfrit sözcügünün çoğulu _Sağlıklı fahişe
·
3.317 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.