Tanrı sahte değildir… İnancımız yoksa biz de yokuz. . .“Tanrı sahteydi. Arzu bu sahteliğin tekrarıydı. Buna insanın sahteliği de eklenince, yaşam dayanılmaz bir hal alırdı. Şairler dışında kim vardı bu döngüyü kıran? Ölümün diliyle konuşan ve insana arzunun sınırsızlığı yerine gerçeğin sonsuzluğunu vaat eden kim kalmıştı şairlerden başka?”
Hikâyeler, hikâyeler, hikâyeler…
Ne çok hikaye var değil mi? Bilmediklerimiz, bildiklerimizin yanında derya, deniz…
Elimde olsa hepsini dinlemek ister miydim? Bilmek mi daha iyi, bilmemek mi, yoksa bilipte bir şey yapamamak mı? Öyle boş ki her şey, öyle sıradan ve öylesine…
Kitabın konusuna kısaca değinmem gerekirse; yer altında sorguya çekilen, sürekli işkence gören dört adamın, bir araya geldiklerinde birbirlerine hikâyeler anlatarak o sığ gerçeklikten kurtulmaya çalışmaları işleniyor. (Her şeye rağmen gülerek ve kahkahalar atarak). Hayallere dalıp kendilerine yapma gerçeklikler yaratmaları da dinlemeye değer, hayali demleyip içtikleri çaylar ve tüttürdükleri sigaralar da.
Âh o hikâyeler… Hiçte yadsınacak türden değil inanın. Onları dinledikçe dinlemek istiyorsunuz, neler hissettiklerini anlamak ve en önemlisi normalde nasıl insanlar olduklarını neler yaşadıklarını; seçimlerini, aşklarını, tutkularını, ne yiyip ne içtiklerini, hangi filmi yada hangi şiiri en çok sevdiklerini merak ediyorsunuz.
Ben kendimi de merak ediyorum bazen… Edebiyat olmasa, mesela şiir… Ne yapardım? Nasıl yaşardım? Bir bitki gibi mi veya evde herhangi bir yere konan kenar süsü? Sonrasında da düşünme diyorum düşünme. Edebiyat var ve gittiği yere kadar da sen varsın. Var’sın. Yaşa gitsin.
İstanbul, İstanbul… demir kapının paslı sesi…
“ acıda herkes yalnızdır, sen de çözüleceksin…”