Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Geleceğimizde İslam Var'dan Alıntılar - 20
Hz. Peygamber tarafından oluşturulan Medine Toplumunda mülkiyet anlayışı Roma anlayışının zıttıdır. Roma hukukunda mülkiyet, “kullanma ve kötüye kullanma” hakkıdır, jus utendi et abutendi. Mülk sahibi mülkü üzerinde takdir yetkisine, keyfi kullanım hakkına sahiptir. Bu ana prensip, Napolyon kanunnamesinin ve halihazırdaki bütün ekonomik sistemlerin esasını oluşturur. Bu hukuk, mülk sahibine gerçek bir ilâhi hak tanır. Sahip olduğu şeyleri cezalandırılma korkusu olmadan imha ve tahrip edebilir. Bunu yapmakla, hayati açıdan zorunlu mallardan toplumu yoksun bıraksa dahi... Servetini de sınırsızca yığabilir. Mesela Fransız hukukunda işletme, miras hukukunun bir uzantısı olarak görüldüğünden, işletme sahipleri faaliyetini durdurbilir, devredebilir veya personelini atabilir. Kamu yararı için, istimlâkler konusundaki çeşitli kanunlar ve hatta ücretlilerin baskısıyla alınan tedbirler, bu imtiyazlara daha yeni yeni el atmışlardır. Bu imtiyazın her türlü tahdidi, her seferinde ondan yararlananlarla sonuçlarına katlananlar arasındaki güç dengesine bağlı kalır. Daha baştan ve prensibi gereği İslâmi anlayış, bu sisteme kesinlikle karşıdır. Mülkiyet müteâle, yani Allah'a dayandırıldığı için, İslâm hukukuna göre mülk, ne bireyin ne de zaten bir grubun veya devletin hakkıdır. Mülk sosyal bir işleve sahiptir. Mülk sahibi ister fert, ister ortaklar, isterse devlet olsun, servetinin hesabını topluma vermek zorundadır. Çünkü o, bu mülkten sorumlu bir idareciden, bir vekilden ibarettir. İşte bu noktada biz, Hıristiyan inançlarını oturtan Kilise büyüklerince eskiden yasaklanan, fakat Batı'da hayli zamandır unutulan şu ilkeyle yeniden karşılaşıyoruz: Çalmak, insanın ihtiyaç duyduğu şeyi alması değil, tam aksine ihtiyacı olmadığı şeyi yığıp biriktirmesidir. Bir cemaatin din anlayışının gerekleridir bunlar. Kur'ân'ın da, mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan Hümeze, 104/2; cimrilik eden ve kendi kendine yeterli olduğunu zanneden Leyl, 92/8; servet toplayıp da yığan ve hayırda harcamayan Meâric, 70/18 ve malı mülkü sınırsız bir sevgiyle seven Fecr, 89/20 kimseleri durmadan lanetlemesi manidardır. Servetin en iyi dağıtımının gerçekleştirilmesini istemekle beraber İslâm'ın çalışarak, miras veya hibe yoluyla edinilen özel mülkiyet hakkını kabul ettiği de doğrudur. Ne var ki servet edinmede çalışma esaslı bir rol oynar. Hz, Peygamber'in bir hadisinde şöyle ilân edilir: Allah buyurur ki: Toprağa ancak ona emek veren sahip olabilir. Charles Gide (Şarl Jid), Ekonomi Politik (Siyasi İktisat) Elkitabı'nda şu noktanın altını çiziyordu: İslâm hukuku özel mülkiyeti ancak o toprağı bilfiil işlemekte olana tanır. Kur'ân, tefeciliği yasaklamakla yetinmiyordu. İslâm'ın yayılışının ilk dönemlerinde kazanılan askeri zafer, topraklara el koyma hakkını değil, sadece cizye alınması yetkisini veriyordu. İşte başlangıçtaki bu idealin sönükleşmesiyledir ki o topraklarda oturmayıp ziraat yapanların emeğini sömüren mülk sahipleri sistemi ortaya çıktı. Ebu'l-Hasan en-Nuri tarafından, Onlar hiçbir şeye sahip değildir ve hiçbir şey de onlara şeklinde formüle edilen mutasavvıfların temel prensibi, tıpkı Hıristiyanlıktaki keşişlik gibi (genelleştirilmesi mümkün olmayan) ancak uç bir durumdur. Nitekim İslâm'ın pazar anlayışıyla ilgili şeriat hükmü oldukça manidardır. Batı'da pazar esas itibariyle (en azından liberalizm döneminde ideal olarak tasarlanan haliyle), bir toplumun ihtiyaçlarının belirlenip dile getirildiği daimi bir halk oylamasıdır. Oysa kapitalist sistemin, yani devletin tekelci kapitalizminin çöküş döneminde ürün sürüm zincirinin yönü değiştirilir ve en güçlü üreticiler kendi ürünlerini piyasaya sürmek için pazarlar oluştururlar. İslâm ekonomisi, en azından prensipte, bu kapitalist pazar anlayışının liberal şekliyle de, tekelci biçimiyle de uyuşmaz. Pazar meşru kabul edilmişse de, piyasa başlı başına bir gaye değildir. Pazar gerçek ihtiyaçları karşılamalıdır. Dolayısıyla da piyasa, gayeleri ve vasıtaları bakımından, (pazarı da, içinde işlediği toplumu da aşırı belli bir hedefe yönelik bir yönetime bağlı, işleyişi de İslam kurallarına uygun olmalıdır. Bu ise gelirlerin âdil bir dağılımını ve fiyatların gerçek maliyeti yansıtmasını engelleyen tekellerin reddini gerektirir. Demek ki İslâm, rakip güçler arasında hiçbir zaman tarafsız değildir. Söz konusu olan sadece muamelelerin düzgünlüğünü denetlemek de değildir. İbn Haldun'un bu konuda verdiği bilgiye göre bu, muhtesibin işidir (Haçlı Seferler, sonrasında bu müesseseyi Batılılar Müslümanlardan kopya ettiklerinde, Batı kaza ve kasabalarında muhtesibe esnaf denetçisi adı verildi). İslâm toplumunda önemli olan hedeflerdir. Pazarsa, bu hedeflere erişmek için sadece bir vasıtadır. Nitekim Kur'ân, ne ticaretin, ne kazanma hırsının, namazdan ve zekâttan alıkoyamadığı kimselerden (Nur, 24/37) söz eder. Dinin bir farzı olarak sadece kazançtan veya gelirden değil, elde bulunan meblâğdan, yani sermayeden de alınan ve İslâm'ın beş şartından biri olan zekât, sosyal transferleri sürekli olarak yapıp yürütme ve toplumsal hareketliliği sağlama aracıdır. Fransa gibi bazı Batı ülkelerinde ancak 20. yüzyıl ortalarında, asırlık bir sınıf mücadelesi sonrasında kavuşulan sosyal güvenliğin bu ilk şekli, İslâm'da dinin bir emri olarak tam on dört yüzyıl öncesinde gerçekleştirilmişti. Eski Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnâsır zekâtı, sosyalizmin İslâmi yapısının orijinal niteliklerinden biri olarak görüyordu. Tamamen İslâm'a özgü bir başka yenilik, lüks ürünlere dolaylı vergilerin konulmasıdır. Ayrıca, toplumun güvenliğinin ve huzurunun bağlı bulunduğu bütün ürünler için devlet tekelleri ve farklı bir gümrük sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemin esasları İslâm kamu hukukunda 10. yüzyıldan itibaren mevcuttu ve Müslümanları taklit ettiği, bu mevzuatı alıp Avrupa'ya aktardığı ve Almanya'ya da soktuğu için Hohenstofen hanedanından Kutsal Roma İmparatoru ve Sicilya Kralı (Arap kültürünün büyük hayranı ve zaten bu dille mükemmel bir şekilde konuşan) 11. Frederic (Frederik) modern devlet adamlarının ilki olarak görüldü”. Özetle, İslâm prensiplerinden doğan ekonomi, Batılı büyüme modelinin tamamen karşıtıdır. Batı modeli üretim ve tüketim anlayışına göre, insani gayeleri hiç hesaba katmaksızın faydalı, faydasız, zararlı, hatta öldürücü her bir şeyi gitgide daha çok, gitgide daha hızlı üretmek ve tüketmek başlı başına bir amaçtır. İslâm ekonomisi ise, Kur'ân'ın prensibi gereği, büyümeyi değil, dengeyi hedef alır. Bu İslâm ekonomisi, ne (mesela Amerikan tipi) kapitalizmle, ne de (mesela Sovyet tipi) sosyalizmle özdeştirilebilir. İslâm ekonomisinin en temel özelliği, kendisinde kendi gayelerini taşıyan bir ekonominin kör çarklarına itaat etmemek, aksine birbirinden ayrılamaz şekilde insani ve ilâhi en yüce hedeflere boyun eğmektir. Çünkü insan, ancak ilâhi olana tâbi olmakla gerçekten insan olur.
76 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.