Ne zaman yaşamı sevsem, sabah uyanıp güneşin sıcaklığını göğsümde hissetsem, içtiğim bir bardak çaydan, kahveden normalin üzerinde haz alsam o ânın arkasından gelecek olan tükenme gerçeği çıkar karşıma. Güneşin bir gün benim için doğmayacağı, arka arkaya on bardak içilen içeceğin ağzı yoracağı, kısacası ânın içini açtığım zaman gelecek kaygısı çıkıverir karşıma. Bazen bu hastalıklı ruh halinin içine daldığımda karşımda bir ütopya hayali beliriverir. İsteklerime, sevdiğim her şeye ulaşacağım bir zaman diliminin hayali. Sonra onun da içinden tüm bunların eksik kaldığı, sevdiklerimden koparıldığım, isteklerimi tamamlayamadığım bir distopya çıkıverir. Sanki kabuslar, güzel rüyalardan daha gerçekçi gelmeye başlar. Bir miktar korksam da kabullenirim. Tam kabullendiğim noktada matruşkamın bu parçasından karşıma geçmiş özlemi çıkar. İnsanın tabiatı yorulunca geçmişe yaslanmaktır. Geçmişin yalnızca güzel yanlarında dinlenirken yeni bir parça daha sökülüp geliverir elime; geçmişin kötü yanları. Yine içimi bir huzursuzluk ve değiştirelebilirlik hırsı kaplar. Bu hissin içinden yine şu ân çıkar önüme. Telafi etmek isterim içimde kalan, memnun olmadığım her şeyi. Bu hevesle açtığım yeni matruşka parçam son değildir ama sona yakın bir parça verir elime;ölüm gerçeği. Yaptığım nice telaşlı hamleyi kavrayıp bitirecek bir ölüm var ve bununla yüzleşirim. "Yaşamı değerli kılmak için mi ölürüz yoksa ölmek için mi yaşarız?" Bilemem. Belki de bizden sonrakilere yer açıp başkalarını yaşatmak için yaşarız ölümü. O halde başkaları için fedakarlık yapmadan önce yakalamam gerekir yaşadığım ânı. İşte matruşkamda tam bu parça açılınca yaşamayı severim. Ne zaman yaşamı sevsem başa dönerim...