Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

608 syf.
·
Puan vermedi
Geniş Özet
Tanrı'yı ve dinleri akademik bir çevrede konuşmak ne kadar mümkün ve doğrudur, bilemiyorum. Bilim bazı inanç temelleri üzerinde yükselmiş ve bunlar yıllar içinde birbirine öylesine kenetlenmiştir ki artık bunun dışında söylenen bir şey'in imkanına dair düşünmemek gerektiğine dair bir algı vardır.  Armstrong'un bir kaç eserini daha okuma fırsatı bulmuş biri olarak şunu söyleyebilirim. En azından kendisi bilimsel bir etik'e sahiptir. Yazdığı ya da konuştuğu şeyde çerçeveyi doğru bir şekilde ortaya koyup, kendisinin de kim olduğunu belirterek, ne anlatmak istediğini ve nereye vardırmak istediğini çok güzel ifade ediyor kitaplarında. Bu eserin giriş kısmında kendisini bir ateist olarak konumlandırıyor ve bu kitapta yapacağı şeyin insan'daki Tanrı kavramının dönemsel olarak nasıl değiştiğini aktarmak olduğunu belirtiyor. Tabi ki bunu yaparken benim referanslarımı ya da Semavi dinlerin aktardıklarını delil olarak kabul etmiyor. Bunu tabi ki kendisiyle konuşma imkanımız olmadı ama "neden" diye sorabilme imkanımız olsa, cevap aşikar bir şekilde bilim'sel değil olacaktır.  *Başlangıçta Bu kısımda Armstrong semavi dinler öncesini aktarıyor (kendi sınıflaması ile böyle ifade ediyorum ve bunu nefs'imin el verdiği ölçüde bu şekilde yapmaya da devam edeceğim). Burası pagan tanrılarını anlatmak ile başlıyor. Marduk ve Baal en sık tekrarlanan ve haklarında en çok şey bilinen Tanrılar. Babil'in ve Filistin'in Tanrıları yani...  Buradaki anlatı çok klasik olduğu için tekrarlamaya gerek görmüyorum. İnsanlar neden Tanrılara ihtiyaç duydular ya da hangi gereksinimlerini sağladılar gibi neden-sonuç ilişkisinin bir ürünü olarak Tanrı kavramını hayatın içine entegre etmeye çalışan düşünceler mevcuttur. Ama ilginç olan nokta şudur ki; -ve benim için ayrıca şaşırtıcı ve üzücü- İbrahim(as), İshak(as) ve Yakup(as)'ın pagan oldukları görüşünün bir savunu halinde bu kitapta yer etmesidir. Buradaki gerekçe de şudur o dönem kronolojik gelişme içinde inananların pagan olması gerekiyor ve çeşitli eklemlemeler sonucunda Tek Tanrı inancına geçilmiştir. Bu da Tevrat ile olduğu için ondan önceki dönemde pagan geleneği ve onun savunucusu insanlar vardır. İbrahim (as) ve soyu bu nedenle pagandırlar.  Sonrasında Filistin ve Babil'den konu sekerek Hindistan ve Antik Yunan'a gelecektir. Hindistan o dönem için dine liberal yaklaşmışlardır. İnsan Tanrısal bir özelliğe sahip olduğu ve bunu yoga gibi faaliyetler sonucunda ortaya çıkarması gerektiği görüşü savunulmuştur. Nirvana bunun en üst noktasında insanın sorun'suz hale gelerek belki cenneti yaşamasıdır. Hindu dinlerinin risalelerine Aranyaka ve Upanişadlar diyorlar. Bunların bir araya getirildiği kitaba ise Veranda deniyor.  Yunanistan'da ise Armstrong şükürler olsun Yunan mitolojisine derinlemesine girmiyor. Kesinlikle eğlenceli olacağı açık ama konuda kaybolmakta oldukça mümkün. Burada Sokrates, Platon ve Aristoteles etrafında Yunanlıların Tanrı anlayışını ortaya koyuyor. Sokrates ve Platon basitçe ifade etmek gerekirse insanda Tanrısal öz kabulünü ortaya atarlar. Bunun en önemli çıktısı olarak da şunu savunurlar. Düşünmek aslında bir hatırlamaktır. Bir adım ilerisine gideceksek şunu da hatırlatmamız gerekmektedir. Platon'un mağara benzetmesi... İnsan bir mağarada çeşitli yansımalar görür. Ve ancak duvara yansıyan ışıklar ruh'un Tanrı'ya dokunmasıdır. Aristoteles bu iki kimseden biraz daha farklı bir konumdadır. Kendisi biraz daha pozitivisttir bu dönemin diliyle ifade etmek istersek. Aristo, Tanrı'yı biraz daha ikincil bir konuma iter. Dünyayı yaratmıştır, şekil vermiştir. Ama insan ve dünya ile herhangi bir ilişkisi kalmamıştır sonrasında. Ona yaklaşmak ise insanın en önemli faaliyetidir. Bu ancak sophia ile gerçekleşebilir. Bunun sistematik isimlendirilmesi Aristo için theoria'dır. Yani kendimce tanımlayacak olursam şu şekilde söyleyebilirim. Tanrı Taklitçiğinin tefekkürü ya da daha felsefi söyleyecek olursak da Felsefi Hakikat Tefekkürü demeliyiz. Böyle olmayan bir yaşama ise phronesis der. Tam bir çeviri olmamakla birlikte sorunu çözmek için bu kavrama da alelade bir yaşam diyebiliriz.  *Tek Tanrı  Armstrong, Peygamberler kıssalarına dair rivayetlerini İncil'den sağlıyor.Bu durum her ne kadar eleştirel dursa da; gayet makul olduğunu kabul etmek gerekir. Bilgiye ulaşılabilirlik, açıkçası asimetrik bir avantaj sağlıyor Hristiyanlık için. Asıl eleştirilmesi gereken nokta şu olabilir. Armstrong hipotezini kabul edip ilerlediğinde aslında hipotezini sınava ve onu kanıtlama imkanını kendi elinden alıyor. Ne demiştik bu kitabı yazdığı sırada kendisini bir ateist olarak tanımlıyor ve bu bağlamda kitabın adı Tanrı'nın Tarihi ama aslında tartıştığı konu insanların Tanrı tasavvurlarının tarihi değişimini oluyor. Armstrong'da bu şekilde açıklıyor kitabının içeriğini. Burada bilimsel yaklaşımda bir sorun ortaya çıkıyor. Tevrat'tan bir veriyi de insanın yorumu olarak incelemek durumunda kalıyor. Örneklemek çok kolay olmamakla birlikte bir cümle de Tanrı insanlara merhamet gösterdi gibi bir şey gördüğünde Armstrong şöyle bir çıkarımda bulunuyor. Bu demek oluyor ki, insanların bu dönemde umuda ihtiyaçları vardı onun için bu şekilde yazıldı bu kutsal metin. Eğer şöyle bir karşı tez oluşturulsa ama Tevrat tahrif edilmiştir; dolayısıyla bunlar insanlar tarafından yazılmıştır. Ona da şu şekilde cevap vermek gerekir. Hangi kısmının tahrif edilip edilmediğini tam bilmiyoruz ve ek olarak tahrip edilen kısmın orjinallikten ne kadar uzak olduğunu da tespit edemiyoruz. Peygamberleri de Tanrı tarafından görevlendirilmiş insanlar olarak görmek ve kabul etmek yerine onları dini yorumlayan ve bu konuda ders veren filozof seviyesine indirgemiştir, Armstrong. Dolayısıyla Tanrı tasavvuru aslında Peygamberlerin Tanrı'yı algılama anlayışlarına göre şekillenmiştir ve böylece dönemsel şeriatler ortaya çıkmıştır. Burada üç temel Yahudi Peygamberinden bahsediyor. Bunlar İşaya, Amos, Hoşea ve II. İşaya'dır. İşaya ve Amos'un Tanrıları daha eşitlikçi ve toplumcudur; bu sayede pagan dinleri arasında kendine bir yer bulabilmiştir Yehova. Hezekiel, Yehova'yı mucizeler eşliğinde gözlemlemiştir; Armstrong bu kısmı da şöyle açıklıyor. Bu sayede Hezekiel görüşlerini ve savunularını anlaşılması imkanı olmayan mutlak güç sahibinin talepleri olarak dile getirip uygulanmasını sağlamıştır. Son olarak, II. İşaya'nın Tanrısı ise Yahova'yı Tek Tanrı olarak ortaya koyuyor. Tarihi süreç içerisinde sosyo-ekonomik şartlara karşı umut aşılayan bir Tanrı olmasının genel kabulü sağladığının iddiasındadır Armstrong.  Ayrıca, Philon'dan bahsetmenin önemli  olduğuna inanıyorum kendisi Yehova teolojisinin oluşturulması adına kıymetli bir rahiptir ve Yehova'nın anlaşılması sağlar. Bir nevi teslis inancına benzer bir yaklaşım vardır Yehova için. Bunla ousia, dynameis ve energeiai'dir. Anlaşılabilirliğini arttırmak için sırasıyla öz, güçler ve etkinlikler diyebiliriz bunlara. Öz, Tanrı'daki cevhere dair bir şeydir. Ve yeryüzünde bir izdüşümü yoktur. Bazen Tanrı bazı kuvvetleri ile yeryüzünde gözükebilir; bu durumu da kendisinin dynameis ve energeiai'si ile sağlar. Buna ek olarak, Tanrı'nın ousia'sı aynı zamanda insanlarda da kısmi olarak bulunmaktadır. Bu inancın çıktısı olarak insan olmakla alakalı bir özelliğine zarar vermek birinin Yehova'ya inanan biri için ateizme yakın ve en ciddi cezaya çarptırılması gereken bir suç işlemiştir. Ve yine bu kapsamda insanlar hayatın bütün zevk ve imkanlarından haz alarak mutlu olmadırlar; çünkü içinde Tanrısal öz taşıyan birinin mutsuz olması günah olarak nitelendirilebilecek bir iş yapmıştır.Teolojisi bir nevi teslisi hatırlatmaktadır.  Platon'un ilk hareket ettiricisi'nden biraz farklı bir durum vardır. Bir nevi düzenek kurulduktan sonra Platon'un Tanrısı başlat düğmesine basmıştır ve kenara çekilmiştir. Yehova'da öyle çok dünya işleriyle uğraşmamaktadır; ama arada sırada bazı kuvvetleriyle yeryüzünde bazı işler yapabilmektedir. Bu iki Tanrı algısını pagan Tanrıları ile kıyasladığımızda oldukça pasiflerdir. Çünkü pagan tanrıları hemen hemen her iş için inananına yardım edip yol göstermektedir.  Son olarak Yehova'ya inananlar için tapınak yapmak bir nevi Tanrı'nın yaratıcı eyleminin taklididir. İnsanın bir şekilde Tanrı'ya yaklaşma çabasının ürünüdür ve tapınak bir çeşit mikro evren olarak değerlendirilir.  *Putperestlere Bir Işık Bu bölüm İncilleri biraz daha tanımak için kıymetli olabilir. İlk İncil, Markos tarafından yazılıyor. İsa (as) doğumundan 40 yıl sonra olabilir. Yani Hz. İsa yeni ölmüş durumda ya da göğe yükselmiş durumunda diyebiliriz. Armstrong’ dan alıntı ile Markos şöyle ifade ediyor. "Kardeşimiz İsa" bu da demek oluyor ki o dönem Tanrının oğlu ifadesi mevcut değil. Şu anda Hıristiyanlarda olan genel İsa algısı ise Aziz Pavlus tarafından makyajlanarak bize ulaşıyor. Kendisi göklerden İsa ile konuştuğunu haber veriyor ve yaklaşık İsa'nın doğumdan sonraki 100 lü yıllara tekabül ediyor bu vakalar. Burada dahi net bir şekilde bir Tanrı'nın oğlu ifadesi yok ama 4. yy ile birlikte bu algı Hıristiyanlık teolojisine iyice yerleştiriliyor. Armstrong burada şöyle bir yorumda bulunuyor. Bu teolojinin yerleşmesindeki etki aslında Budizm’den transfer edilmiştir. Çünkü Badhisattva'lar aracılığıyla öğrendiğimiz teolojiye göre burada Brahman ( yaratıcı) , Şiva ve Vişnu avatarları vardır. Bunlar sırasıyla yaratıcı, yaratan/yok eden ve Tanrının yeryüzündeki yansımalarına karşılık gelir. Antik Roma'da Hıristiyanlık'ın yayılma sebeplerinin başında ise insanların bir inanma ihtiyacının daha yumuşak bir şekilde karşılanması tezini ortaya koyuyor Armstrong. İddiasını şu şekilde savunuyor sünnet olmak ya da ibadet etmek gibi ritüeller olmadığı için Antik Roma'da Hristiyanlık kolayca yayılmıştır . Daha çok duygu temelinde bir din olarak algılandığı için kalbe ferahlatıcı etkiler sunmuştur erken dönem yayılışında. Ek olarak, Armstrong'un ifadesine göre Kitab-ı Mukaddes'in Tanrı'sına göre Hz. İsa daha yumuşak ve naziktir.  *Teslis : Hıristiyan Tanrısı Burada biraz vicdanlı olduğumu göstermek için şahsım adına bir teşekkür ile başlamam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Armstrong sayesinde bazı felsefi kavramları ve Hristiyan teolojisine dair şeyleri daha iyi kavradım.  Bunların başında Teslis inancı içinde yer alan Tanrı'nın Oğlu İsa yer alıyor. O aynı zamanda bazı Hıristiyanlar için Logos olarak kabul ediliyor. Logos'u da basitçe şöyle tarif ediyorlar.Her yaratılışın içinde bulunan bir cevherdir.Ve dünyada Tanrı'ya en yakın olan başka bir şekilde ifade edecek olursak en Tanrısal olandır. Bundan dolayı da kutsaldır. Tabi, Teslis inancı da zaman içinde bazı değişim ve gelişimler yaşamıştır en azından teolojik açıdan. Bazı isimleri adıyla zikretmek önemli olabilir burada. Örneğin Arius, kendisi Tanrı'nın Oğlu gibi bir kavramı kabul etmemektedir. Burada eleştirileri de Müslüman olanların baktığı yere çok yaygın ve paraleldir. Kronolojik olarak tam yerini bilmesem de kitap içeriğine göre Arius arkasından gelen Athanasius ve Marcellus baba ve oğlu aynı/benzer olarak kabul ederler, sırasıyla. Bu durumda Arius ve onun görüşünde olanlara karşı birlik olmak için yeterli miktarda birbirlerine yakın oldukları aşikardır. Hatta sonradan gelen Aziz Antonius (İtiraflarım kitabının yazarı), Athanasius ve Marcellus'a yakın düşünür; ve görüşlerinde kişisel deneyimlerini de yani theosis (Tanrısallaşmasını) da katar.  Arius dışında kalanların teolojisinin zeminini kerygma ve dogma'ya oturtmak yararlı olabilir. Kerygma genel anlamda kitabi bilgi olarak kabul edilebilir. Bu iyi bir dindar olmak için yeterli değildir; hatta anlaşılması mümkün olan bir nokta dahi değildir. Ulaşılmak istenen hedef için hala uzaktır. Dogma ise içsel deneyimler ve pratikler gerektirir. Burada theosis vuku bulur ve bu sayede kişi din içinde en üstün seviyeye erişebilir.  Hıristiyanlık teolojisi erken dönemlerinde teslis inancını kurumsallaştırmak ile geçmiştir diyebiliriz. Yukarıda bahsettiğim isimlerden sonra gelen kimseler de benzer bir şekilde teslis inancının gerekliliğinin önemini ortaya koymaya çalışmışlardır. Kapadokyalılar olarak anılan Hıristiyan bilginlerinin temel görüşü baba, oğul ve söz olarak ortaya çıkan üç farklı özelliğin bir Hıristiyan'ın Tanrı'yı anlaması yolunda gerekliliğidir. Daha önce de bahsettiğim gibi çünkü Tanrı'nın anlaşılamayacağı ve bilinemeyeceğini düşünen bu bilginler bu tarz tezahürlerin varlığına muhtaç olmuşlardır. Bu durumu kavramsallaştırmak için de hypostasis ve psopon gibi kelimeleri kullanmışlardır. Aziz Augustinus tam bu noktada çok Aristo vari bir görüş ortaya koyar. Bu konuyu Memoria başlığı altında işliyor. Bilinçaltı , hatırlama ya da zihin olarak adlandırılabilecek bir kavramsallaştırma ile Tanrı'nın algılanabileceğini ortaya koyar. Aziz Augustinus için bu Tanrı'da ,ikilik oluşturur. Hem kendi içinde bir Tanrı hem de kendi dışında bir Tanrı vardır artık. Kendi içindeki Tanrı ise theosis faaliyeti ile güçlendirilmelidir ve dışarıdaki Tanrı'ya yaklaşmalıdır. Bu aynı zamanda şu anlama da gelmektedir; Tanrı kavramı her insanın içinden bir durumdur. Bunun için Theosis faaliyeti dışında bir şey yapmaya gerek yoktur. Tekrarlamak gerekirse bu kavramların her birinin nedeni Tanrı ousia'sının yani öz'ünün tam olarak kavranamayacak olmasıdır. Theosis faaliyetinin en önemli kuramcısı Dionysos'tur ve onun faaliyetlerinden bu düşünce sistematiğini öğreniyoruz. Ayrıca bu anolojinin insan ruhuna sekmesi de mevcuttur. Ruh üç kısımdan oluşur: Bellek, anlama ve istek'tir. Bunlar aynı zamanda bilgi, kendini bilme ve sevgi olarakta geçerler. Tek yaşam vardır, tek öz'e aittir. Ama üç farklı şekilde tezahür eder ya da üç farklı yapısı vardır. Bu durumda teslis inancı ile benzerlik göstermektedir.  *Birlik İslam'ın TanrısıBelki de şöyle başlamak yerinde olacaktır. Buna benzer görüşlerimi daha önceki kitaplarından dolayı da sarf etmiştim Armstrong için. Gerçekten bir akademisyen olarak bendeki yeri çok saygın. Elinden geldiğince kaynakları derinden inceliyor ve bunları okuyucusuna samimi bir kaygı ile aktarıyor. Ki açık konuşmak gerekirse bunu çok daha popülist bir şekilde yaptığı takdirde daha çok kredi kazanabilirdi başkaları tarafından. Allah(cc) kendisine hidayet nasip etsin inşallah. Tabi burada yazdıklarım İslam'a yaklaşımı açısından ifade edilmiş şeyler diğer dinlerin mensupları belki farklı görüş sahibi olabilirler.  Bu bölüm için genel olarak şunu yazabilirim. Tabi ki gerçekleri yorumlama şekli benim için kabul edilemez bir durumda. Kendi yorumlarını kenara koyabildiğimiz takdirde gerçekleri aktarması ve ya ahkam'ın ne olduğuna dair açıklamalarına baktığımız da her Müslüman'ın bilmesi gerektiğini düşündüğüm şeylere kitabında yer verebiliyor olması çok saygıdeğer. Yani kitabın bu kısmındaki yorumları çıkarsak ve gerçeklik olarak anlattığı kısımları sıralarsak elimizde ufacık hatalar barındıran bir ilmihal kalır. Bunu da bir ateist kaleminden görünce insan elini vicdanına koyarak tebrik etmesi gerektiğini anlar. Keşke kahır ekseriyetimiz bu malumatlara sahip oluverseler diye de temenni ederiz.  Sonuç olarak incelemenin bu kısmında sadece yanlış bilgilerinden ve ilgimi fazlasıyla çeken yorumlamalarına dair şeyler yazacağım.Bunu bir sınıflamaya tabi olarak yapmak belki akılda kalıcılığı arttırabilir. Hatalarından başlayıp sonrasında da İslam'a dair bir Batılının doğru bakış açısıyla ortaya koyduğu yorumlarından bazılarını göstermeye çalışacağım.  +Şeytan'ın Kıyamet günü affedileceğine dair bir bilgi aktarıyor. Ne yazık ki bunu hangi kaynağa dayandırdığı da belli değil. +Allah'ın 99 isminden birinin El-Kalima olduğunu dile getiriyor. Bu bilgi de kendisinin azınlık yanlışlarından biri. Ayrıca hataya yayınevi tarafından dipnot olarakta işaret edilmiştir; oldukça kıymetli buluyorum bu durumu.  Şimdi ise İslam'ı anlama ve onu güzel yorumlamalarına dair birkaç kısmı olabildiğince orijinal formuna bağlı kalarak yansıtmaya çalışacağım. +"Arapça'nın güzelliğinin tadına varamayan bir Batılı'ya göre olağanüstü Kuran sıkıcı ve tekrarlarla doludur" sayfa 191 +"...İslam uygar dünyada yer edinince, Müslümanlar kadınları ikinci sınıf konumuna sokan Uygar dünyanın adetlerini benimsediler..." sayfa 211 Türkçe'den Türkçe'ye tercüme edersek diyor ki İslam'da kadınlara değer veriliyordu da; onu bırakıp modern olmaya çalışınca kadınlara verilen değer ortadan kalktı. +"...Bugün Müslüman feminist gruplar erkeklerini Kuran'ın özgün ruhuna dönmeleri için zorluyorlar..." sayfa 212 +"Gelenekçiler, her şeyden önce, Kuran'ın, Tevrat ve Logos gibi, ezeli gerçeklik olduğunu, bir tür Tanrı'nın kendisi olduğunu savundular. Kuran, ezelden beri O'nun zihninde mevcuttu.Kuran'ın yaratılmış olmadığı öğretileri, Kuran'ın okunduğunda Müslümanların doğrudan gözle görülmez Tanrı'yı duydukları anlamına geliyordu..." sayfa 215  Ve kitabi bilgi oluşturması açısından kendime olan ufak notlarımı da buraya yazayım. Karen Armstrong'un İbn-i İshak Siyer'inden bolca yararlandığını referanslarından anlıyoruz. Kelam ekolü Eşari ile başlıyor. Sonrasında bu ekolün en büyük ilahiyatçısı olarak Ebu Bekr el-Bakillani geliyor. *Filozofların Tanrısı  Armstrong ile yolculuğumuz devam ediyor; açıkçası kronolojik olarak da kendisiyle ilerlemek zevkli, malumat edinimi açısından da kıymetli.  Burada çok fazla filozofun adı var. Açıkçası ben okumam sırasında Müslüman filozoflara daha çok odaklandım ve onların ilgilendikleri sorular ve çözüm önerilerini incelemek daha kıymetli geldi. Ve açıkçası dönem açısından Müslüman filozoflar meslektaşlarına (sanırım bu ifade doğru değildir) ciddi bir fark atmışlardır. Diğer diyarlardaki filozofları etkileyen onları düşüncelerine yön veren kimselerdir Müslüman filozoflar. Bu noktada Armstrong'da çok ciddi bir şekilde kendilerine haklarını vermişlerdir.  Genelleme ile başlayacak olursak burada asıl tartışılan konu şuydu. Evet, Tanrı vardı ama konumlanması nasıldı. Neydi, kimdi, nasıldı, özellikleri neydi, neler yapabiliyordu gibi şeyler tartışılıyor. Kronolojik olarak ilerlemeye çalışır isek Antik Yunan'ın Tanrı'sı (yani anlayışı) ilk kuvvet'tir ya da ilk hareket ettirici'dir. Günlük hayatta bir yeri yoktur; hatta bundan dolayı düşünce içinde yer almasına da gerek yoktur. Buradan biraz sonrasında da akılcı'lığın her şeyin ötesinde olduğu bir durum var. Akılcılık bir nevi insanı Tanrı yapabilme kudreti veren ve onu kutsallaştıran bir unsurdur. Bunun başlangıç noktasında Tanrı'dan geldiğine inanılan bilgi dahi önemli değildi. Çünkü kutsallık içsel bir şeydi ve kişisel deneyim sonucunda gelişebilirdi.Sonrasında daha başka filozoflar çıktılar; vahye önemi ortaya koydular. Evet, biraz önce bahsettiğimiz her şey doğruluğunu koruyordu ama Peygamberler en büyük filozoflardı ya da onlar başka bir konumdaydılar; onlardan hemen sonra filozofların aktiviteleri geliyordu. Burada yol hemencecik ikiye ayrıldı. Bu felsefe eylemi bir zümreye mi ait olmalıydı; yoksa herkes tarafından icra edilebilir miydi? Netice olarak ortaya atılan şey Tanrı'nın varlığı her birey'in kendisinden tespit edebildiği bir haldir ama ötesinde vahye dayalı ilerlemek gerekliliğidir. En nihayetinde şurada bir kaynaşma olduğunu ifade edecek olursam başım ağrımaz diye düşünüyorum. Belli farklılıklar olmasına rağmen bu bölümde adı geçen her filozof bir şekilde Tanrı'nın varlığının akılla ilgili bir yanının olduğunu ortaya koymak dışında bir de ezoterik bir faaliyetin varlığını önemserler ve gerekliliğini beyan ederler.  İslam'da ilk akılcılık teorisini ortaya koyan kimse isim olarak, Yakub ibn İshak el Kindi'dir. Hatta bazı noktalarda Peygamber'den gelen bilginin göz ardı edilebileceğinin beyanına sahip olduğunu söyler Armstrong. Orijinal metninden okumadığını bilerek ve taraflı ya da hata yapabilecel bir gayriMüslim tarafından çevrilme ihtimallerini not ederek bu bilgileri değerlendirmek gerekmektedir. Burada Tanrı'nın varlığını felsefi bir tanımla kanıtlamaya çalışmaktadır Kindi, ex nihilio. Bir şeyin yoktan var edilmesi. Bunun ancak Tanrı tarafından yapılabileceğini ifade eder. Önemli takipçilerinden biri Ebu Bekr Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi'dir. Tek doğru yolun akılla kavranabileceğini ifade eder.  Otantik felsefenin kurucusu Türk asıllı Ebu Nasr el-Farabi, geliştirdiği felsefi kuram ile sezgi ile birlikte İslam'ın düşünülüşünü avam'a yaymaya çalışmıştır. Kişisel ve sezgisel bir yan olduğu için herkesin eylemliliği gerekmektedir ve Aristo'nun Metafiziğin Maksadı kitabından etkilenerek imgeler vasıtası ile Tanrı'yı anla(t)maya çalışmıştır.  İbn-i Sina, Farabi'den biraz daha net ve sert bir üslüba sahiptir bu konuda. Her bireyin aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini kavraması gerektiğini ve ancak bu şekilde iman edebileceğini belirtir. Hatta bu kavrama işini bir ateist eylemi olarak değil; bir Müslüman eylemi olarak tanımlar. Platon'a yakın bazı görüşleri vardır. Dünyadaki bütün kevmiyetin bir tevhid'den oluşacağını düşünür ve bunu Tanrı'nın varlık kanıtı olarak sunar.  Saadya bin Yusuf, Yahudilik dinine felsefeyi ilk sokan kimsedir. Yusuf'un felsefesi de bu bağlamda Antik Yunan Felsefesine benzemektedir. Tanrı'yı ilk hareket ettirici ya da yaratıp kenara geçen olarak yorumlar.  Armstrong, Gazali'yi bu sahanın en önemli kimsesi olarak tanımlar. Nispeten detaylı olarak belirtebileceğimiz bir şekilde hayat hikayesini bizlerle paylaşır. Gazali, Farabi ve İbn i Sina'dan biraz daha farklı düşünür. Kendisi sezgilere çok önem verir; ben biraz bizcesini söyleyecek olursam bu varlığı bilebilme işini biraz kalbe bırakır. Aklında bunu layıkıyla yapamayacağını ama kesinlikle faaliyetine devam etmesi gerektiğini savunur. Çünkü akıl eğer Tanrı'yı kuşatabilseydi onun sonsuz güç ve kudret gibi sıfatları sınırlandırılmış olacaktır.  Gazali'nin karşısına sonraki dönemde İbn Rüşt çıkıyor. Kendisi biraz da amiyane bir tavırla ifade edeceksek felsefenin şanını korumaya kendini adamıştır. Aristo felsefesi ile geleneksel İslam görüşlerini birbiriyle harmanlamayı başarıyor. Hatta bu eylemi sonucunda Batılılar Aristo'yu öğrenebiliyorlar. Çünkü Müslüman aydınlar bu eserleri çevirmeye başlıyor; Batılılar da bunları kendi dillerine kazandırıyorlar. Hatta Haçlı seferleri ile Hıristiyanlar siyasi güç kazandıklarında yeni teolojilerini bu zemin üzerine inşaa etmektedirler. Bu zeminde Platon ve Aristo felsefesi yer almaktadır ve zeminin hemen biraz üzerinde şöyle bir paradoks yer almaktadır. Tanrı hem Her şeydir hem de Hiç bir şeydir.Bu kapsam 796 yılında Fransa'nın güneyinde yapılan bir konsül sonucunda İsa'yı Tanrı'nın Oğlu olarak kabul etmişlerdir. Siyasi olarak da bu fikir desteklenmesiyle yaygınlaşma imkanı olmuştur bu teolojinin. Aquinas biraz sonrasında Tanrı'yı herkesin hali hazırda kullandığı bir şekilde tanımlamıştır. Tanrı'nın varlığı kendinden vardır.  Son olarak Armstrong'un kendisine katıldığım bir yorumunu paylaşmak istedim. Diyor ki Tanrı'yı bir şeylerin daha üstünü olarak tanımlamak paganist bir yaklaşıma götürür insanı. Şunun gibi Tanrı en Bilge'dir demek ki; bilge'lik sahibi olan ve bazı iş ve oluşları yapıp yönetebilme kabiliyetinde olan şeyler vardır. Bu durum paganist bir düşünmeye kapı aralayabilir diyor; ki bence haklılık payı olabilir.  Bu bölümü kapatmadan sayfa 267'de Tanrı'nın varlığının kanıtları olarak ifade edilen şeyleri maddeleyeceğim.  1.Aristoteles'in İlk hareket ettirici savı 2.Sonsuz etkiler dizisi olamayacağı, bir başlangıç olması gerektiğini savunan benzer bir "kanıt" 3.İbni Sina tarafından savunulan, bir Zorunlu Varlık'ın olmasını gerektiren tesadüfi olaydan kaynaklanan sav 4.Aristoteles'in Felsefe'de ileri sürdüğü, bu dünyadaki mükemmellik hiyerarşisinin hepsinin en mükemmeli olan bir Mükemmel gerektirdiği savı 5.Evrende gözlemlediğimiz düzenin yalnızca tesadüfün eseri olamayacağını savunan, düzenden çıkarılan sav *Mistiklerin Tanrısı Armstrong eserinin dizaynını odaklanabilen kimseler için çok iyi tasarlamış. Malumat edinimi açısından konu hem kronolojik olarak çok iyi ilerliyor hem de kıyaslamalar ile kah geriye dönerek kah da diğer dinlerdeki karakteristikleri ortaya koyarak çok akılda kalıcı uzun bir eserin müellifi olmuştur.  Filozofların Tanrısı konusunda aklın teoloji oluşturmadaki önemi ortaya konulmuştur. Burada ise aklın yeterli olmadığı onun yerine imgelemlerin ve mistik düşüncelerin önemli olduğuna dair yeni bir tartışma konusu biz okuyucular için peydah olmuştur. Genel olarak İslam'daki hareketlenmeler ilgimi yakınlıktan dolayı daha çok çekmiştir.İslam dışındaki isimleri burada belki zikredip hızlıca geçerim.  Mistiklerin Tanrısı hakkında genel geçer olarak çok kısa bir şeyler söyleyecek olur isek; bu Tanrı daha çok öznel faaliyetler sonucunda anlaşılabilir ve daha geniş bir teolojiye sahiptir. Bu öznel faaliyetler sonucunda elde edilen kazanımlar her teolojik sınıflama altında meşru kılınır ve bu anlamda tekfir neredeyse yoktur. Tanrı ise genel anlamda olumsuz ile tanımlanma eğilimindedir pirler tarafından. Tanrı Hiç bir şeydir buna sert bir örnek olarak sunulabilir. Burada anlatılmak istenenin Tanrı'nın var olan hiç bir şeye benzememesi ve onun gibi olmaması tevili yapılarak açıklanır.  Yukarıda da bahsedildiği gibi Hıristiyanlar için İsa bir şekilde Tanrı'nın ikonudur, avatarıdır. Bunu en basit anlamıyla insanların Tanrı'ya yakınlaşmaları için var olan bir dışavurum olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu bağlamda Doğulu mistiklerde benzer bir yol izlemişlerdir ve Tanrı ışık'tır diyebilmişlerdir. Bu noktadan sonra bu ışık görselleştirilmeye biçimlendirilmeye başlanmıştır. Resimler, heykeller ikonalar bunların tezahürüdür. Ek olarak dünya üzerindeki mistiklerin genel olarak Tanrı'yı tanımlama, teolojileri ve kişisel deneyimleri benzerlikler göstermektedir.  Sufizm babası olarak Hasan Basri kabul edilegelmiştir. Onun eskiden mutezileden olan öğrencisi Vasıl bin Ata sufizmi ekol olarak yaşanabilir kılmış ve bir teolojisine varlık kazandırmıştır. Bu kimselerden sonra Tanrı'nın sevgili olarak kabul edildiği bir dönem başlamıştır. Bunun başlangıcı kadın bir zahit olan Rabia (ö 801)'ya dayandırılır; sonrasından gelen Beyazıd Bistami(ö824)'de Tanrı'yı sevgili olarak görür ve nefsin yok olmasını Tanrı ile başbaşa kalma olarak tarif eder. Bağdatlı Cüneyd (ö910) ise sufi geleneği sahiplenmesine karşın Bistami'yi bazı konularda aşırı buluyor. Kişilerin fena halinden sonrasında beka haline geçmeleri gerektiğini savunuyor. Yani Tanrı'sal özü kavramış olan insanın coşkun bir yaşayışa sahip olması olarak belirtilebilir bu durum. Bunun sağlanması için de derviş ve mürşid ilişkisinin olması gerektiğin önemli olduğunu savunmuştur. Hallac-ı Mansur ise Bağdadlı Cüneyd'in öğrencilerindendir onu takip edenlerdendir. Meşhur kıssasına burada değinmeyeceğim. Gazzali, Hallac-ı Mansur'u temizleyenlerden biridir. Gazzali onun kafir olmasını reddeder ama yaptığı işten dolayı fıkhın kurallarınca cezalandırılmasını da doğru bulur. Gazzali sufizmi teolojik olarak İslam dünyasına yerleştirmiştir hatta siyasi kanada da kendisinin etkisiyle yayılmıştır demek gerekebilir. Bu kimselerin halefleri olarak Yahya Sühreverdi ve Muhyiddin Arabi gelmektedir. İkisinin de temel başarısı İslam felsefesi ve sufizmini bir araya getirerek İslam toplumlarında bunu yerleşik kılmıştır. Muhyiddin Arabi'nin şöhreti biraz daha yüksek olduğunun kaydıyla ve kendisine Şeyhül Ekber denilmiştir. Mevlana Celaleddin Rumi ise en kaba tabirle söyleyecek olur isek bu işleri Anadolu topraklarında gerçekleştirmiştir.  Armstrong bu bölümde Dante'nin Beatrice'i görmesi ve onunla aşkın bir yola çıkmasındaki mistisizm'i Muhyiddin Arabi'nin görüşlerini birbirine denk olarak yorumlar ve her ikisini de Hz. Peygamber'in Miraç hadisesine benzetir. Hatta bu düşüncelerin kökenlerini Miraç'ta bulur kendisi.  Yahudilerin ilk mistiği Maimonides'tir. Ondan sonra bir ekol olarak Kabbalacılar gelir. Leon 'lu Musa tarafından yazılan Zahor kitabı imgelem ve kişisel deneyimlerle aşkın olan'a çıkılan yolun sıralamadan ve dizayndan bağımsız yollarını gösterir.  Hristiyanlarda mistisizm çok daha azdır. En bilinen isim olarak Eckhart geçer. Onun da hakkında ne kadar şey bildiğimiz tartışılır.  Bu bölüm için son söz olarak Armstrong mistiklerin düşüncesini tarif amacıyla şöyle bir cümle yazar "yalnız akla bağlı kalmak kevgir ile su taşımaya benzer". *Reformculara Göre Bir Tanrı  Kendime bir itiraf ile başlamak isterim. Çok yorgun ve uykusuzdum; belki de kıymetli bazı yerleri atlamış olabilirim. Umarım daha az kıymetli yerlere denk gelmiştir bu haller.  Reform işleri genelde Batı Avrupa'da olan bir dizi olaydır. Sonuçlarından her ne kadar Müslümanlar epeyce etkilenmiş olsalar da; bu süreçteki fiili etkileri biraz daha direkt olmayan bir yoldan tezahür etmiş dersek hata etmemiş oluruz.  İslam şer'i hukukunun gelişmesinde adına katkısı olduğunu bildiğimiz iki kişinin ismi zikredilmiştir burada (Açık konuşmak gerekirse Şia'ya çok hakim olmadığım için mensuplarını da çok tanımıyorum. Bu nedenle isimlerini de anmama ihtimalim kuvvetle muhtemel yüksek olacak). Onlar da İbn-i Teymiyye ve öğrencisi İbn-i Kayyim el-Cezviya'dır. Her ne kadar günümüzden baktığımızda radikal ve tutucu gözükse de o dönem bu kimselerin amaçladıkları şey ümmete bir ferahlık sağlamaktı. Çünkü ortaya çıkan içtihatlar sonucunda toplum biraz kapana sıkıştırılmış gibi bir durumdaydı; Kuran'a dönmek bir esneklik ve rahatlama sağlayabilirdi.  Günümüzdeki İsrail sorununa kronolojik işaretlerde bulunabilecek uzunca bir alıntı:" Findiriski ve Ekber gibi Müslümanlar başka inançlardan insanları anlamaya çalışırken; Batı Hıristiyanları 1942'de İbrahim'in akraba öteki iki dinine hoşgörü göstermeyeceklerini ortaya koymuşlardı.15 yy'da bütün Avrupa'da antisemitizm güçlendi ve Yahudiler peş peşe şehirlerden sürüldüler.1421'de Linz ve Viyana'dan, 1424'de Köln'den,1439'da Augsburg'dan, 1442'de Bavyera'dan (1450'de tekrar) ve 1454'de Moravya'dan.1485'de Perugia, 1486'da Vicenza, 1488'de Parma'dan, 1489'da Lucca ve Milano'dan ve 1494'de Toskanya'dan çıkarıldılar. İspanya'nın Sefardim Yahudilerinin sürülmesi bu daha geniş Avrupa sürgünü bağlamında görülmelidir. Osmanlı İmparatorluğu'na yerleşen İspanya Yahudileri hayatta kalanların akıldışı fakat izi silinmez suçunu birlikte götürerek bu yersizlik duygusundan acı çekmeyi sürdürdüler.Belki de bu Nazi soykırımından kurtulanların yaşadığı suçlulukla benzerlikler taşımaktadır; bugün bazı Yahudiler, Seferdim Yahudilerinin geliştirdiği 16 yy'daki sürgün psikolojileri ile barışıklıklarını sağlayacak tinselliğe benzer bir tinsellik geliştirmişlerdir. Yeni Kabbalacı görüş olasılıkla Seferdim Yahudilerinin çoğunluğunun yerleşmiş olduğu Osmanlı imparatorluğunun Balkan eyaletlerinde geliştirilmiştir. 1492 trajedisi peygamberler tarafından haber verilmiş olan İsrail'in kurtuluşu özlemini yeniden canlandırmış görünmektedir.Joseph Karo ve Salomon Alkabaz önderliğindeki bazı Yahudiler Yunanistan'dan Filistin'e göz etmişlerdir. Manevi yapıları sürgünün Yahudilerde ve Tanrılarında yarattığı küçük düşme duygusunu iyileştirme peşindedir.Söylediklerine göre "Şekina'yı yerden kaldırmak" peşindedirler.Ama aradıkları siyasal bir çözüm değildir, ne de Yahudilerin geniş oranda Vadedilen Ülke'ye dönmesini öngörmektedirler.Galile'de Safed'e yerleşmişlerdir ve yurtsuzluk deneyiminin belirlediği özelliklerinden yola çıkan dikkat çekici bir mistik canlanma başlatmışlardır. O zamana kadar Kabbala ancak seçkinlere hitap etmiştir ama felaketten sonra bütün dünya Yahudileri daha mistik bir yaşama dönmüşlerdir.Felsefenin vereceği teselli artık boş görünmektedir. Aristoteles kuru ve onun uzak Tanrı'sı ulaşılmaz gelmektedir.Gerçekten de birçokları felaketten felsefeyi suçlu bulmuş, onun Yahudiliği zayıflattığını İsrail'in özel davetiyle olan bağı kopardığını iddia etmiştir. Felsefenin evrenselliği ve Yahudi olmayanlarla bağlantıları, birçok Yahudinin vaftizmi kabul etmesine yol açmıştır. Felsefe Yahudi maneviyatında bir daha aynı önem taşımayacaktır." Bir Yahudi din adamı olan Luria’ nın ilginç görüşlerinden birini de paylaşmak istiyorum bu uzunca alıntından sonra. Luria bir şekilde Tanrı ve kötülüğü aynı yerde bağdaştıramayan Yahudiler için bir retorik geliştiriyor. Tanrı En Sof diye bir şey yarattı ve bu kendisi üzerine katlanınca bir boşluk oluşmuş oldu ve burada Tanrı’ nın kendisi yoktu artık. Dolayısıyla kötülükte burada yaratılmış oldu. Hristiyanlarda ise artık Tanrı kavramından çok ikonlar mevcuttu. Mabetlere , ikonlara ya da kültlere ibadet ederek Tanrı’ya yaklaşıyordu Hıristiyanlar.Bir şekilde burayı şöyle de okumak gerekebilir artık Hıristiyanlar için zurnanın zortlayacağı yere gelinmiştir. Buradan sonra teoloji de bir değişiklik olup radikal bir yapıya bürünmeleri gerekmektedir ya da artık Tanrı'dan iyice koptukları bir süreç yaşayacaklardır. Tabi ki biz kullar gördüğümüz bir kaç sebep sonuç ilişkisi ile bunları yazıyoruz. Akabinde gelen dönemde ise gelişen hümanizm ise Tanrı ‘yı henüz reddetmeyecekti. Ama biraz sonrasında Tanrı insanlaştıracaktı hatta bazen direkt insan yapacaklardı Tanrı'yı. Bir şekilde insan yaşanan bilimsel, ekonomik ve sosyal gerekçelerle birlikte kapana sıkılmış gibi hissediyor olsa gerek. Bu da noktada çözümü Tanrı'dan elde etmeye çalışmaktadırlar. Ne yazık ki imani bir yoksunluk ortada olduğu için burada bazı açılardan bir Tanrı tasavvuru yapabiliyorlar ve buna iman edebiliyorlar. Dolayısıyla birazdan bahsedeceğim birkaç kimse bu duruma örneklik teşkil etmektedir. Luria, Tanrı'yı neşe ve sukunet olarak kavramlaştırmıştır. Hatta biraz da abartı ile şöyle bir düşünce içindedir; korku ve endişe'nin bulunduğu yerde Tanrı olmaz. Şaşalı Martin Luther King ise Tanrı'yı acı da ve haç'ta keşfetmiştir. Yani kendini feda etmek, acı çekmek ve takip eden süreçte bunu bir teoloji haline getirmiştir. King sadece inanç odaklı bir anlayış sahibidir; bu da bir nevi şu anlama gelmektedir ibadet anlamında ya da davranış değiştirme anlamında dinin bir yaptırımı yoktur. Oldukça sert olan bu tavrı din reformuna zarar verdiği konusunda eleştri de almıştır. King'den daha sonra gelen Calvin aynı ekolün yolcusudur ve etkisi King'den daha fazladır. Yaptıkları baskıcı rejimi biraz daha esneterek burjuvalara belli bir esneklik sağlamıştır. Ve dinin daha çok sosyolojik yapısıyla ilgilenmiştir.  Theodore Beza ilk defa ismini duydum; biraz bizden bir tavır gösterdiği için hoşuma gitti ve burada yer verdim. Kader kavramını ortaya koyuyor. Cennetin ve cehennemin ezelden yaratılmış olduğuu ve burada olacak olanların da belli olduğunu söylüyor. Bu kendisinde negatif bir kader okumasına yol açmış mıdır ? Bilmiyorum ve hatırlamıyorum da açıkçası.  Armstrong yorumuyla birlikte bu bölümü de kapatabiliriz. Protestan ve Katolikler kutsal kitaplarını birincil anlamlarıyla direkt kitaptan anlamaya çalışmışlardır ve bu da pek çok tezatla karşılaşmalarına yol açmıştır. Bunlara da çözüm üretme imkanları olmamıştır. Diğer bazı etkenler yanında bu durumda ateizmin yayılmasına yol açmıştır. Lakin henüz ateizm tam olarak bir Tanrı'ya inanmama hali değildir. Daha çok teolojik farklılıklardan dolayı insanların birbirini suçlama yöntemidir.  *Aydınlanma Bu bölümde genel olarak Hıristiyan dünyasından kimselerin görüşleri ve onların yol açtığı değişikleri dinliyoruz Armstrong'dan. Burada pek çok kimse geçiyor ama ben sadece daha önceden kendi aşina olduğum kişileri not aldım. Yahudi ve İslam dünyasındaki etkileşimlere de çok kısa bir şekilde Armstrong değiniyor. Çünkü merkezi Frengistan olan bir yerden kabul noktasında şu mevcuttur. Artık Yahudiler ve Müslümanlar yenilmişlerdir; Tanrı teolojiside Batı Avrupa'dan gelişebilecektir. Pascal, Tanrı'nın varlığının kanıtlanamaz olduğu tezini ortaya atıyor ve bu noktada belki de ilk kimse olabilir Armstrong kayıtlarına göre. Dolayısıyla Tanrı'ya iman edip etmeme kişisel bir kararın yansımasıdır. Ardı sıra gelen Descartes ise daha farklı bir noktadan bir çıkış ile Tanrı'nın varlığını kanıtlıyor. Kartezyen diyalektik meselesini ortaya koyuyor. Kuşku olmasının gerçekliğin varlığına kanıt olduğunu düşünüyor. Tanrı var mıdır sorusunun zihinde yer etmesi dahi bunun varlığının kanıtı olabileceğini beyan ediyor. Bu bilgiye de dışsal gözlem sonucunda ulaşılamaz. Ancak bu cogito, ergo sum ile kavranabilir.  Newton, biraz da Aristoteles'e benzer bir tez ortaya koyuyor; aradaki belki tek fark Aristoteles sadece ilk hareket ettiri olarak Tanrı'yı düşünürken Newton bütün iş oluş'tan Tanrı'yı sorumlu tutmaktadır; daha doğru bir şekilde ifade etmek ister isek de Tanrı'ya dayandırır bütün bu eylemleri.  Voltaire ise "Deus" kavramını ortaya koyar; Tanrı Yaratıcı'dır.Asıl olan biraz da radikal gözüken ama teolojinin dibine dinamit koyan bir harekettir. Tanrı' yaratmıştır vardır ama pratikte hayatta bulunamaz ve dolayısıyla bir iş- oluş düzeninde rolü yoktur.  Spinoza ise düşünceleri ile Yahudi cemaatinden atılarak bir ateist olarak değerlendirilmiştir. Ama Spinoza kendisini bir ateist olarak tanımlamaz. Kitab-ı Mukaddes'ten bağımsız olarak inandığı tasarladığı bir Tanrı düşüncesi vardır ve bu noktada özerk kalmıştır.  İmmanuel Kant, Tanrı'nın varlığına ancak pratik aklın bir vicdan doğrultusunda gerçekleştirdiği faaliyetler sonucunda ulaşabileceğini savunur. Tanrı'yı kötülüklerinin bahanesi olarak kullanan insanlardan şikayet etmektedir. Çağdaşlarının kendisini tanımlamasını şu sözlerle aktarır, Armstorng: İnsanın kötülük kapasitesinin farkında olan bir dindardır Kant.  İlginç olduğu için kayda geçtiğim bir kısım. Jonathan Edward diye bir kimse siyasi erk ile teslis arasında bir anoloji kurar; hatta buna inanır ve savunur. Tanrı, İngiltere'dir ve onun oğlu'da Amerika'dır. Dindarlar üzerinde ışık saçan herkesi oraya çağıran şefkatli bir baba'dır İngiltere.  Görece olarak (İslam dünyasındaki tarihsel süreçten fazla olmakla birlikte) çok az bir şekilde de Yahudi dünyasındaki değişimlerden de bahsediyor Armstrong aydınlanma çağında. Burada pek çok isim ve konu var; ama ben alakadarlık seviyesi olarak Sabetay'lar bahsedeceğim. Bunlar Kabbalacı'lara benzetebileceğimiz mistik bir anlayışla Yahudi dünyasında bir enerji ve akımda oluşturuyorlar. Peşlerine de çok fazla kişi takılıyor. Bu tarikat böyle mistik etkinlik ve kişisel deneyimler sonucunda teolojilerini güçlendiriyorlar. Siyasi bir sorun olduğunu gören Osmanlı İmparatoru kendisini İslam'a davet ediyor ya da canıyla tehdit ediyor. Ondan sonrasında Sabetay Sevi Müslüman olarak hayatına devam ediyor ve devletten kendisine bir maaş bağlanıyor. Bunun parelelinde de bu insanların takiyye nedeniyle böyle yaptığı da biliniyor en azından belli bir kısım tarafından. Modern Türkiye Cumhuriyeti devletine kadar faaliyetlerine gizliden devam ediyorlar ve kendileri Dönme olarak adlandırılıyorlar.  İslam dünyasına dair bir kaç şeyi hızlıca özetleyelim.  Delhili Sudi Şah Veliullah kendisini sadece not etmek istedim. İleride bir yerde kulağıma, gözüme değerse daha dikkatli hatırlarım.  Muhammed bin Aldülvehab şu anda Vahhabilik olarak adlandırılan ekol'ün isim babasıdır. Muhammed bin Suud'u ( Suudi Arabistan) kendisine inandırarak devletin resmi din ideolojisi haline vahhabiliği getirmiştir; tabi o dönemde vahhabilik denmiyordur. Bu durum neticesinde Araplar'da Osmanlı'ya karşı bir cihad girişimi oluyor Hicaz'ı alarak halifelik iddiasında bulunuyorlar.  Aydınlanmanın sonuyla birlikte yani 19 yy başlarına doğru artık ateizm bir hakaret küfür olmaktan çıkıp kimi kimseler için sahiplenilmesi gereken şık bir sıfat oluyor. Örneğin bu isimlerin başında David Hume gelir. Sonrasında da kendisini ateist olarak tanımlamasa da Fransız filozof Diderot önemli bir rol oynar bu dönemde. Tanrı'nın varlığını önemsiz bir konu olarak değerlendirir. Buradaki ilginç durumda şudur bilinen yaratılıştaki karmaşayı gördüğünde bunu Tanrı'nın varlığına bağlayan bir kimse iken sonralarında bunun bilinemez ve kişisel bir karar ancak kişide bir karşılığı olduğunu söyler ( kişisel hayatını çok yakından görebilmek isterdim); ve bence en önemlisi konuya şöyle bir yaklaşım sergileyebilmektedir. Bırakın bunları kardeşim daha önemli konuları konuşalım! Holbach'ın düşünceleri Freud'un Totem ve Tabu'sundaki fikirlere çok benziyor. Putperest panteist antik klanların Tanrı'ları bir zaman sonrasında semavi tek bir Tanrı'ya dönüşmüşmüş.  *Tanrı Öldü Mü? Artık tarih Batı Avrupa tarafından yazılıyor; bu noktada Yahudilere ve Müslümanlara fazla merkez söz düşmüyor. Sadece arada sırada bazı sesler çıkarıyorlar.Tabii, yine çok fazla malumat var; ben kendime kadar hızlı bir özet geçeceğim burada da.  Arthur Schopenhauer, Tanrı'nın olmadığı iç güdüsel bir hayatı arzuluyor ve bunu savunuyor. Önemli olanın estetik ve sanatsal zevk olduğunu iddia ediyor.  Soren Kierkegaard eski inançların putlara döndüğünü ve Tanrı'yı kaybettiğimizi ifade ediyor. Biraz daha bizden bir terminoloji ile tanımlarsak tağut'lardan bahsediyor.  Karl Marx dinin siyasal ve ideolojik bir unsur olmaktan başka bir şey olmadığını söylüyor. Ortaya koyduğu ekonomik sistemin işlerliği içinde halkların Tanrı ve din prangalarından kurtulması gerektiğini vurguluyor.  Charles Darwin direkt olarak Kitabı Mukaddes'teki ifadelere karşıt olabilecek bir evrim teorisini ortaya koyuyor ve bunu savunuyor. Armstrong'a göre buradaki asıl sıkıntı Kitabı Mukaddes'teki betimlemeleri Batı Avrupa'daki teologların doğru anlayamamasıdır; çünkü Kitabı Mukaddes'te olan yaratılış kıssaları imgelem ve benzetmelerin ışığında değerlendirilmesi gerekir. Hatta bu kapsamda nasıl böyle bir çıkarım yaptığını belirtmemesine rağmen İslam'ın bu teori ile daha barışık olduğunu söyler. Bak sen Allah'ın işine! Friedrich Nietzsche , Tanrı'nın varlığının ilerlemeyi engelleyen bir unsur olduğunu savunduğu için Tanrı'dan kurtulunması gerektiğini düşünür. Böylece zayıf insandan özgür ve üst insan'a bir geçiş olacaktır.  Sigmund Freud, insanın bilinçaltında olan bir rahatsızlık sonucu olarak Tanrı tasavvuru sahibi olduğunu düşünür. Bu nedenle insanın bu konuda kendi içinde bir savaş vermesi ve bunu kazanarak özgürleşmesi gerektiğine inanır.  Alfred Adler ve Jung da Tanrı varlığı konusunda bilinçaltının bir etken olduğunu ifade ederler. Lakin Freud'dan bağımsız olarak bunu mutluluk için gerekli gördüklerinden savunurlar, desteklerler ve korunması gerektiğini düşünürler.  Cemalleddin el Efgani sufi ve yenilikçi bir Müslüman'dır. İslamı bir akıl kültüyle tanımlayıp ifade etmeye çalışmıştır. Armstrong'un ifadesi ile bu noktada vardığı yer karşısında Mutezililer bile şaşırmışlardır.  Muhammed Abduh, Afgani'nin müridlerinden biridir. Kendisinde bir Batılı hayranlığı vardır ve sık sık Avrupa ziyaretlerine gitmiştir. Yine Armstrong'a göre hiç bir zaman tam olarak bir Batılı yaşamına sahip olamamıştır ama yaşamı boyunca takip ettiği bilimsel gelişmeler ile İslam'ı bir araya getirmeye çalışmıştır.  Şeyh Muhammed İkbal kendisi muhtemeldir ki bir çoğunluk tarafından şair olarak bilinecektir. Kendisi de sufi bir yenilikçidir. Felsefeyi şiir ile canlandırarak doğu ile batı arasında bir köprü vazifesi görmeye çalışmıştır. Ayrıca bu yaptıkları ile sömürgeden dolayı buhranlar yaşayan Hint halkına biraz da nefes olma çabası vardır.  Sayfa 463 alıntı  "... Kabul edilmiş laikliğe karşın, Siyonizm kendini içgüdüsel olarak geleneksel dinsel terminoloji içinde açıkladı;  aslında Tanrısız bir dindi.Eski Kurtuluş, hac ve yeniden doğuş temalarından ilham alıyordu, geleceğe ilişkin olarak vecd ve mistik umutlarla doluydu.Siyonistler kurtulan özün bir belirtisi olarak kendilerine yeni adlar verme uygulamasını bile benimsemişlerdi.Bunun sonucu olarak ilk propagandacılardan Asher Ginsberg kendine Ahad Ha'am (Halktan Biri) adını almıştı.Şimdi kendi adamıydı çünkü, Filisten'de bir Yahudi devletinin kurulmasının olanaksız olduğunu düşünmesine karşın kendini ulusal bir ruhla özdeşleştirmişti. O yalnızca İsrail halkının tek odağı olarak Tanrı'nın yerine alan "ruhani bir merkez" istedi. Orası "tüm dünya işleri için bir kılavuz " olacak," yüreğin derinliklerine" ulaşacak ve "herkesin duygularıyla ilişki" kuracaktı. Siyonistler eski dinsel yönelmelerini tersine çevirmişlerdi.Aşkın bir Tanrı'ya yönelmek yerine,Yahudiler kendilerini yeryüzünde gerçekleştirmenin arayışı içindeydiler.İbranice hagshamah terimi (somutlaştırmak) Tanrı'ya fiziksel ve ya insani özellikler atfetme huyu anlamı yüklenerek ortaçağ Yahudi felsefesinde olumsuz bir terim haline gelmişti. Siyonizmde, haghhamah yerine getirme, günlük dünya içinde İsrail'in umutlarını gerçekleştirme anlamına geldi. Kutsallık artık cennette bulunmuyordu.Filistin kelimenin tam anlamıyla "kutsal" bir topraktı. .... 464 syf. ....Başta bu Orta doğu manzarası, anavatanı olan Rusya'dakinden çok farklıydı; Gordon'a korkutucu ve yabancı geliyordu. Ancak emek (avodah, dinsel ritüeli de karşılayan bir sözcük) onu kendinin kılabileceğini fark etti. Siyonistlerin Araplarca ihmal edildiğini iddia ettikleri toprağı işlemekte,Yahudiler onu kendileri için kazanacaklar ve aynı zamanda, kendilerini sürgünün yabancılığından kurtaracaklardı." *Tanrı'nın Geleceği Var mı ?  Burada sadece iki kişiyi ve bir alıntıyı aktaracağım. Sonrasında da sazı ben alacağım.  Sartre, Tanrı insanın düşüncesinde ya da eyleminde özgürlüğü daralttığı için insan tarafından reddedilmesi gerekmektedir. Ve çağdaşı Camus ( ki benim bir dönem ciddi şekilde sevdiğim zat) der ki; insanın insana olan arzu'su cesur bir reddediş gerektirir.  sayfa 484  "...Müslüman dünyasında da, Batı'da fazlaca dillendirilmiş, benzer gelişmeler olmuştur. Müslüman köktendinciler hükümetler devirmişler ve İslam düşmanlarına ya suikast yaparak öldürmüşler ya da ölüm cezasıyla tehdit etmişlerdir.Aynı biçimde, Yahudi köktendinciler, Batı Yakası ve Gaza Şeridi'nin işgal edilmiş bölgelerine, Arap sakinleri çıkarma amaçlarını açıkça ilan ederek, gerekirse şiddet kullanarak yerleşmişlerdir.Böylelikle, yakın olan, Mesih'in gelişine bir hazırlık yaptıklarına inanırlar.Bütün biçimleriyle köktendincilik şiddete dayalı bir inançtır.Böylece İsrail aşırı sağı'nın en aşırı üyelerinden müteveffa Haham Meir Kahane, New York'ta 1990 yılında suikasta uğrayana denk şöyle konuşmuştur: Musevilikte bir kaç tane mesaj yoktur.Bir tane vardır.Ve bu mesaj Tanrı'nın istediğini yapmaktır. Tanrı kimi zaman savaşa girmemizi ister, kimi zaman barış içinde yaşamamızı ister.Ama yalnızca bir mesaj vardır: Tanrı Yahudi devletini kurmak için bu ülkeye gelmemizi istemiştir." Bu bölüm hakkında bir kaç kişiyi tenzih ederek şunu düşünmek ve söylemek gerekliliğine inanıyorum. Armstrong'un bunu yorumlamasını ve üzerine sohbet etmeyi de isterdim ama ne yazık ki. İnsanın pragmatizm ve hazcılığı...  Bir Tanrı varlığına inanış aynı zamanda edimsel bir şeydir. Her ne seviyede olursa olsun en azından bazı edimleri yapmak ya da yapmamak sonucunda insanın vicdanını muhasebeye sokar. Ateizm ya da modern dönemde yığınların peşinde olduğu şey herhangi bir yüce davranışın sahibi olmaktansa istediğimi istediğim şekilde istediğim zaman yapabileyim ve merkez burada sadece ben olayım. Dediğim gibi bir kaç kimse vardır belki; bilgiye samimiyetle yaklaşma isteği olan (ki böyle insanların olabileceğine de imani bir noktadan inanmıyorum da neyse) ama kahır ekseriyetin istikameti kendi nefislerine ideolojik bir isim bulma çabasıdır, ne yazık ki.  Genel Bir Kaç Not Armstrong'un tüm eserleri bence Türkçe'ye ivedi bir şekilde çevrilmelidir. Bunun bir kaç nedeni var.Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında malumat seviyesinde çok fazla bilgi çok güzel bir şekilde derlenmiştir. Başka bir eserde bu kadar güzel tasnif edilmiş ve güzelce açıklanmış mıdır emin değilim.  Yahudilik ve Hıristiyanlık için durumu bilmemekle birlikte İslam'la alakalı bazı noktalarda bilgi hataları var. Yukarıda bir yerlerde de belirttim bunu. Bunun olmasının temel nedeni orijinalden okumayıp belli yorumlardan okuması olabilir. Ama hata miktarı ve yapılma şekline bakıldığında göz ardı edilebilecek bir durumdur. Ama bu aynı zamanda şu demektir; gidip bu kitaptan din öğrenilmeye çalışılmamalıdır.  Armstrong meslek ölçütleriyle düşününce şahane bir akademisyen. Olabildiğince objektif bir şekilde ne demek istediği çok anlaşılabilir bir şekilde eserini işlemiş. Okuyucu her bölümün ilk bir kaç sayfasında konunun nasıl ilerleyeceğini kendisinin neler beklediğini çok anlaşılabilir bir dilin de yardımıyla hemencecik kavrıyor.  Din öğrenirim kaydı olmamak adıyla bu kitabın gerçekten okunması kıymetli olabilir.  Buraya kadar kimse kalmamıştır diyerek kendi kendime dua ile bitireyim inşallah.   Allah'ım Gazze'deki ve Filistin'deki aziz mücahidlere yardım et. Özgür Filistin topraklarını görmeyi bize nasip et.  Biliyoruz onlar bizim kardeşlerimiz ve biz onların yanlarında olamıyoruz. Sen bizi affet Allah'ım. Aziz Filistin halkı için akan göz yaşlarımızı imanımıza şahit kıl Ya Rabbim.  "Nice az topluluklar, Allah'ın iradesi, yardımı ve desteğiyle, nice çok topluluklara galip gelmişlerdir." ayetine iman ettik. Sen zafer nasip et, Ya Rabbi. Azıyla çoğuyla sen bu zafere bizi vesileler kıl. Bizi yolunda kullan Allah'ım. Sen bizi istikametinden ayırma ya Rabbi.  Ya Rabbi, ellerinde imkan olduğu halde bir şey yapmayanları , yok sayanları, zulme destek verenleri sana şikayet ediyoruz. Sen onları ıslah et ya Rabbi, ıslahları mümkün değilse biliyoruz ki Sen Kahhar isminin de sahibisin. Zulüm sahiplerine ve destekleyicilerine kahreyle, Ya Rabbi.  Bizi her namazında ettiğimiz duanın neticesine kavuştur Allah'ım. Bizi doğru yola ilet Allah'ım, sapıtmış ve gazaba uğramış olanlarınkine değil.  Amin
Tanrı'nın Tarihi
Tanrı'nın TarihiKaren Armstrong · Pegasus Yayınları · 20171,634 okunma
·
991 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.