Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Temmuz - Kitaplarımız
Dönem bitmişti, babamın tüm ısrarlarına rağmen Ankara'da kalmıştım. Türkan Teyzeler bütün yazı Antalya'da geçireceklermiş, ev boşmuş, bir gün gidip Suna'yla arda kalacak, resimlere bakacaktık. Işık lstanbul'da avukatlık yapıyormuş. "Aramızda her şey aynen bildiğin gibi devam etti" diye anlattı Suna. Tam okumayı yazmayı öğrenip "Arzın Merkezine Seyahat'in" sırrını çözmeye başlamışken, bu sefer Işık "Dar Kapı'ları" okumaya başlamış. Suna lşık'ı adım adım takip edip o kapı'yı aramış, tam az çok anlıyorum diye umutlanırken bu kez lşık'ın elinde Diyalektik Materyalizm belirmiş. "Işık yüzünden normal gelişimimi tamamlayamadım ben, o Mary Poppins'leri ancak liseye geldiğimde okuyabildim" dedi Suna. Ben de ona Dorian Gray'i anlattım. Güzelliğin öyküsü sanarak yalan yanlış okumaya çalıştığımı. Sonra başka kitapları. Dickens'ı ve Woolf'u. Woolf'un ölümünü, hala Türkçe'ye çevrilmemiş olan Sterne'yi. Suna'nın kitapları yerde, benimkiler masada dururdu. Suna o yaz tekrar okuduğum Bronte'leri, Durell'leri teker teker eline alıp kapaklarını okşar "Emel, şu İngiliz Edebiyatı sana yakıştığı kadar kimseye yakışamaz, biliyor musun? " derdi. Sonra "Tristram Shandy çevirisini" sorar, ben de o gün, bütün gün çevirebildiğim beş-altı cümleyi okurdum. Suna'ya göre her edebiyatın bir mevsimi vardı. Kış geceleri büyük Rus romanlarına, yaz aylan Amerikan öykülerine, sonbahar tek başına Edip Cansever'e, ilkbahar ise Fransız klasiklerine ayrılmalıydı. İngiliz Edebiyatı mevsimsizdi tabii ki. O bütün bunları bir solukta arka arkaya sıralarken yerde dizi dizi duran sarı, yeşil, kahverengi kapaklı kitaplarına kayardı gözüm, o zaman bir huzursuzluk geçerdi yüzünden: "Emel biliyor musun, bu kitaplar yakında yasaklanacak bu ülkede, o zaman hiç okuyamayacağız ... Yani daha biraz vaktimiz varken ... Bak mesela şu Nikaragua kitabı.." Sonra birden susup çaresiz gözlerle yüzüme bakardı. Suna'nın kulaklarına da herkesin az çok duyduğu postal sesleri geliyordu. Kısa sürede eski düzenimize dönmüş gibiydik, Suna sabahlan erkenden çıkıp akşam Ankara sıcağı asfaltın altında yavaş yavaş uykuya çekilirken dönüyordu. Nereye gidiyordu, bütün günü nerede geçiriyordu? Suna'nın geç kaldığı gecelerde, sokakta öldürülenlerle, trafik kazalarında ölenlerin birbirini izlediği akşam haberleri sonrasında huzursuzluğum artar, Suna'nın etrafa yayılmış kitaplarını kanştınp, "7 Nisan 1917 tarihinde Bay Plehanov'a" yazılan mektuplarda Suna ile ilgili ipuçları bulmaya çalışır, merdivende ayak seslerini duyar duymaz da fırlardım yerimden. Sonra bir çay koyup otururduk. Bazen Hasan da gelir, ben yer minderlerinde Tristram Shandy çevirip, Suna bir kitaptan diğer kitaba atlarken, o hemen hemen hiç konuşmadan masada oturup bir yandan "Grundrisse" okuyup, bir yandan da sigara içer, bazen de birdenbire hiçbir şey demeden çıkıp giderdi. Biz arkasından bakıp gülerdik, Suna "bu çocuk bizim hayatımızın yabancılaştırma efekti galiba" derdi. Ben "Suna'nın hayatındaki devamlılık olmalı bu Hasan" diye düşünürdüm, "sigara içmesi gibi bir şey." Temmuz ortalarında evde Brecht dönemi başlamıştı. Suna Nikaragua çalışmalarından yorgun düştüğü gecelerde birden ayağa kalkıp "Zeliha Berksoy" sesiyle Brecht'in bütün şiirlerini besteliyordu. Ben bir iki besteden sonra Suna'ya belli etmemeye çalışarak mutfağa, bulaşıkları yıkamaya kaçardım, Hasan kitabını okumaya devam ederdi. Bir gece Suna'nın bir bestesinin arkasından bir alkış sesi duyuldu. Salona döndüğümde Hasan başını kitabından kaldırmış, Suna'yı alkışlıyordu. Bu arada Suna "işte Ekrem Bora, işte ben" diye bağırarak öteki odaya geçmiş, elinde ütü kordonuyla geri dönmüştü. Biz Hasan'la başlayacak şarkıyı beklerken Suna birden durgunlaştı, elinde, ağzına doğru mikrofon gibi tuttuğu ütü kordonu bana döndü: "Emel. Hani hatırlıyor musun? Hani sokağa körler gelmişti." Hatırlıyordum. O günden sonra artık yavaş yavaş anılarımızı karşılaştırmaya başlayacaktık. Sunalar'ın balkonu, bizim bahçe ve annelerimizin güzelliği konusunda hemfikirdik, ama bazen o kadar farklı şeyler hatırlıyorduk ki sonunda bir gün Suna, aslında bu yaptığımızın beyhude bir çaba olduğunu, anıların durağan şeyler olmadığını, biz değiştikçe anıların da değiştiğini anlatmaya koyuldu. Hasan'a göre Suna sonunda Platon'u takdir edebilmişti. Gülerdi Hasan'ın bu ani, ilişkisiz gibi görünen tespitlerine Suna. Onların okudukları kitapları hayatlarının neresine yerleştirdiklerini anlayamıyordum, ayrıca aralarında hemen hemen hiç politikadan söz etmiyorlardı. Gerçi Suna ile bizim aramızda bu yadırganmayan bir durumdu. Politika örtülü bir alandı aramızda, ama Hasan'la hiç tartışmamaları tuhaf görünüyordu gözüme. Hangi soruyu soracağımı bilemiyordum. Bir gün durup dururken "Suna, şu oligarşi ne demek?" desem aramızda yok varsaydığımız o gerçeğe bir yerinden girebilir miydim? Ya da "Suna, Nisan Tezleri ne güzel, ne romantik bir isim, Lenin yazmış ama adı sanki şiir kitabı gibi" desem... Bir sabah Hasan'ın giderken masaya bir zarf bıraktığını gördüm. "Hasan'dan mektup var yine" diye neşeyle açıp okumaya başladı Suna. Okurken kendi kendisine söylendiğini işitiyordum, "yok artık daha neler" diyordu. Gidip yanına oturdum. "Hasan sana niye mektup yazıyor?" "Uzun hikaye." "Merak ettim." Suna mektubu uzattı: "Merak edilecek bir şey yok, al oku istersen." Mektubu uzatan elini ittim, Suna "pardon" deyip mektu- bu katladı ve anlatmaya başladı: "Biz Hasan'la tartışamıyoruz, yani yıllardır kardeş gibi olduk. Hani kardeşler arasında bir teklifsizlik olur, ya da ne kadar uğraşsalar birbirlerini ciddiye alamazlar, işte biz de öyleyiz. Mesela biz Hasan'la birbirimize "tavır alamıyoruz", küsüyoruz biz. Eleştiri dalga geçmek demek aramızda, özeleştiri de birinin yaptığı bir hatadan sonra öbürüne bir süre daha iyi davranması. lşte böyle yazışınca daha ciddiymişiz gibi oluyor." "Ama tartışmak önemli sizin için" dedim. Suna önüne baktı. "Galiba önemli olmasını istiyoruz." "Aslında değil mi?" Suna bir sigara yaktı. "Bilmiyorum Emel, gerçekten bilmiyorum. Bir şeylere yetişememekten korkuyorum ben sadece. Görmüyor musun? Hiçbir kitabı huzur içinde okuyamaz oldum neredeyse. Hayatı hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayamaz oldum, bir gün her şey biter de o üniversiteye giriş sınavının akşamında duyulan o boşluk hissine kapılırım diye korkuyorum. Herkes her şeyi yeniden tanımlıyor, arkadaşlıklar da payını alıyor tabii bundan." "Hasan'la siz aynı gruptan mısınız?" "Hayır" dedi Suna. "Ben ne olucam Suna?" Suna kalktı, boynuma sarıldı. "Biliyor musun, zaten bitiyor bu işler. Ben diyeyim üç gün, sen de üç ay... Oyun bitiyor, hava kararacak, ama "evli evine köylü köyüne" demeyecekler tabii. Bak bu kış kesin okuruz o uzun Rus romanlannı, inşallah sıcak bir yerde oluruz. Pazen geceliklerimizi giyip otururuz akşamlan tamam mı? Oblomov okuruz karşılıklı." Sonra omuzunda çantası çıkıp gitti Suna, her sabah Tuzluçayır gecekondularına gittiğini yıllar sonra öğrenecektim.
Sayfa 123 - İletişim
·
121 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.