Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

255 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
“Tren Burdan Geçmiyor”sa
Tren Burdan Geçmiyor
Tren Burdan Geçmiyor
Sevinç Çokum
Sevinç Çokum
“Böyle yitik değildi eskiden Çıkardı karşınıza olmadık yerde Upuzun bir tren… El sallardınız Hiç görmediğiniz yüzlere Öylesine bizden”[1] İnsan, yaş aldıkça hayat mı yavanlaşıyor, yoksa dünya mı renklerini giderek yitirmekte? Sanırım ikincisi… Dostluk, sevgi, arkadaşlık gibi manevi değerler eskisi gibi değil artık. Teknoloji, yaşamımıza hakim olduğundan beri hayatımız da yavanlaştı sanki. Çıkar ilişkileri, daha bir ön planda… Yanlış kentleşmenin, Batılılaşmanın yani abukizmin kurbanı mı olduk acaba? Bu açıdan baktığımda “Tren Burdan Geçmiyor?” tüm bunları bir kez daha sorgulamama neden oldu diyebilirim. Tren Burdan Geçmiyor’sa artık burada insanların kavuştukları ya da kavuşmak ümidiyle birbirlerine mendil salladıkları istasyonlar da yok olmuş demektir. Bu yıl benim açımdan biraz da Sevinç Çokum yılı olacak gibi. “Gülyüzlüm”, “Lacivert Taşı”, “Çok Yapraklı İlişkiler”, “Tren Burdan Geçmiyor”. Okuduklarım şimdilik bunlar. Okuyacaklarım da kitaplığımda sırasını bekliyor. Gülyüzlüm, yazarla tanışma kitabıydı benim için, Tren Burdan Geçmiyor ise yazarın Abukizm felsefesiyle tanışmama vesile oldu. Sokak şairi Sonsuz, seramikçi kız Simay, inandığı doğrulardan ödün vermeyen gazeteci Nüzhet Fermanlı ve gözünü yükseklere diken hırslı gazeteci Aysan’la bizleri medya dünyasının içine alan bir İstanbul romanıydı Tren Burdan Geçmiyor. Şimdi kitaba bakıyorum da birçok satırın altını çizmişim. Altını çizdiklerimden “Arabesk, Doğululaşma ise abukizm, çarpık Batılılaşma sayılabilir miydi”, cümlesi “abukizmi” ve kitabın özünü en iyi tanımlayan ifade bana göre. Daha kendi köylülüğünü tanıyamadan büyük şehrin varoşlarında kaybolan ve manolyayı şiirlerden, romanlardan bilen Sırrı Düzgün namıdiğer Sonsuz’u ve Sonsuz gibileri bu cümle, çok iyi tanımlıyor aslında. Ne köylü ne şehirli olabilmiş insanların dramının Sonsuz’un yaşamında ve şiirlerinde can bulduğu bu romanda medyanın ve dolayısıyla toplumun çarpık yönleri çok iyi dile getirilmiş. Çokum, bir zamanlar Rumların yaşadığı ve sonra da töresi, gelenekleri ve kıyafetleriyle Güneydoğu insanının yerleştiği Cezayir Sokağı’nın çehresindeki değişimi çok çarpıcı ifadelerle dile getirmiş. “Sesler değişik, kokular değişik, halleşmeler, sevişmeler değişik. Rumlar sanatlı, incelikli; Türkler mesafeli, kapkaç sevişirlerdi. Tanıdığı birilerinden Kürt göçerlerin güreşircesine coşkulu devinmelerle yattıklarını işitmişti. Ne ki erken çökerdi kadınlar, kadınlıklarını erken bırakırlardı. Genellikle çocuk yaşta evlendirildiklerinden midir nedir…” Cezayir Sokağı, gazeteci Nüzhet Fermanlı’nın yaşadığı, yaşlandığı sokaktır. Bu sokak, Nüzhet’in sevdiği ve bir türlü aklından çıkaramadığı Rum dilberi İreni’nin de bir zamanlar yaşadığı sokaktır. Roman boyunca ben de sanki “kendi iç karanlığında soluk alıp veren” Cezayir Sokağı’nın bir sakini gibiydim. Nüzhet’in ölen Nahide Halası’nın odasında yaşayan, sokağın tüm geçmişini ve gizlerini bilen yaşlı bir sakin… Nüzhet ve İreni’nin mutlu sona ulaşamayan ve ömür boyu bir gönül yarası olarak kalacak olan hikayesi, romanda alttan alta işlenen konulardan biri. Genç gazeteci Aysan ve İreni’ye şaşılacak derecede benzeyen Simay da başka bir aşkın iki kahramanı olarak çıkıyor karşımıza. Aşklarını, güzellikleri kaybeden insanlar; ilişkilerinde hesapçılar, hesap edemeyenler ve kuşak farkı, inceden inceye bir dantelin motifleri gibi birbirine bağlanmış. Nüzhet’in kendini Aysan’la kıyasladığı satırlar şöyle: “Kendi çocukluk çağları bu kadar aydınlık, bilinçli ve öğretili geçmemişti. O ve yaşdaşları İkinci Dünya Savaşı’nın gıdasız, yokluk çekmiş, benzi sarı çocukları olarak bilgi çağının açık seçikliğinde değil asrın başlarından sürüp gelen melankolide ve duyarlılıkta yetişmişlerdi. Olaylar karşısında onlar kadar determinist değillerdi. Onlarsa tez kavrayan, çözüm üreten, çabuk karar veren beyinlerdi.” Nüzhet, yıllar geçse de bir türlü aklından çıkaramadığı İreni’ye yazdığı mektupta, Aysan’ın kuşağının yaşadığı dünyayı “dünya ne kadar yavanlaştı” diye anlatıyor. Artık Cezayir Sokağı’nda yokuştan inen emprime elbiseli kızlar yoktur. Çocuklar büyümüş, gençler yaşlanmıştır. Beyoğlu da eski Beyoğlu değildir. Karanfilciler, sümbülcüler, menekşeciler de hatıralarda kalmıştır. İnsanların yüzlerindeki yaşama ışığı çoktan silinip gitmiştir. Tarlabaşı, Karaköy ve Tophane’nin üzerine çoktan bir mutsuz renk gelip çöreklenmiştir. Nüzhet, işte böyle bir dünyada varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Toplumsal değişimi, değer yargılarını, göç sorununu dikkate aldığımızda Nüzhet’in İstanbul’u ile Aysan’ın İstanbul’u arasında uçurumlar vardır. Zaman akıp giderken İstanbul’un renklerini de soluklaştırmış; bir çalı süpürgesi gibi, o renkleri kendi tozuna, dumanına katmıştır. Siyah beyaz televizyonların yerini renkli televizyonlara bırakmasıyla hayatımızın renkleri de giderek solmaya yüz tuttu sanki. Ama hayatın akışı kredi kartlarının cüzdanımıza girmesiyle daha da hızlandı. Kredi kartı yokken bir hacetimiz olduğunda eşimizden, dostumuzdan, komşumuzdan borç alabiliyorduk. Çoğu zaman bu borçlanma, ödünç altın şeklinde oluyordu ve ödememizi yine aynı tarihli altınla yapıyorduk. Ödeyebileceğimiz kadar yükün altına giriyorduk. Ama kredi kartı hayatımıza girdiğinde ürettiğimizden veya gelirimizden daha fazlasını harcamaya başladık. Tüketime dayalı bir hayatın kölesi olduk. Hayata borçlandık asıl. Mal mülk, son model arabalar, yazlıklar, kışlık edinelim derken hayatı kaçırdık sanki ya da değerlerimizden, prensiplerimizden ödün verdik belki de. Çarkın dişlileri arasında fena ezildik. Benim kuşağım televizyonun evlere girmesinden önceki zamanlarda çocukluğunu, tek renkli, tek kanallı televizyonun önce komşu evlerine sonra da kendi evine girmesiyle Dallas, Flamingo Yolu, Komiser Colombo gibi dizilerde ilk gençliğini yaşayan bir kuşaktı. Taksitle aldığım ilk bilgisayarım Amstrad CPC 464’tü. Üniversiteyi bitirmiş, bir fabrikanın bilgi işlem merkezinde çalışmaya başlamıştım. Bilgi işlem merkezinin bir odasını kocaman bir IBM bilgisayar kaplıyordu. Bilgisayarlara desturla yaklaşabiliyorduk. Sonra her şey çok hızlı değişti. Tıpkı televizyon gibi, bilgisayar da her eve girdi. Hele cep telefonları… İnternet’le birlikte hayat daha da hızlandı. Dünyaya bağlandık ama yakınımızdaki bağlarımızdan koptuk. Teknolojiyle demeyeyim ama teknolojinin yanlış kullanımıyla birlikte hattın ve hayatın uzağına düştük biraz. Bir şeyler soldu. Akşamları susam kokan kentlerimize bir şeyler oldu. Tren Burdan Geçmiyor’da sanırım ben daha çok hayatımızın bu yönünü ve solan renklerini buldum. Eski güzellikleri, komşulukları, yazarın Anadolu Türkçesini selamlayışını, güneşi seven sardunyaları, kış akşamlarındaki patlamış mısır kokusunu yani kendi sokağımda yitirilen güzellikleri buldum. “Şimdiyse gökdelenler, fabrikalar Ve daha bilmem neler… Şehrin boyası silindi. O resmi yapmıyoruz demek ki… Hattın uzağındayız artık”[2]
Tren Burdan Geçmiyor
Tren Burdan GeçmiyorSevinç Çokum · Kapı Yayınları · 201472 okunma
47 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.