Gıda fazlasının bir kısmı yeni filizlenen şehir merkezlerine gitti. Buraların nüfusu 1100' de 200 binden 1300' de bir milyona çıktı. Kır sal kesimlerin tersine, şehirlerdeki yaşam koşulları iyiye gitmiş gibi görünüyor. Artık lüks mallar da dahil olmak üzere şehirlilerde satışa sunulan mal çeşitliliği artmıştı. Bu eğilim Londra' da net bir şe kilde görülebiliyordu. Şehrin nüfusu üç kattan fazla artarak 80 bine yükselmişti.
Fakat üretim fazlasının çoğu şehir merkezlerine değil, büyüyen dini hiyerarşiye gidiyor, onlar da katedraller, manastırlar, kiliseler inşa ettiriyordu. Tahminlere göre 1300'e gelindiğinde başrahipler, piskoposlar ve diğer yüksek ruhban sınıfı, tüm tarım arazisinin üçte birini elinde tutuyordu.
Kilise inşaatında tam bir altın dönem yaşanıyordu. llOO'den sonra 26 şehirde katedral inşa edilmiş, 8 bin yeni kilise kurulmuştu. Bunların bazıları dev projelerdi. İnsanların çoğu derme çatma evlerde yaşarken katedraller taştan yapılıyordu. Bunları genelde süperstar mimarlar tasarlıyor, yapımları 50 ila 100 yıl sürüyor, usta zanaatkar ve taş kırıp malzeme taşıyan yüzlerce vasıfsız işçi gece gündüz çalışıyordu.
İnşaat pahalıydı. Yılda 500 sterlin ile 1000 sterlin arası bir maliyeti vardı ki bu para vasıfsız bir işçinin yıllık gelirinin yaklaşık 500 katıydı. Bunun bir kısmı gönüllü bağışlardan geliyordu. Ama asıl büyük kısmı kırsal nüfusun ödediği düzenli vergilerle ve hacizlerle karşılanıyordu.
1200'lerde hangi cemaatin en uzun yapıyı inşa edeceği konusun da bir rekabet yaşanıyordu. Benzer bir katedral patlaması yaşayan Fransa' da Paris Saint-Denis cemaatinin başrahibi Suger, bu ihtişamlı yapıların tercihen altın olmak üzere her türden süslemeyle donatılması gerektiğini şu sözleriyle dile getirirken o dönemde hakim olan görüşü yansıtıyordu:
Bizi eleştirenler diyorlar ki [efkaristiya ayini için] imanlı bir akıl, temiz bir kalp ve içten edilmiş bir niyet yeter. Bunların en mühim unsurlar olduğu konusunda hemfikiriz. Fakat biz buna ilave ten diyoruz ki bu dış süslerin ve kutsal kadehlerin Tanrı'ya ibadetten daha iyi bir amaca hizmet etmesi söz konusu olamaz. İbadetimizde içimizin temizliğiyle olduğu kadar dışımızın asaletiyle de bunu göstermemiz gerekir.
Tahminlere göre 1100 ile 1250 arasında Fransa' da toplam gelirin yüzde 20'ye varan bir kısmı dini bina inşasına harcanmıştır. Bu çok yüksek bir orandır. Eğer doğruysa, insanların karnını doyurması için gereken miktarın dışındaki tüm üretim, kilise inşaatına harcanmış demektir.
O dönemde manastırların sayısı da arttı. 1535'te İngiltere ve Galler' de 810 ila 820 "küçüklü büyüklü" manastır vardı. Kayıtlara baktığımızda bunların neredeyse tamamının 940 sonrasında olmak üzere, çoğunun 1100 ile 1272 arasında yapıldığını görüyoruz. Bir manastırın yedi bin hektar ekilebilir toprağı vardı. Bir başkasının 13 binden fazla koyunu vardı. Bunlara ek olarak, keşişlerin kontrolü altında olan ve gelirleri keşişleri beslemeye giden 30 kasaba vardı. Manastırların doymak bilmez bir iştahı vardı. Yapılması da işlet mesi de pahalıydı. İngiltere' deki Westminster Manastırı'nın 1200'deki yıllık geliri 1.200 sterlindi. Bu gelirin büyük bölümü tarımdan geliyordu.
En zenginlerinden olan Bury St. Edmunds Manastırı, 65'ten fazla kilisenin gelir hakkını elinde bulunduruyordu. Manastırlar vergiden de muaftı. Ellerindeki topraklar ve ekonomik kaynaklar büyüdükçe, kraliyete ve aristokrasiye kalan pay küçüldü. 1086' da kilise tüm tarım arazilerinin üçte birini kontrol ederken, kral tüm arazilerin (değer olarak) albda birini elinde tutuyordu. 1300'e ge lindiğinde, kralın toplam arazi gelirindeki payı yüzde 2'ye düştü. Bu dengesizliği düzeltmeye çalışan krallar da oldu. Örneğin Kral 1. Edward, 1279 ve 1290'da Mortmain Yasası'nı yürürlüğe sokarak top rakların kralın izni olmadan dini örgütlere bağışlanmasını yasakladı. Böylece bu yolla vergi indirimini mümkün kılan yasal açığı da bkamış oldu. Fakat bu önlemler etkili olmadı, çünkü piskoposların ve başra hiplerin mutlak kontrolünde olan dini mahkemeler, bu yasaları hü kümsüz kılmanın sürekli yeni yollarını icat ettiler. Hükümdarlar Or taçağ kiliselerinin gelirini ellerinden alabilecek güce sahip değillerdi