Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

"Aslında," diye devam etti Hasan. "Yüreğimin derinliklerinde hala gençliğimdeki o masalları, Mehdi 'yle ve Peygamberle ilgili sırlarla dolu hikayeleri özlediğimi hissetmyor değilim. Yaşadığım hayal kırıklığının açtığı yara hala kanıyor. Hala canım yanıyor. Ama anlatılanların hiçbirinin doğru olmadığını ileri süren düşüncenin kanıtları da her geçen gün artıyordu. Çünkü tıpkı kendi görüşlerinin doğrulunu savunan Şiiler gibi Sünniler de yalnızca kendi ileri sürdükleri fikirlerin gerçek olduğunu söylüyorlardı. Hatta daha da ötesi, bütün Hıristiyan mezhepleri, Yahudiler, Brahmanlar, Budistler, ateşperestler, putperestler yalnızca kendi öğretilerinin hakikatin tek ifadesi olduğu kanaatindeydiler. Bu dinlerin taraftarları kendi görüşlerini doğrulamak için kanıt üstüne kanıt sunup, diğer fikirlerin yanlışlığını ispatlama çabası içindeydi. Bazıları tek bir yaratıcı olduğunu söylerken bazıları çok sayıda tanrıdan bahsediyor, bazılarıysa tanrının olmadığın her şeyin tesadüf sonucu husule geldiğini anlatıyordu. Gün geçtikçe kendimi İsmaili dailerin dünya görüşüne daha yakın hissediyordum. Yani ulaşılacak nihai bir hakikat yoktu. O zaman ne yapmalıydık? Hiçbir şey bilemeyeceğini idrak edip, hiçbir şeye inanmayan biri bu durumda tutkularının peşinde arzu ettiği her şeyi yapabilirdi. Bu görüşe bağlanan birinin ulaşacağı en son nokta bu muydu? Okuyup neredeyse her konuda bilgi sahibi olmaya çabalamaya başladım. İlk tutkum buydu. Bağdat, Basra, İskenderiye ve Kahire'de bulundum. Matematik, astronomi, felsefe, kimya, fizik ve biyoloji dallarında eğitim aldım. Yabancı lisanları inceleyip başka kültürlerle başka düşünme tarzlarıyla ilgilendim. Tüm bu çabalanın İsmaili görüşlerine daha da bağlanmamı sağladı. Hala çok gençtim ve insanlığın büyük çoğunluğunun aptalca hikayelere ve yalanlara inanacak derecede cahil oluşu beni çok şaşırtıyordu. Dünyadaki misyonumun hakikat yolunda çabalayıp, insanların gözlerini açmak, onları yanılgılarından dolayısıyla da sahtekarların elinde oyuncak olmaktan kurtarmak olduğu fikrine kapılmıştım. İsmaili inancı yalan ve cehalete karşı taşıdığım bayrağımdı artık. Kendimi insanlığı karanlıklardan çıkartıp aydınlığa taşıyacak önemli bir yol gösterici olarak görüyordum. Bir kez daha büyük bir yanılgı içinde olduğumun farkında değildim. Tüm mezhep mensupları beni İsmaili davasının büyük bir mücahidi olarak görmeye başlamışlardı. Ama kitleleri aydınlatma fikirlerimi ileri gelenlerle paylaşınca başlarını iki yana sallayarak böyle bir şeye kalkışmamam hususunda beni ikaz ettiler. Her hareketim baltalandı. Kısa sürede ileri gelenlerin gerçeği kitlelerden bilinçli olarak sakladıkları kanaatine eriştim. Bencilce sebepler uğruna halkın cahil kalmasını arzu ediyorlardı. Bunun üzerine seyahatlerimde insanlarla bizzat görüşmeye başladım. Pazar yerlerinde, kervansaraylarda, hac yolundakilerin bulunduğu yerlerde herkese inandıkları her şeyin uydurulmuş hikayeler olduğunu, bu şekilde devam ederlerse hakikate hiçbir zaman ulaşamadan öleceklerini anlatıyordum. Ancak sözlerim hakaretlerle karşılanıyor, taş yağmuruna tutuluyordum. Bunun üzerine kalabalıklara hitap etmek yerine nispeten daha zeki olanlarla konuşma yolunu seçtim. Çoğu gerçekten de beni dikkatle dinlemişti. Ama söyleyeceklerim bitince kendilerinin de benzeri şüpheleri olduğunu ama tereddütler içinde bocalayıp, sonu gelmez arayışlara girmektense sağlam bir dala tutunmanın çok daha faydalı olacağı kanaatindeydiler. Görüştüğüm onca kişi arasında, en zekiler de dahil olmak üzere hiçbiri inandıkları yalanlardan vazgeçip hakikate sarılmayı kabul etmedi. Şahıslan ya da kitleleri aydınlatma çabalarım bütünüyle sonuçsuz kalmıştı. Benim her şeyden çok önem verdiğim hakikatin insanlık alemi için değersiz bir paçavradan ibaret olduğunu görüyordum. Kendime biçtiğim misyonumu terk ettim. Senelerimi bu çabalar uğruna heba etmiştim. Ben bu uğurda çabalarken diğer iki sınıf arkadaşım neler yaptı diye düşünerek ziyaretlerine gittim. İkisi de beni fersah fersah geride bırakmıştı. Tus şehrinden gelen adaşım önce bir Selçuk hükümdarının emrine girmiş, ardından üstün yeteneklerini göstererek o zamanın şahı Alparslan tarafından vezirlik makamına getirilmişti. Ömer de matematikçi ve gökbilimci olarak nam salmıştı. Gençliğimizde yapmış olduğumuz anlaşma uyarınca Nizam ül-Mülk ona senelik on iki bin altın maaş bağlamıştı. Nişabur'a gidip Ömer'i ziyaret etmeye karar verdim. Yola koyuldum. Bu anlattığım en az yirmi sene önceydi. Sonunda da eski arkadaşımı şarap kadehleriyle kadınlar ve kitaplar arasında buldum. Büyük bir şaşkınlık içindeydim. Görünüşümden düşündüklerim anlaşılmış olmalıydı. Zira soğukkanlılığıyla tanınan arkadaşım beni görünce bir hayli şaşırmıştı. İlk anda beni tanıyamamış, sonra da 'Ne oldu sana böyle?' diye sormuştu. ' Sanki cehennemden fırlamış gibisin. Neden güneşin altında bu kadar çok kaldın ki ... ' Beni sıkıca kucaklayıp, misafiri olmamı istedi. Ben de teklifini kabul ettim. Senelerin acısını çıkartıp şarap eşliğinde derin konulardan konuştuk. Birbirimize yaşadıklarımızı anlattık. Tecrübelerimizden, hayata dair teorilerimizden bahsettik. Ve sonunda hayretle çok farklı yollardan da olsa ikimizin de aynı sonuca ulaştığını gördük. Üstelik ben neredeyse dünyanın yarısını karış karış gezip dururken o evinden dışarı adımını bile atmamıştı. Bana, 'Bugün senin ağzından duyduklarım ulaştığım sonuçlara olan bağlılığımı daha bir pekiştirdi," dedi. Ben de 'Şu an seninle aynı fikirde olduğumuzu görünce kendimi yıldızların ve gök kubbenin ahenginden bahseden Pythagoras gibi hissettim,' karşılığını verdi. Bilginin mümkün olup olamayacağından bahsettik. 'Nihai bir bilgi imkansızdır,' dedi. 'Çünkü duyularımız bizi aldatır. Etrafımızı kuşatan şeylerle aramızdaki yegane bağ zekamızın ürünü olan düşüncelerimizdir. ' 'Bunlar Demokritos'la Protagoras'ın söylediklerinin aynısı, ' diye onayladığımı belirttim. 'Zaten onlar da sırf bu düşünceleri yüzünden tanrıtanımaz olarak lanetlendiler. Kitleler onları lanetlerken kendilerine yükseklerdeki cennetlerden bahsedip, masallar anlatan Platon'u baş tacı ettiler,' diye devam etti Ömer. 'Kitleler hep böyle davranmayı yeğlemiştir zaten. Belirsizlikten korkar, kendilerine anlatılan en saçma sapan şeylere dahi hakikat tutunacak bir dal sunmadığı için büyük kalpleriyle iman ederler. Bu konuda yapabileceğin bir şey yok. Bu kitlelerin peygamberi olmak isteyen kişi karşısındakiler sanki küçük birer çocukmuş gibi masallar anlatmalı, kafalarını envai çeşit hikayeyle doldurmalıdır. Zaten bu yüzden zeki insanlar hep kitlelerden uzak durmayı tercih etmişlerdir. ' 'Ama İsa da Muhammed de halklarının iyiliğini istiyordu.' 'Doğru,' diye karşılık verdi. 'Gerçekten de öyle ama aynı zamanda da onların umutsuz durumda olduklarının da farkındaydılar. Acıdıkları için de bu dünyada çektiklerinin mükafatını, öbür dünyadaki cennette göreceklerini söylediler. ' 'İyi de madem öyle neden Muhammed her şeyi bildiği halde binlerce insanın öğretileri uğruna can vermesine göz yumdu?' 'Büyük bir ihtimalle, ' diye karşılık verdi. 'Önünde sonunda hem de çok daha saçma sapan nedenler uğruna birbirlerinin kanlarını dökeceklerini biliyordu. En azından bu sayede onlara bir şekilde mutlu olmanın yolunu açmış oluyordu. Bunu da baş melek Cebrail'le görüştüğünü söyleyerek yaptı. Başka türlü insanları kendisine inandıramazdı. Onlara ölümden sonra cennet güzellikleri vaat ediyordu. Bu yolla da hepsini son derece cesur ve yenilmez kılmıştı.' Bir süre bunları düşündüm. Sonra, 'Bana günümüzde artık insanlar sırf cennete gitme vaadiyle seve seve ölüme koşmazlar gibi geliyor, ' dedim. 'Halklar da yaşlanırlar,' diye cevap verdi. 'Cennet düşüncesi eski önemini kaybetti. Ölünce gidecekleri cenneti tasavvur ederek eskisi kadar mutlu olmuyorlar. Ama aynı şekilde inanmayı da sürdürüyorlar. Zira yepyeni bir şeylerin peşinden koşmaya yeltenemeyecek kadar tembeller. ' 'Yani sence, günümüzde cennet vaadiyle vaazlarda bulunan bir peygamberin kitlelerin kalbini kazanma şansı yok mu?' diye sordum. Ömer kahkahayla gülerek, 'Kesinlikle yok, ' karşılığını verdi. ' Sönmüş bir meşale bir daha yanmaz. Solmuş bir lale bir daha tomurcuklanmaz. İnsanlar kurdukları basit dünyalarına iyice bağlandılar artık. Onlara cennetin kapılarının gözlerinin önünde açılmasını sağlayacak bir anahtar sunamayan birinin peygamberliğini ilan etmesi hiçbir fayda sağlamayacaktır. ' Bu sözlerin etkisiyle adeta yıldırım çarpmışa dönmüştüm. Ömer şaka yapıyor olsa da söyledikleriyle ruhumu kasıp kavuracak bir yangın çıkarmıştı. Evet, insanlar masallara, uydurulmuş hikayelere bayılırlardı. Gözlerini kör edecek şeyler onları mutlu kılıyordu. Ömer karşımda şarabını yudumluyordu. Ama o sırada benim içimde fırtınalar kopmaya başlamıştı. İnsanlığın o ana dek görmediği yepyeni bir plan tomurcuklanıyordu içimde. İnsanın körlüğünün sınırlarını son noktaya dek zorlayacaktım! Bu körlükten istifade ederek mutlak bir kudrete sahip olacak, müthiş bir ayrıcalık elde edecektim! Bunu da muhteşem bir masal uydurarak sağlayacaktım. Hakikati öyle bir tahrip edecektim ki torunlarımın torunları dahi bundan bahsedeceklerdi. İnsanlar üzerinde devasa bir deney gerçekleştirecektim!"
·
84 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.