Ama kasabanın değişmeyen, hatta büsbütün canlanan bir yönü de vardı: Gavur Mahallesi.
Tekke Deresi'ne doğru sokulan bu kargir ve kiremit damlı evlerde hava bambaşka idi. Akşehir'i saran çöküntüye karşı bu mahalle gün gün dinçleşiyordu. Yatsıyla birlikte kasaba o deliksiz karanlığının içinde mezar uykusuna dalar, fakat bu evlerde pencereler turuncu turuncu bakardı ve Minas'ın, Yorgo'nun meyhanelerinden sokağa kahkahalar, şarkılar, gitar ve ud sesleri taşardı. Çok geç vakitlerde sahipsiz sokakların sessizliğini naralar, Rumca ve Ermenice naralar parça parça, delik deşik ederdi. Ve beşikteki çocukların, kanıayaklı kızcağızların korkmamaları lazımdı. Korkmaya hakları yoktu; çünkü yalnız sokaklar değil, bütün kasaba bütün memleket sahipsizdi. Sahibini yitirmiş, kimin sahip çıkacağı, nasıl bir sahibin çıkacağı bilinmiyordu.
Bir vakitler Mumcu Mustafa'nın, Akağa'nın veya Hacı Küçüğün, hatta Nalband Mustafa'nın önünde elpençe divan duran, gülümsemekten, hayhay demekten başka bir şey bilmeyen, sokaklarda başları saygılı saygılı öne eğik geçen Ligorlar, Minaslar, Bapkumlar ve ötekilere bir hal olmuştu.
Sanki onlar kral, ötekiler köle idi, en iy tutumları sadece yüz vermemekti artık.
Eski günlere dayanan teklifler en azından yılışık bir alayla karşılanıyordu.
Acaba yeni sahip, yeni efendi bunlar mı idi veya bunlar mı olacaktı?