Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

"Kardeşim! Türkler arasında ebediyen kabul edile­meyecek bir meslek varsa o da heykel sanatıdır. Memleketine faydalı olacak, işe yarayacak bir şey öğren. Heykeltıraşlıkla burada ne yapacaksın? Ecdadımızın bırakmış olduğu suları kurumuş çeşmelere bugün musluk takacak paramız yok. Ecdadımızdan çoğu mezarlarında taşsız yatıyor. Birçoğunun gömüldüğü yer bile belli değil... Heykeli kime dikeceğiz? Evimizin içine giren Avrupa'dan gelme bazı öteberi kutuları­nın Üzerlerindeki resimleri günahtır diye bıçakla kazıdıklarını, kandil geceleri eve melek girmez iddiasıyla çocuğun bebeğini helaya kapattıklarını bilmiyor musun? Kışın çamurdan molozdan, yazın süprüntüden tozdan geçilmeyen mübarek meydanlarımızı, sokaklarımızı heykellerle kirletecek misin? Burada heykel sanatını nasıl kutsadıklarını anlamak için Sultanahmet meydanındaki dikilitaşların çukurlarına doğru eğil de bir bak. Alman imparatorunun yaptırdığı o canım çeşmenin mozaikleri üzerine gelip geçen şairlerimiz, artistlerimiz tarafından her renkte kalemlerle yazılan nazik şiirleri, edepsizce resimleri görüp okumadın mı? Nihayet bir zaman etrafına tahta perde çekilerek çeşmenin kapatılması mecburiyeti neden hasıl oldu? Bugün şehrimizin güzel yerlerini farz edelim ki en büyük sanatkârdan yetenekli ellerinden çıkmış saygıdeğer ecdadı­mızın heykelleriyle süslenmiş görsen üç gün sonra eger bu abidelerin burunlarını, kulaklarını yerlerinde bulabilirsen aşk olsun! Elle tutulur birer "put"a benzeyen bu mermer insanlan taşlamayı, şeytan taşlama derecesinde sevap bilenlere karşı heykel dikmek, heykel sanahnda maharet göstermek iddia­sındasın ha! Şaşarım aklına! Heykellerin yıkılmasında başarılı olanlara, Avrupa'da yılan çıyan öldürenlere verildiği gibi, bazı taraflardan para ödülleri vaadini bile umarım... " Böyle çok söylendim. Fakat ahmak kardeşimi fikrinden çevirmek mümkün olmadı. Kararını gerçekleştirmek için Paris'e gitti. Gerekli eğitimlere başladı. Birkaç senede bir İstanbul'a geli­yor, bir süre sonra yine Avrupa'ya geri dönüyordu. Hisar'daki yalının büyük bir odasını atölye haline getirmişti. İçerisi birtakım gönyeler, pergeller, küsküler, alçıdan yarım heykeller, kollar, bacaklar, kafalar, kalıplar, modeller, etürlerle doluydu. Çok geçmedi, bu atölye o çevrede "Nadir Bey'in Puthanesi" adıyla şöhret aldı. Hatta mahallenin kadınları öfke ve hınçtan yükseldiğinde küçük bir modelin üreme organını koparmışlardı. Nadir çok bağırdı, çağırdı. Bu organ kesme cinayetinden sonra atölyesini kadınlara kapattı. Dava büyüdü. Bütün mahalle ahalisi saldırana hak veriyor, ahlak ve edep bakımından kıya­fet altında örtülmesi gereken insan organının, bilim ve sanat adına araştırılmasının ve sergilenmesinin çok çirkin olduğunu, medeni toplumlar arasına girmek için Türklerce mutlaka heykel sanatının öğrenilmesi zorunluysa hiç olmazsa donun uçkurunun çözülmemesini, göğüsten aşağı insan vücudunun araştırılması­nın yasaklanması tehdirlerle ihtar ediliyordu. Güzel sanatların Osmanlıcası, Frenkçesi olup olamayacağı meselesi meydan aldı. Eski ve yeni kafalılar ikiye ayrıldı. Avrupa medeniyetinin bize tam olarak uygulanmasında buna benzer birçok zor meselenin ortaya çıkacağını ben zaten biliyordum.
·
81 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.