Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Kendisini çağıranlar, bu üç katlı ve ahşap binada olmalıydılar. Allah nasip ederse bu defaki tahmini daha isabetli olacaktı. Yine de, sol taraftaki mezar taşlarının yanından geçerken içinde bir şüphe yok değildi. Açık bırakılmış kapıdan içeri girdiğinde kendini, tavandan sarkan avizedeki onsekiz kandilden çok, kelimelere dökülmesi gayrı kabil bir nurun aydınlattığı, geniş bir mekânda buldu.Mihrabın önünde bir halka teşkil edecek şekilde sıralanmış otuz kadar Mevlevi, halka boyunca dönen upuzun bir dokuzyüzdoksanlık tespihi çekerlerken, hep birlikte ilk hecede sağa ve ikincide ise sola eğilerek, defalarca ve defalarca İsm-i Celal'i, yani "Allah" adını zikrediyorlardı. Başlarında "sikke" dedikleri uzun serpuşları, sırtlarında ise düğmesiz ve iliksiz siyah hırkaları vardı. Hayat denilen şu kısacık yolculukta, ama canlı ama cansız, ama güzel ama çirkin, ama dost ama düşman, kendilerine refakat eden her şeyi sevip koruyan bu ehl-i insaf dervişler, fırlatıldığında bir insanın kafasını dağıtacak bir taşı bile incitmek istemezlerdi. Çünkü biiznillah dile gelse, sonsuz bir masalı anlatacak o taş, Allah'ın sırdaşı, dolayısıyla kendilerinin can dostu idi. Kâinatın ahengini bozmaktan, yaratılan her şeye zarar ve zeval vermekten çekinen bu efendilerin zikir çektikleri mekân o kadar ferah ve dingindi ki, zincire vurulmuş en saldırgan deliler ve zincirlerinden boşanmış en amansız fırtınalar bile, böylesi bir yerde huzur bulurdu. Duvarlardaki, üstat pâyesine ermiş hattatların ellerinden çıkma şaheserler, mesela altunlanmış zemin üzerine kırmızı lâl ve siyah is mürekkebiyle yazılmış sülüs celisi "Er Rahman" yahut, "Es Selâm" veya "Er Rahim" gibi isimler, Mevleviler için herhalde, Şems'ten bile daha aydınlatıcıydı. Mihrap tarafında, ebrû kâğıt üzerine talikle çekilmiş bir besmele ve onun hemen üstünde de siyah kâğıt üzerine altun mürekkebi ile yazıya dökülmüş "Allah" lâfzı yer alıyordu. Sol tarafta, harikulade bir sülüsle yazılmış "Allahû Ekber" ibaresi ve onun altında, namlı venamsız hattatların neshi, divani ve talikle kâğıda döktükleri ayet-i kerimeler yer alıyordu. Sağda ise, kayık, ibrik, kuş ve cami şeklinde istif edilmiş sülüs duaların yanı sıra, mütenazır talik harflerle, insan yüzü şeklinde bir "Yâ hû" görünmekteydi. Bununla birlikle, altun yaldızla çerçevelediklerine bakılırsa, bu canların en çok değer verdikleri yazı, misafir edilip gönlü yapılan bir gezginci dervişin siyakatle karaladığı, bir "Allah razı olsun"ifadesiydi. Burası, Muhteşem Neyzen Bâtin Efendimiz'in en mübarek bulduğu yerlerden biriydi. Öteyandan, bu kadar huzurlu bir mekânda kedilerin olmaması da imkânsız gibiydi. Nitekim tekir bir kedi hasırların üzerine uzanmış uyurken yavrularından ikisi birbirlerini kovalayıp oynuyorlardı. İsm-i Celâl zikredilirken sürekli dönüp kıpırdadığı için olsa gerek, üçüncü yavru da şıkırdatıla şıkırdatıla çekinen o upuzun zikir tespihini hedef seçmişti. Aniden atılarak tespihi pençeleriyle yakalayıp dişlerini geçiren bu kedi, o sabırlı ve nur yüzlü Mevlevilerden biri tarafından usulca tutularak az ileride bir yere konsa bile yılmıyor, az sonra başka bir yönden hamle ediyordu. Ayrıca, sarı bir kedi de, kuyruğu havada olmak üzere, dizleri üzerine oturup zikir çeken canların sırtlarına ağır ağır, teker teker sürtünüp yavaş yavaş dolaşmaktaydı. Bütün bunlar bir yana, siyah-beyaz olan bir başka kedi, şeyhin kızıl postunun yanına ilişip çökmüş, tam da tabiatına yaraşır bir şekilde, uyumadığı halde gözlerini yumup âdeta tefekküre dalmıştı. Bu kedinin öyle huzurlu ve dingin bir edası vardı ki,sanki Allah'a ulaşmaya çalışan bu canların şeyhi bizzat oydu. Belki de Mevlevilerin, "Allah" adını değil de, kendi adını zikrettiklerini düşünüyor, üstelik bunu olağan karşılıyordu. Eğer, ciltlerce kitap okuyup yazmış bir âlimin düşünmeyeteneğinin on katı bu kedide olsaydı, ihtimal ki düşünmeye tenezzül edeceği yegâne şey de bu olurdu. Mevlevilerin şeyhi, entarisi suratından akan kanla kırmızıya boyanmış delikanlıyı, yalınayak ve başı açık Eflatun'u görünce, canları yatıştırmak istercesine ellerini kaldırdı. Zikir diğerleri biraz afalladılar. Bu insanları rahatsız ettiğini düşünüp utanan Eflatun çekinerek, sikkesine destar sarmış şeyhe sordu: "Beni affedin efendim. Bir yanlış anlama da olabilir; ama beni siz mi çağırdınız? Bana siz mi 'Gel' dediniz?" Eflatun'u tepeden tırnağa süzen şeyh ona şu cevabı verdi: "Biz insanlara 'Gel' diyenleriz. Doğru yere geldin." Sevince kapılan Eflatun, kendisine gülümseyen şeyhe şu soruyu sordu: "Peki beni niye çağırdınız? Bir emriniz, bir ihtiyacınız mı var?" Gözlerinin içi gülen şeyh, usul gereği, kalkmadan önce yeri öptü ve "Evet," dedi. "Senin temiz kalbine ihtiyacımız var. Bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur, yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz." Diğer canlar da yeri öpüp ayağa kalktıklarında, şeyh ellerini göğsünde çapraz yaptive hafifçe eğilip Eflatun'u selamladı. Ardından, Galata Mevlevihanesi'nin canları ve dedeleri delikanlının başına üşüştüler. Biri sıcak su ve temiz bir bezle yüzündeki kan izlerini temizlerken diğeri kaşı üzerindeki yaraya kantaron merhemi sürdü. Bir başkası ise bembeyazbir tülbentle yarasını sardı. Eflatun'un hikâyesini hemenhepsi, az ya da çok tahmin edebiliyordu. Ama uzun sözegerek olmadığını en iyi bilen kişi, Mevlevihane'nin şeyhi İbrahim Dedeydi. Eflatun'a yatacak bir yer bulmak için dışarı çıktıklarında, Şeyh İbrahim Dede ona şöyle dedi: "Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git" demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır."
·
54 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.