Gönderi

.... Sevebilmenin iflası Kendi düşmanın gibi, ezersin kendi canevini.” –Shakespeare Malum sözü biraz terse büküp, bir soru sorarak başlayalım: Peki, hassas kalplerin dünyayı cennete çevirme iradesi veya şevki var mı? Bugünlerde herkes birçok şeyden şikayet ediyor. Bu şikayetlerin çoğu yozlaşma, değer yitimi, hissiyat kaybı kapılarına çıkıyor. İyi ama bu kadar çok şikayet edenin var olduğu bir iklimde suçlular kim? Her zaman belirsiz “diğerlerine”, bizden başkalarına çıkarılan fatura artık bir nevi mastürbasyona, ahlakilik, erdemlilik, sterillik pazarlama işine dönüştü. Herkesin iyi, haklı, saf, temiz ve kusursuz olduğu yerde diğer “iyilerin” (yani herkesin) onayının verdiği rahatlıkla, kimlerden müteşekkil olduğu belli olmayan ama şüphesiz kalabalık olan suçlular toplamı, hatta bütün toplum (yani hiç kimse) biteviye yargılanıyor. Alan memnun, satan memnun. Sanki bir ayin, bir boşalma seansı, bolca rt’ler, bolca fav’lar, bolca “ben de” alıntısıyla boşluğa doluşuyor. Lakin bu maymuncuk hiçbir kapıyı açmıyor. Bu lügatin hiçbir şeyi açıklamaya mecali yok. Elbette daha iyi olanlarımız, daha temiz olanlarımız vardır ama bu muazzam kuşatmada, hiçleşmenin muzaffer sancağı dünyanın tepesinde arz-ı endam ederken gerçekten de birilerinin kimi arızalardan tamamen azade kalabilmesi mümkün olabilir mi? Herkes az ya da çok değersizleş(tir)me furyasından nasibini alıyor. “Herkes kafayı yemiş” önermelerinize kendinizi de dahil ediyor musunuz? Günümüz dünyasında ve onun Türkiyesi’nde sıradan insanların duygusal, politik ya da başka herhangi bir açıdan fark etmiyor, tam olarak sağlıklı bir konum edinebilmesi imkan dahilinde midir? Ekonomik baskılar, güvencesizleşme, ideolojik zayıflık ve yönsüzlük, haklıyken kazanamama, nihilizme düşme, her şeyin hızla değersizleşmesi, tüketim kültürü, ilişkilerde “kullan-at” mekaniği, bireycileşme salgını… Bunlar herkesi ve bütün hayatı bir mengeneye aldı, ezdikçe eziyor. His kaybı, hissiyatın, hissetmenin kıymet yitimi yahut hissetmenin düpedüz unutulmuş olması bu çağın bir hakikati. Şiirle, romantizmle bu kadar çok dalga geçen insanın olması mesela bu vaziyetin bir çıktısı. Yahut bir aşk acısının uzun sürmesi, ayrılıktan sonra yas ya da durma sürecinin uzunluğu, karşılıksız sevebilmek de aşağılanıyor artık. Zira bugün önemli olan tek şey “ben”. Herkesi birbirine benzetme, kişilik diye kişiliksizlikler yaratma ideolojisi pazarlanıyor. Birbirinin tıpatıp aynı biriciklikler. Biricikliklerin mefkure olduğu yerde de başkasına gerek kalmıyor. Başkaları salt birer apolet, etiket, dolgu, süs, eğlence. Bir kişi, bir insan evladı değildir onlar. Yalnızca “ben” vardır, bugünün uyuşturucusu kişisel gelişim ve liberal akıl bunu buyurur. Herkesin on iki kalıba bölündüğü ve mükemmel olduğu burç yorumları da öyle elbette. Skor… Kişiler sadece birer sayıdan ibarettir. Ne kadar çoksa, birinden diğerine ne kadar hızla geçilebiliyorsa o kadar havalı, o kadar sağlıklı, o kadar mutlusundur. Bu hızda, kişilerin hayatında bir başka insanın kendisi olarak var olabilmesi mümkün olamaz. Zira her türlü ilişkilenmede merkezde olan tek şey “ben” olur. Şimdi kitap elimde olmadığı için sayfa numarası veremeyeceğim ama Byung-Chul Han da Eros’un Istırabı’nda ben ve başkasına dair benzer çıkarımlar yapıyor. En debdebeli aşklar dahi “ben” kıskacında, ağırlığında “başkasını” ezme ihtimalini içinde barındırıyor. Sevebilmek, tereddütsüz, hesapsız, taktiksiz sevebilmek artık bir zaaf olarak kodlanıyor. Reddedilmekten, alışmaktan, sevmekten, arzudan, üzülmekten, kırılmaktan korkuyoruz. Ama bir başkasını üzmek ya da kırmak, bir kişiyi kullanmak veya manipüle etmek söz konusu olduğunda çoğumuzun aynı hassasiyetlere sahip olduğu söylenemez. İfrat ve tefrit asrındayız. Bir de aşk diye bir kişiliksizleşme, hiçleşme halini yaşayanlar var. Bir adamı ya da kadını bütün hayatı yapanlar, yani boyunduruğa girenler. Oysa, “aşk iki kişiliktir”. Bir başkasının olmadığı bir ilişki salt bir oyundan, manipülasyondan ibaret olabilir. Yani kapılar burada da bir “başkaya” yer olmamasına, ben’in okşanmasına çıkıyor. Bu kadar büyük egoların olduğu yerde “biz” de kalmıyor. “Biz” vardıysa da, çağın ezberleri sonrasında ondan bir iz bırakmıyor. Ayrılıklar sonrası, onca şey yaşadığın kişiyi sosyal medyadan engellemenin bunca yaygınlığı bir şeyleri açıklıyor. Elbette berbat insanlar ve leş gibi ayrılıklar vardır ancak ilişki sonrası “eskiye” kin duymak, haset sıradan ayrılıklarda da bir vasattır. Ego sum, ergo sum. Sosyal medyada görünürlük, ilişki yaşama motivasyonunun önemli bir veçhesi oldu. Bizim kendimizi ve hayatlarımızı pazarladığımız bu alanlarda, ilişkilerimizin de bir pazar değeri var. İlişkinin kıymeti bir mübadele aracına dönüştürülüp dönüştürülememesiyle ölçülür. Aura’lar ve persona’lar, performanslar ve ışıltılar alınır satılır. Takiben kin, nefret, değersizleştirme enflasyonu başlayacaktır. Sosyal medyada çarşaf çarşaf “ex” gömülür. Ex… Kavramlar, adlandırmalar dahi ucuzlaştırıcı. Sevgili değil partner, eski sevgili değil ex, buluşma veya görüşme değil date, paylaşmak değil deneyimlemek, aşk değil flört, hoşlanmak değil tutmak. Pornografinin gerçekle mübadelesi. Zaten hakiki pornoya dair kavramların, kategorilerin gerçek hayatta son dönemde bu kadar yaygınlaşıp, normalleşmiş olması da bir göstergedir. Mecazi anlamda bir pornografileşme (dışarıya kendini, ilişkisini mübalağayla satma manasında) eğiliminden gerçekten de pornoculuğa giden bir yol oluştu. Olgun, çekici kadın anlamındaki “milf” pespayeliği piyasada dolaşıma girdi, bir de “dilf” çıktı. “Sugar daddy” de havalarda uçuşuyor. Her şeye bir kavram icat edildi. Love bombing, ghosting… Bunlar büyük suçlar. Eh, o vakit ilk taşı günahsız olanımız atsın. İhanetin, açgözlülüğün, daha fazlasını istemenin, “piyasa” bu kadar güzellerle doluyken gözün ve gönlün, aklın yarısının dışarıda olmasının normalleştirildiği bir dünyada herkesin bir başkasına yaptığı basit, sıradan şeyler engizisyona tabi tutuluyor. Her yönüyle trajikomik zamanlar. Uzun aralıklarla ilişki yaşayan biri olarak aşk mütehassıslığı için pek ideal biri sayılmam (yani aslında bunun için biçilmiş kaftanım demek istiyorum) lakin aşk ilişkilerinin irtifa kaybettiğini, sevebilmenin imkansızlaşmakta olduğunu görüyorum. Her yanımız yalnızlarla, mutsuzlarla, bağımlılarla, düşük ve düşkünlerle, başarısızlarla dolu. “Halbuki aşk, daha ne olsundu hayatın mazereti”. Aşkın ve hissiyatın, arzunun, heyecanın, tanıma, bilme, tanık olma, birlikte yaşamanın, bir başkasında yeni bir ben bularak bizi inşa etmenin kaybı demek, erotizmin yerini pornonun alması demek ya da insanın insan olmaktan istifa etmesi demektir. Canavarlaşma modası bundan. Büyük anlamların, büyük insanlık savaşlarının, direnişin eskidiği, uyumlanmanın, herkesleşerek biricikleşmenin “in” olduğu şu zamanlarda aşk da yıpranıyor, paçavraya dönüşüyor.
·
230 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.