Gönderi

Sahip Olmak yada olmak 2
→"Sahip olmak" kökenli davranış biçimi mülkiyet ve kazanç temellerine bağlı olduğu için, iktidara ulaşmak, hatta ona bağım- lı olmak tutkusundadır. Bir canlının egemenlik altına alınıp, de- netlenebilmesi ise, onun isteklerini kıracak bir şiddet kullanıl- masını gerektirir. Özel mülkiyet de, mallarımızı bizden almak isteyenlere karşı koruyabilmemiz için, yine belirli bir gücü ve iktidarı şart koşar. Aslında hiçbir kimse yeterince mala sahip olamamaktadır. Ama mülkiyete sahip olmak tutkusu, bizi şiddet kullanmaya ve başkalarını açık ya da gizli biçimde sömürmeye itmektedir. "Sahip olmak" eğilimindeki bir insan, mutluluğu başkalarına üstün olmakta, gücünün bilincine varmakta ve son aşamada fethetme, soyma ve öldürme yeteneklerinde bulmakta- dır. "Olmak" ilkesinde ise mutluluk sevgide, paylaşmada ve ver- mededir. 4.4. "Sahip Olmak" Güdüsünü Destekleyen Diğer Etkenler "Sahip olmak" güdüsünü destekleyen en önemli faktörlerden bir tanesi, konuşulan dildir. Her insanın bir adı vardır (gelişme- ler bu düzeyde giderse, belki de yakında hepimizin bir numara- sı olacaktır) ve bu ad bizde, o insanın ölümsüz olduğu hayalini uyandırır. Ad, insanla eşdeğer olmuştur ve insanı bir yaşam sü- reci gibi değil de, kalıcı ve değişmez bir şey olarak canlandınr gözümüzde. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, gramerdeki isim sözcüklerinin işlevi de aynıdır. Sevgi, gurur, nefret, sevinç dediğimizde, sanki kesin ve elle tutulabilir maddelerden söz edi- yor gibiyizdir. Halbuki gerçek olan, insanların içlerinde varolan süreçlerdir. Bu, bir hareketlilik, bir akışkanlıktır ve isimler bi- zim bu gerçeği farketmemizi engellemektedirler. Masa veya lâmba gibi eşyaları belirten isimler bile, yanıltıcıdırlar. Adlan- dırdıkları eşyaların bazı katı maddeler oldukları izlenimini uyandırlar bizde. Ama aslında bu şeyler, bizim fizik sistemi- miz içinde belirli bazı etkiler yaratan birer enerji sürecidirler. →Biz direkt olarak bir masayı ya da lâmbayı algılamayız. O eşya- lardan bize yansıyan etkiler, kültürel bir öğrenme süreci sonu- cunda, belirli biçimler alırlar. Yani gelen enerjik yansımayı al- gılayınca, onun hangi eşyadan geldiğine karar veren ve onu bi- çimleyen birey, daha doğrusu kültürel süreçtir. Çoğunlukla eş- yaların orada öylece var olduklarını düşünür, buna inanırız. Ama atladığımız nokta, toplumun bize, fiziksel duyularımıza çarpan etkileri, algılara dönüştürmeyi öğrettiğidir. O kültür için- de yaşayabilmek için, duyguları algılara dönüştürüp, bununla hem çevremizi, hem de kendimizi yönlendirip, biçimlememiz gerekmektedir. Algılara birer isim verince, onları süreç olmak- tan çıkararak, katı maddeler haline getirir ve değişmez bir ger- çekliğe ulaştığımızı sanırız. İşte toplum bize bunu öğretir, bu beceriyi kazandırmaya çalışır. /Sahip olmak ihtiyacını destekleyen bir diğer etken, biyolojik kökenli bir istek olan, yaşamak, yaşamda kalmak arzusudur. Be- denimiz bizim ruhsal durumumuzdan bağımsız olarak, sürekli biçimde "ölümsüzlük" arzusu ile doludur. Ama gözlemler sonu- cu ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz için, ölümsüzlük imajını yaratacak bazı semboller ve değerler arayarak, bir çö- züm bulma çabasına yöneliriz. Bu arzu, tarihte çok çeşitli görü- nümler almıştır. Mısır firavunlarının piramitlerde gömülü olan cesetlerinin ölümsüzlüğüne inanılırdı. Ayrıca avcı topluluklar- daki ölümden sonrası inançları ile Hristiyanlık ve İslâm dinle- rindeki cennet inancı da, bu konudaki örnekler arasındadır. On- sekizinci yüzyıldan sonra Batı toplumlarında "tarih" ve "gele- cek" kavramları, dinsel cennetin yerini aldı. Artık tarih kitapla- rının dip notlarında yer almayı garantileyecek şöhret, tanınmış- lık veya adının kötüye çıkması gibi özellikler, ölümsüzlüğün ka- nıtları sayılıyor. Şöhret özlemi, geleneksel dinlere ve öteki âle- me inanmayan kişiler (özellikle politikacılar) için salt dünyasal bir tutkudan öte, dinsel bir anlam da taşımaktadır. Bu çerçeve içerisinde halk, ölümsüzlüğe giden yolu hazırlamakta, reklâm menajerleri ise çağın papazları olmak rolünü üstlenmektedirler. Belki de "sahip olmak" güdüsünün böylesine güçlü olması- nın nedeni, ölümsüzlük duygusunu tatmin etme konusundaki et- kinliğidir. "Kendimi" sahip olduğum şeylerden oluşan bir bü- tünlük olarak kabul edersem, onların yok olmazlığı, benim- ölümsüzlüğümü sağlayacaktır. Eski Mısır'daki mumyalamadan, günümüzdeki hukuksal ölümsüzlük kaynağı olan "son istek"e kadar, insanlar fizik yaşamları ötesinde "canlı kalmayı" bilmiş- lerdir. "Son istek" ile kişi, gelecek nesiller için, kendi mal varlı- ğının nasıl ve nerelerde kullanılması gerektiğini belirlemektedir. Böylelikle miras yasaları aracılığı ile de, sermaye yatırımcısı rolüne büründüğü oranda, ölümsüzleşmektedir. 4.5. "Sahip Olmak" Güdüsü ve Anal Karakter "Sahip olmak" güdüsünü daha iyi anlayabilmek için, Fre. ud'un önemli buluşlarından birine değinmek yararlı olacak. Fre- ud, çocukların pasif alıcı dönemlerinden sonra saldırgan alıcılık evrelerini yaşadıklarını, daha sonra ise yetişkinliğe geçmeden bir adım öncesi olan anal erotik" döneme girdiklerini anlatır. Freud'un da kanıtladığı gibi bu son dönem, insanın gelecek ya- şamını etkilemesi açısından çok önemlidir. Bu aşamaya takılıp, gerekli adımı atamayanlarda gelişen "anal karakter", yani insa- nın tüm enerjisini hem maddesel şeylere ve paraya, hem de duy- gulara, sözcüklere ve jestlere sahip olmaya, onları biriktirip sak- lamaya yöneltmesi ve bu amaçla kullanması, "anal erotik" evre- nin kalıntılarıdır./Cimrilerin davranışlarında dile gelen bu karak- ter yapısı, çoğunlukla aşırı bir düzen tutkusu, titizlik ve inatçılık özelliklerini de beraberinde taşır/ Freud'un açıklamalarında, pa- ra ile dışkı arasında kurulan sembolik ilişki ve bununla ilgili çe- şitli örnekler çok ilginçtir. Anal karakterin, yeterli olgunluğa va- rılamamasının bir sonucu olduğu yolundaki Freud'çu görüş as- lında, ondokuzuncu yüzyıl burjuva toplumlarının bir eleştirisi niteliğini taşımaktadır. Bu dönemde anal karakteri belirleyen özellikler, toplumun ahlâk kurallarını biçimlemekte de kullanıl- mış ve insan doğasının normal özellikleri olarak açıklanmışlardır. Her şeyden vazgeçmeyi ve tüm istekleri yok etmeyi savunan inziva olayı, büyük bir olasılıkla çok güçlü bir sahip olmak ve tüketmek arzusunun diğer yüzü olmak özelliğindedir. Bir inzi- vacı bu duygularını bastırmış olabilir. Ama sürekli olarak tüke- tim ve sahip olmak duygularını bastırmakla uğraştığı için, bütün ilgi alanı ister istemez yine sahip olmak ve tüketmek konuları- dır. Yüceltme mekanizmasını kullanarak yapılan bu türlü yalan- lamalara, psikanalitik deneyimlerde çok sık rastlanır. Bunlara ömek olarak, yıkıcı içgüdülerini bastırmaya çalışan fanatik ve- jateryenleri (et yemeye karşı olanlar), kendi öldürme tutkularını yücelten fanatik kürtaj düşmanlarını ve kendi "günahkâr" eği- limlerini farketmek istemeyen kahramanlık budalalarını verebi liriz. Böylesi durumlarda kişilerin savundukları fanatik düşün- celerden çok, onları bu yöne ve böyle davranmaya iten bilinçal- tı nedenler önem kazanmaktadırlar. Bana öyle geliyor ki, bütün fanatik davranışlar, başka ve özellikle karşıt içgüdüleri örtüp, maskelemek amacını taşıyorlar. "Sahip olmak veya sahip olmamak?" sorusu ekonomik ve politik alanda karşımıza, gelirlerde tam bir eşitlik ile sınırsız bir eşitsizlik arasındaki seçenek olarak dikilir. Ama olaya böyle yaklaşmak yanlıştır. Eğer fonksiyonel veya kişisel kullanıma açık bir mülkiyet varsa, malları herkes kendi yararı ölçüsünde ve dilediğince kullanabiliyor demektir. Böyle bir durumda az ya da çok şeye sahip olmak, bir çekişme ve kıskançlığa yol açma- yacağı için, mülkiyet konusu toplumsal bir sorun olmaktan çı- kar. Öte yandan, herkesin ayın düzeyde ve eşit oranda mal var- lığına sahip olmasını savunanlar, îçlerindeki "sahip olmak" tut- kusundan kurtulamayıp, bunu eşitlik ideali yüceltmesi ile gizle- mek istemektedirler. Bu isteğin gerisinde, kıskançlık güdüsü yatınaktadır. Bir başkasının kendisinden çok şeye sahip olma- ması gerektiğini ileri süren her kişi, işte bu yolla, içinde duydu- ğu büyük kıskançlığı örtmekte, onu bastırarak ne kendisi ve ne de çevresi için bir tehle olmamasına çalışmaktadır. Bence önemli olan, zenginlik ve fakirlik gibi aşırı uçların tör- pülenerek, ortadan kaldırılmasıdır, Eşitlik, eldeki tüm maddesel varlıkların herkese aynı oranda dağıtılması demek değildir. Be- nim eşitlikten anladığım, çeşitli sosyal sınıfları yaratan ve bu sı- nıflarda farklı insancıl deneylerin yaşanmasına yol açan gelir farklılıklarının düzeltilmesidir. Ekonomik ve Filozofik El Yaz- maları"nda Marx da, "ham komünizmin" bu "insan kişiliğine ters" bakış açısına değinmiştir. Bu tür komünizm, yani herkesin eşit mal varlığına sahip olması hayali, "kıskançlığın bir göster- gesi"dir yalnızca. →Nesnelere (ya da insanlara) sahip olmak, onları elde edip, kendi egemenliğine almak ve saklamak türündeki bu tutku, in- sanın doğumuyla birlikte onda varolan bir duygu değildir. Böy- le ihtiraslar, toplumsal gelişmelerin ve koşulların insan türü üze- rinde etkili olması sonucunda ortaya çıkarlar. Yaşam gerekliliğinden doğan "sahip olmak", "olmak" ilke- siyle çelişmez. Çünkü "en doğru" ve "en kutsal" kişilerde bile, insan oldukları sürece, böyle bir sahip olmak isteği vardır. Ama ortalama insanlarda, yaşam gerekliliğinden doğan "sa- hip olmak" isteği ile toplumsal koşulların bir sonucu olan ve et- kisini karakter yapısı biçiminde gösteren "sahip olmak" yanya- na ve birlikte, çoğu kez de birbirleriyle karışmış olarak bulunur- lar. (Varoluşla getirilen özellikler ile karakter yapısına göre biçimlenen davranışlar arasındaki farklılığın daha geniş açıklama- sı için, "Psikanaliz ve Ahlâk" adlı kitabıma bakınız.)
·
102 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.