Gönderi

Günaydın. Çok isteriz ya bazı şeyleri, çok hak ettiğimizi düşünürüz. Hem bunlar öyle büyük arzular yahut hezeyanlar da değildir. Feyyaz Kayacan bir başka kitabında, "Hani dünyalar benim olsa nesi eksilirdi dünyanın?" diye sorar. Biz de bu soruya cevap aramaktayız sevgili okur. Ona buna nasip olan dünyaların zerresi bize niçin nasip olmaz? Var olun.
Feyyaz Kayacan
Feyyaz Kayacan
-
Gibiciler
Gibiciler
Kırmızı Kedi Yayınevi, s.23-25 Postahaneye gidiyordum. Sevgilime yazdığım mektubu postaya atacaktım. Hani kişinin yıllar yılı arayıp da bulamadığı, yaşamanın en iri amacı saydığı ve karşıtların bileşik bir anlama dökülmesi diye tanımlanan şey yok mu, işte sokağa çıkınca onu buldum karşımda. Hiç önüme çıkmışlığı olmayan bir gün başlıyordu. Tepemde güneş bir büyüteç olmuştu. En ufak otun, sonu gelmez bir gölgesi uzamaktaydı. Bu gölgede geceyle gündüz iç içe ağarıyorlardı. Gördüğüm her şey sevgimin büyük olayına imgeler taşımaktaydı. Mektubun cebime nasıl sığdığına şaşıyordum. Postacı mektubu ereğine taşırken hangi elinin avucuna sığdıracaktı? Kim bilir ne oyunlar oynayacaktı mektup ona. Nice ardında koşturacaktı. İşte bunlardı yürürken düşündüklerim. Kör değiller ya, eş dostun gözünden kaçmıyordu düşündüklerim. Yeter yahu, cebindekine benzer bir mektup daha yollayacak olsun, kâğıt kıtlığı baş gösterecek bütün ülkede, dediğini duydum birisinin uzaktan. Başımı çevirip baktım. Akşamları sergisinin önünden geçerken, bir karpit lambasının altında karpuzların üstüne küçücük bir çakıyla denizkızı resimleri çizdiğini gördüğüm manavdı, bunları söyleyen. Karpuzu kesmece dilimlerken çakının denizkızına değmemesine öyle bir önem verirdi ki. Her dilime bir denizkızı düşürürdü. “Sen işine bak,” dedi sonra gülerek. “O türlü kâğıt kıtlığını kim istemez?” Adamın yüzü denizlere dek gülüyordu -bir mektuba daha beni iteleyen gözlerle. Manavdan sonra ortaokuldan eski edebiyat öğretmenime rastladım. “Unutma,” dedi, “sende bir şey vardı -o kadarını hatırlıyorum- sese dönük bir şey vardı, veresiye bir gırtlaktan çıkmışa benzemeyen. Yalın bir dal gibi konuş, okundukça yapraklanan, gövde devşiren.” Öğretmenimin böyle konuşması beni yüreklendirdi. Eskiden bende gördüklerini demek bugün de görmek istiyordu. O isteği uyandırdığıma sevindim. Bugün bana hiç kimse kötü gözle bakamazdı. Bana yöneltilen bütün övgüleri doğal buluyordum. Öğretmenim beni belki söylediğinden daha da beğeniyordu. Ama sakıncalı olacağını bildiği için, salt uyarmalarla yetinmişti. Doğru da. Siz gidip yalvaca Tanrı'nın günü, sen yalvaçsın deseniz, yücelikler ögeliklerle kurtlanır adamın kafası. Bakın işte neler geliyor insanın başına bir şeyi anlatayım derken. Görkemlerin, olmadık varsayımların tuzağına düşüyor. Öğretiler döktürüyor. Oysa tek istediğim, şu mektubun sevgilime iletilmesi. Yazdıklarım düzyazı, ters yazı, devrik duygu, ya da kalkık inceliklerle hiçbir ilişkisi olmayan abuksabuklamalardan ileri gitmeyebilir. Ama bana hiç daha söylenmemiş bir kaside kadar güzel geliyor ya ben ona bakarım. Kişi, kendi içinden kopardıklarına bir iki tutunak bulabilmeli. Bütün sorun bunda. Gerçek belki bunun tam tersi. Kim söylemiş gerçeğin her yerde, her gün, her soluğu devindiren bir berkite olduğunu? Benim sevgilim, o görmediğim, o daha eline bile gözümü süremediğim, o beni sabahlara dek sessizliğiyle, vermediği cevaplarla avutan -o gerçekte paslı bir kurt olabilir toprağın derisi üstünde dolaşan. Size ne bundan? Bir yerinde bana ne? Ben öyle çizmedikçe, onu. Oldubittiye benzer bir kadınla evlenmem daha mı iyi olur sanki? Gene de bir köşede bir bucakta, sesini kullanmak, takma dişli bir Tanrı'ya en uydurma dilini kaptırmamak diye bir yol var. Dilim uydurmaymış. Ne çıkar. Onu ben uydurdumsa? Bunu yapmak da, temel atmak, bir duvara pencereler taşımak kadar emek isteyen bir şey değil mi?
··
1 artı 1'leme
·
249 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.