Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

101 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
Normal şartlar altında Aliya gibi bir şahsiyetin ismini, ekolünü ve duruşunu birçok mecrada görmemiz gerekirken yalnızca dini literatürde -fakat olabildiğince siyasal şiddet ve sokak diliyle harmanlanmış bir literatürde- görmek fazlasıyla incitti. Daha doğrusu bu kitabın yanında bir de Alev Erkilet’in Mazlum Ortadoğu’nun Mağrur Çocukları’nı da okuyunca idrak ettim incinmemin zaruri olduğunu. Çünkü çizilen Aliya ile olması gereken Aliya arasındaki kuvvetli farkı görmek için onu bir şekilde sadece bir alana sıkıştırmak gibi gafletten sıyrılmak gerekirdi. Bu da incelemeyi yazmam için başlı başına sebepti. Bu sebebim mümkün sebepler içindeki en geçerli sebep, çünkü İslam Deklarasyonu'nu tahlil edelim gibi faydalı-gereksiz bir işe kalkıştığımda akıbetin varacağı noktaları da tahmin edip önlemimi almıştım: ya meselenin yalnızca dinsel, salt manevi, ruhsal fakat külliyen maddeden uzak kısmıyla ilgilenip sosyolojiyi -hatta felsefeyi dahi- saf dışı bırakacaktım ya da meselenin aynı zamanda maddeye de atıfta bulunan, vücuda, dolayısıyla insana da değen taraflarına eğilip mevcut dualizmin üstesinden gelmeye çalışacaktım. Zaten ne olduysa bundan sonra oldu. Bu kitabı aralamadan önce Aliya, hemen her türlü İslami meselenin ideal argümanı, ekol fark etmeksizin ardına sığınılıp karşı tarafa rahatlıkla nanik yapılabilecek bir müdafaa aracıydı. Bilge kraldı, öyleydi de neden böyle olduğuna dair malumat sahibi değildik. İhtiyaç da yoktu zaten. Bildiğimiz yanıldığımıza yetmiyordu. Ta ki Erkilet’in yukarıda zikrettiğim kitabını da aralayıp ne salt maddeci ne salt manevi olan bir okuma yolu tutunca anladım dinin sosyolojisinin -hatta felsefesinin bile- işin erbabına verilmesi gerektiğini. Erkilet, "denileni" ustaca irdeleyip "denilmeye çalışılan" haline getirmeyi başarmıştı. Aslında lafı eğip bükerek cesaretsizlik ediyorum, demek isteğim şu: yalnızca bu kitabı tahlil edenleri dinleseydim, Erkilet’teki Aliya'dan habersiz kalacak, onu yalnızca kuru bir cihatçı mantığı içerisinde bulup, bakıp çıkacaktım. Neyse ki bu olmadı. Onun paradigmasının insan-doğa-kültür temelli inşa edilmiş olduğunu ve bütüncül yöntembilim dediği metoduyla çok-katlı gerçekliği vazettiğini görünce hayret ettim. Hatta menfaatin karşısına ideali, monarşinin karşısına hürriyeti -yetmezmiş gibi tekamülün karşısına yaratıcılığı- diktiğinde geriye yapacağı tek bir hamlenin daha kaldığını da aynı heyecanla bekledim ve gördüm: toplumun karşısına şahsiyeti dikmek. Bu beklenti temelde bireyi ve bireyin özgürlük standardıyla toplumun ve toplumun özgürlük standardı arasında kadim bir bağ kurmayı gerektiriyordu ve Aliya buna da mahirdi. Dahası, işin hikmeti bunlar değildi, karşı karşıya diktiği bunca mefhumun birbirine galip gelmeyen cepheler olduğunu ilan etmesiydi esas mahareti: Henüz ilk dakikalarda insanı madde alemine atıyor ve onun maddeler aleminde saf manevi argümanla daha fazla ayakta kalamayacağını hükmediyordu. Bu hüküm özünde dezenformasyonu zaruri addediyordu ve Aliya, kendi çapında bir kıyamet koparmaya yeminliydi çünkü işaret parmağının hedefinde faydasız mit ve katı dinsel görüşler vardı. Yetmiyor, tembelliğimizin tescili olarak mehdîyeti gösteriyor, haremlere karşı çıkıyor ve kahraman-karşıtı bir duruş sergiliyordu. Aklı ve ruhu, şuuru, tahayyülü her bakımdan eşitleyen bu görüş karşısında hayret edip hayran kalmamak içten bile değildi. Her bakımdan kişisel ekinoksumu yaşıyordum. Diğer yandan merakımı kamçılayan bir soru da vardı. Durmadan bireyin ruh, beden, akıl gibi kendinden menkul aidiyetlerine atıfta bulunan Aliya nasıl oluyor da Bosna'nın kahramanı -dolayısıyla toplumu kapsayan bir aktör- oluyordu? Bunun yolu bireyi ifade ederken onun toplumla olan bağını yapay olmayan fakat kuvvetle sağlam temellendirilmiş "özgürlük" tanımından geçiyordu. Aliya bunu da aşmış gibiydi. Onun nazarında özgürlük ne Rousseau perspektifinden görülen salt "temel gerçekliktir" ne de Platon'un idealize ettiği düzene, nizama -otoriteye- bağlı kalmaktır. Özgürlük kendisini de aşan ve kendisinin yine kendisiyle açıklanabilecek Tanrısal kayradır. Bu tarz bir yaklaşımın ardından Aliya'nın hapishanedeyken ailesinden gelen mektubu okurken kendisini hür hissettiği yönündeki ifadesi, tam da bunu, özgür olmanın mekân-dışı bir gerçeklik olduğunun ilanıdır. Bilhassa Sokrates'in hakikatleri uğruna ölüme gönderilmesini saygınlık ve özgürlük olarak tanıması da aynı ifadenin delilidir ve bu özgürlük mahkeme salonuyla veya idamıyla açıklanamaz, kısıtlanamaz. Her şey zıttıyla bilindiğinsen, olması gerekenleri meşru göstermek için özgürlüğünden taviz veren politik şahsiyetlerin köle oldukları kabulü de ortaya çıkmış olur ki Aliya'yı şahsilikten toplumsallığa götüren ince yolun sırrı da budur. Bunca laf kalabalığına son verdiğim ve içinden çıkamadığım için nihayetine ulaştığım Aliya şudur: çok, fakat gayri insani çokluklardansa az, fakat özgür ruhlu, bilinçli -ferasetli- Müslümanlar yeğler. Sırtını temellendirilmemiş mitlere ve hurafelere yaslayarak ötekileri diplerde görmenin sancısını tembellik olarak gören ve bunun karşısına kuvvetli bir akıl-bilim-kutsal metaforu koyan dertli bir aktördür Aliya. Şimdi ferahladım işte.
İslam Deklarasyonu
İslam DeklarasyonuAliya İzzetbegoviç · Fide Yayınları · 20177,6bin okunma
··
129 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.