En başta şunu söylemek istiyorum kesinlikle bu kadar az okumayı hak eden bir kitap değil. 47 okuma böyle bir kitap için çok komik bir rakam.Bir kez daha şahit olduk ki ,bu ülkede popülerliliği elde edememiş kitapların çoğu ,okunmamaya mahkum. Şu durum beni gerçekten çok üzüyor diye bilirim.
Kitabımıza gelecek olursak , gerçekten bu kadar sade olup, bu kadar kafanıza kafanıza vuran çok az kitap bulursunuz. Dil olarak çok çok anlaşılır. Sizi hiçbir şekilde zorlamaz ama hissettirdikleri dilinin basitliği ölçüsünde karmaşık, yoğun.
Karakterlerin hepsi bir amaç, bir neden uğruna yerleştirilmiş kitaba okurken bunu çok iyi hissediyorsunuz. Kimi bir sonuca ulaşmak adına, kimi de bir sonuç olarak var kitapta. Çoğunlukla karakterler bir eleştriydi bana göre. Mevlüt Doğan, Temel Diker, Rıza Koç.Hatta ana kahraman Can Tezcan bile kendi içinde doğru kalmak ile düzene ayak uydurarak işlerini halletmek arasında tercih yapamayarak ,çoğumuzun hayatında derinden duyduğumuz bir kararsızlığı bizlerle paylaşıyor.
Kitap suçsuz halde içeride tutulan arkadaşını kurtarmak isteyen avukatımız Can Tezcan'ın yargıyı özelleştirme fikrini ortaya atmasıyla başlıyor. Dağların,denizlerin, kurumların özelleştirildiği , denize girmenin artık çok çok eski anılar olarak anlatıldığı bir ortamda yargının özelleştrilmesi dünyanın en doğal şeyi olarak karşılanıyor ve kollar sıvanıyor. Yargı da özelleşir mi kardeşim demeyin. Yapınca oluyor. Olduruyorlar.
Kitapta temelde beni derinden etkileyen üç şey vardı.
Birincisi kitabında adını aldığı gökdelenler. Çünkü onlar, İstanbul'a yeni bir çehre getirmenin de ötesinde yeni bir hayat tarzı olarak ortaya çıkıyor. Düşünün ki çoğumuzun bereket diye bildiği toprak artık zorunluluk olmadıkça dokunulmaması gereken, ondan olabildiğince uzak durulması gerektiği için insanların 500 metre yukarılara kaçtığı bir unsur oluyor. İnsanlar gökdelenlerinden zorunlu olarak yere indiklerinde, gökdelenlerinin huzurlu, güvenli kollarına koşmak için sabırsızlanıyor. Özel jetin ile gökdelenin en tepesindeki eğlence mekanlarına gelip eğlenmek artık yeni bir statü göstergesi haline geliyor. Bütün insanların varını yoğunu satıp,Temel Diker'in gökdelenlerinden bir daire sahibi olmak için çabaladığı bir zamanda, eski evini,anılarını satmak istemeyen Hikmet Amca'da bu düzene verilmiş güzel bir eleştri belkide.
İkincisi Yılkı Adamları. Bütün herkesin bildiği ama görmezden gelmeyi seçtiği. Şehirdeki makinelerin yerlerini aldığı için, aç kalan bu yüzden çareyi doğa da arayan , böcek,ot ne bulurlarsa yiyerek yaşamaya çalışan diplomalı,diplomasız insanları düşünün. Çocukları,yaşlıları.Bunların sayısı ise şehirde yaşayanlardan çok çok fazla. Şehirdeki bir avuç insanın ise bunlardan haberi yok. Böyle bir şeyin şehir efsanesi olduğuna inanıyorlar. Başbakan ise onlar için yaptığı şeyi övünerek anlatıyor ve diyor ki ''Çöplerimizi yılkı adamlarının ulaşabileceği yerlere koyuyoruz.''Ne büyük bir lütuftur bu.
Üçüncüsü ise insanların ne kadar kör ,sağır, dilsiz olabileceğinin en güzel örnekleri.
Okumadığınız da çok şey kaybedeceğiniz bir kitap. Bir şans verin.