Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Her sabah uyanınca aklıma sen geliyorsun ve çocukluğumdan kalma bir damla gözyaşı, nasıl bir gözyaşıysa artık, ne yapsam yakamı bırakmıyor: çok zaman gözlerime kan oturdu, sonra kurudu ağlamaktan ama o bir damla kaldı oralarda bir yerde, bir dünya ağrısı gibi kalakaldı, alımlı bir intihar gibi, bir ilkgençlik utancı gibi, bir çocukluk muskası gibi, bir doğum izi gibi, bir baba özlemi gibi, bir yoksulluk sızısı gibi kalakaldı, işte o bir damla gözyaşı, her sabah sen aklıma geldiğinde gözlerimden süzülüp içime akıyor. O bir damla gözyaşı boğazımı, dilimi, kelimelerimi paramparça edip kalbimin üzerine düşüyor. Ne tuhaf değil mi, bu kalp onca şeyi kaldırdı, onca göçüğün altından bir yolunu bulup sağ çıktı ama o bir damlayı kaldıramıyor. Kimseler inanmaz buna. Kendine inancını kaybetmiş, hakikat için düştüğü yolda pusulasını elinden düşürüp kaybolmuş, pusulayı düşürmedim aslında kendi ellerimle kırdım, pusulasız kalmış bir adama neden inansınlar? Tamam, bu başka bahis, geçelim. Derdi olanın dilinde düğüm eksik olmuyor. Musa bile öyle yalvarmadı mı Rabbine; Allah’ım dilimdeki bağı çöz, dilimdeki bağı çöz, dilimdeki bağı çöz. Dert, insanın dilini bağlayan karmaşık düğüm. Allah’ım bizim de dilimizdeki bağı çöz. Her sabah aynanın karşısına geçip uzamış sakallarımı saran beyazlara bakıyorum. Kimseler bilmiyor ama ellerin var yüzümde, bembeyaz parmakların, sakallarımın arasında dolanan parmakların, sakallarıma düşen aklar gibi ellerin. Ellerin yüzümü yaşlandırıyor; ellerin cehennem, ellerin yasemin, ellerin gül kurusu, ellerin ateş. Kadın zarif elleriyle erkeğin yüzünde yazıyor o hiç bitmeyecek hikâyeyi; erkeğin gözaltlarına, sakallarına. Sen bazı gece yanlarında da bir sıtma nöbetine tutulmuş gibi aklıma geliyorsun. Bak, mülteci kamplarında her gün yemek sırasına, hastane sırasına giriyor kadınlar, bak, bu beşinci kış mevsiminde de bir çadırın içinde umut etmenin Türkçesini öğrenmeye çalışıyor mülteci çocuklar, bak, yanı başımızda Halep yanıyor mesela, çocukların yüzü neden bembeyaz Halep’te, Halep yanıyor, bir tek hastane kalsaydı keşke, Halep yanmasaydı, Halep yanıyor, koca bir coğrafya yanıyor ama işte o bir tek damla gözyaşı gelip senin hayaline düşüyor. Birleşmiş Milletler kahrolsun demiş miydim daha önce? Bir meydanda söylemiştim ve beni alıp camları demirli bir minibüsle bilmediğim yerlere götürmüşlerdi o gün. Öfkeli, umursamaz ve acımasızdılar. Nato, G20, Avrupa Birliği, Amerikan seçimleri kahrolsun ama senin hayalin yaşasın. Avrupa sınırları, dikenli teller, mülteci komiserlikleri kahrolsun ama senin hayalin yaşasın. Sen hep orada ol, tam yakınımda ol diyecek oluyorum, bir şeyler mani oluyor, bir şeyler deyip geçiştiriyorum ama sen biliyorsun nasılsa. Sen hep biliyorsun bir erkeğin başlayıp da bitiremediği cümleleri, susup durmasını, sana bakıp ölmesini, Erkekler, kalbi durduğunda değil, çaresiz kaldıklarında ölürler. Bir aşkı, içlerinde bir yerlerde tutmak zorunda kaldığında ölürler. Elini uzatması gereken anda uzatamadığında ölürler. Bir erkeğin ölümü, kadınının kalbinin kırıklığıyla başlar. Sen çok yaşa, Şule Gürbüz çok yaşasın, Osman Konuk da. Çünkü İlhami Çiçek’in elinden şöyle bir tutmadı bu umursamaz dünya; Arkadaş Zekai’nin ve Nilgün Marmara’nın. Zahmet edip elini bile uzatmadı. Kırgınım. Dünya kırgınlığımın da farkında değil. Kimi arkadaşlarım var, çok yakın, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi bir vakitler, kırgınım ve onlar da farkında değiller. İnsan kırgınlığını nasıl anlatır bir başkasına? Nazan Öncel’in kırgınlığını nasıl oluyor da hepimiz anlayabiliyoruz mesela? Yeteri kadar acı çekmişse insan, anlatabilecek bir güce sahip olabilir mi? Bir gün cami avlusundaki banka oturmuş uzaklara bakıyordum. Konuşmaya başlamasıyla fark ettim yanıma birinin oturduğunu. İnsan uzaklara dalınca fark edemiyor yanındakileri. Yaşlı bir adamdı. Hiçbir şey sormadan anlatmaya başladı: “Musa, Cenab-ı Hakk’a, ‘Ya Rab! Seni nerede arayayım?’ diye sormuş. Allah Teala ‘Beni gönlü kırıkların yanında ara,’ demiş.” “Bana niye anlatıyorsun ki amca?” diye sordum. “Uzaklara baktığın için,” diye cevap verdi. Böyle söyledi ve o da benimle birlikte uzaklara bakmaya başladı. O gün anladım ki hakikate açık bir kalbin kırılması da vesileymiş. O kalpler başka. O kalpler bambaşka. Çok şeye kırılıyorum son zamanlarda. İzin ver, zarif bir vav harfınin kucağına yaslanır gibi yaslanayım hayaline. O vav harfi hep oradaydı; eski, küçücük evimizin rutubetli duvarında. Sobanın hemen arkasındaki duvarda. Her vakit oradaydı merhametli vav harfi; öksürürken sırtımızı ovuyordu, babam eve gelmediğinde başımızı okşuyordu, annemin temizlikten şişen, moraran ellerini tutuyordu. Rüzgâr esse çökecek gibi duran o ince, rutubetli, kasvetli duvar, bir vav harfine tutunarak ayakta kalıyordu. Duvar dediğim, evimiz, çocukluğumuz, bir tencere yemeğimiz, memleketten gelen ince bulgurumuz, bayat ekmeğin arasına sürdüğümüz salça. Kürtçe, Arapça, Süryanice, Türkmence yakılmış bir ağıtın göğsüne yaslanır gibi, hayaline yaslanayım. Bir coğrafyanın bütün dillerine saplanmış, saplanıp kanatmış ve yüz yıl geçse de geçmek bilmeyen yaralarımız. Marquez’in derdini Mahmud Derviş’in derdinin yanına yaklaştıran da bu. Aynı yalnızlık. Aynı toprak. Aynı çaresiz kadınlar, savaşı kaybetmiş erkekler. Gece yarılarında aklıma geldiğinde penceremden bakıyorum. İstanbul senin gözlerinden akmış gibi kapkara; sen şehir oluyorsun birdenbire, karanlık bir İstanbul, içinde kayboluyorum, bulursam kendimi vuracağım, ama karanlık, bulursam kendimi vuracağım, bir Ahmet Kaya şarkısını boşaltacağım beynime, kalbimi bir cami avlusuna terk edeceğim, ama kapkaranlık, pencereden bakıyorum ve gece yarısı bir radyo istasyonundan taşan delilik gibi bırakıyorum kendimi şehre; senin karanlığına. Senin gözlerini siler gibi dokunuyorum gökyüzüne. “Beni onlara verme.”
·
58 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.