Gönderi

"Dilin harikuladeliği kendini unutturmasıdır. Burada dilin kendini unutturmasını, çizgili bir defter üstüne yazılmış bir yazının okunmasına benzetebiliriz. Gözlerimle kağıdın üstünde çizgileri takip ediyorum, onların ne anlama geldiği dikkatimi çektikten sonra, çizgileri göremiyorum. İfade, ifade edilen karşısında sili­nir, bu yüzden ifadenin aracı rolü fark edilmez. Hiçbir yerde bundan bahsetmez Descartes. Halbuki onun okuyucusu, 'konuşan bir evren içinde düşünmeye başlar' ". Belki de, ifadenin ötesinde, on­dan ayrılabilir bir gerçeğe ulaşılabileceğinden emin olduğumuzda yerleşti dil bizde. Gösterilenle (ifade edilen) gösterenin (ifade eden) ayrılabileceği yanılsaması sayesinde dil kendine bir anlam verir ve sonra sadece basit, ifade ettiğine dışsal bir işaretmiş gibi görünür. Çocuk konuşmayı bilmediğinde ya da erişkinlerin dilini konuşamadı­ğında, dilin onu sarmalayan törenselliğinden etkilenmez; o tıpkı ti­yatroda, yakınımızdaki kötü bir yere oturtulmuş bir seyirci gibidir. Güldüğümüzü, el kol hareketi yaptığımızı görür, bunların oluşturduğu melodiyi işitir. Fakat bu jestlerin ve kelimelerin gerisinde çocuk için hiçbir şey olup bitmez. Çocukiçin dil bir durumu ifade ettiği zaman bir anlam kazanır. Çocuklar için yazılmış bir kitapta büyükannesinin gözlüklerini ve kitabını alan ve büyükannesinin ona anlattığı hikâyeleri kendisinin de bulabileceğine inanan bir çocuğun hayal kırık­lığı anlatılır, hikâye şu iki satırla biter: "Allah kahretsin! Nerede bu hikâye? Sadece siyah ve beyazı görüyorum" Çocuk için hi­kâye ne ifade edilen anlamlar ve fikirlerdir, ne de onun için okumak entelektüel bir faaliyettir. Hikâye, bir gözlük takıp kitabın üstüne eğilerek, büyülü bir biçimde ortaya çıkartılabilen bir dünyadır. Dilin, ifade edileni var etme, düşünceye yeni yollar, yeni boyutlar, yeni manzaralar açma gücü, son tahlilde yetişkin için de, çocuk için de ay­nı derecede bulanıktır.
·
19 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.