Gönderi

dönemin yazarlarından Ruşen Eşref Ünaydın da Atatürk'ü anlamak için çok önemli saydığı bir açıklamayı yaparken, O'nu en iyi tanıtacak olan yine O'nun tuttuğu bir defterden şöyle söz eder: "Tarihin en uzun meydan muharebesidir dedikleri Sakarya'yı, böğrü sancıya sancıya, düşe kalka, bir sivil spor kıyafeti ile idare edip kazandıktan sonra, bir akşam üzeri, kimseye söylemeden; karşıcı, alkışçı beklemeden; başının üstünde taklar ve ayaklarının altında halılar dilemeden, gündelik işini görmekten dönüyormuşsun, kendi kalemi mahsusundan çıkıyormuşsun gibi, yıpranmış bir iç vilayet taksisi sanılacak bir ford otomobilin sadeliği içinde; ellerinde beyaz güderi eldivenler; o sivil kıyafette Çankaya'ya döndün... O kadar ki Hamdullah Suphi, Yakup Kadri ve ben, seni istasyonda karşılamaya yetişemedik. Atları hızlı gidemeyen faytonumuzu Kavaklıdere'de görünce arabanı bir an durdurdun. Seni yolda kutladık. Ardınca köşke çıktım. Eski köşkünün taşlığında gazânı tekrar tebrik ettim. Yapıp başardığın iş, virtüözce çekilmiş bir bilardo vuruşu imiş gibi yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla gülümseyerek; "ben galiba gene en iyi şu askerliği yapıyorum" dedin. Sonra cebinden kırmızı maroken kaplı bir küçük defter çıkararak çok ciddi bir sesle: — Bak buraya, birader! Ben bu muharebede iki şey keşfettim ki bunlardan biri askerlik tarihinde şimdiye kadar formüle edilmemiştir. O da şudur: Daha iyi hamle etmek için iğreti çekilmeler yaptırdığım bir sırada sırt vere vere tâ Ankara kıyılarına gerilediğimizi göz önünde tutarak: Bu hat da elden giderse, hangi hattı müdafaa edeceğiz? diyen benden teessürle soran bir değerli kumandana, Yusuf İzzet Paşa'ya; Vatanı korumakta hatt-ı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bir baştan bir başa vatanın bütün yüzüdür. Vatanın bu sathı, en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir, cevabını verdim ve bu formülü bir emr-i yevmi ile bütün orduya tebliğ ettim. İşte, bu, ilk benim keşfim, benim buluşum, benim harp tarihine bir ilâvemdir dedin... İkincisi de bana Sakarya'da doğan şu düşüncedir: Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan bir gaye elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin istihsaline hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsaline dayanmayan bir zafer payidar olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur diye anlatmada bulundun. Zaman mesafesi ötesinde aklımda böyle kalmış bu iki noktadan birincisi: Savunmaya verdiğin çetin ve yıpratılmaz bir dayanma manasını; maddi ve gerçekçi bir görüşü; tam bir milli savunma tarifini; senin iradenin bükülmez tecessümünü; yani bir şimdiki zaman manzarasını düşüncemde belirtiyordu... İkincisi de elde edilecek büyük kazancı, yeni ülküye ulaşmak için ancak bir yol açıcı merhale saymak düşüncesini; ileriki rejimin ve devrimlerin öncüsü bir seziyi, yani üstü şimdilik örtülü geçilen bir gelecek zaman tasarısını hayal ettiriyordu... O defterde yazılı galiba bir üçüncü nokta var ki, neydi, şimdi pek hatırlamıyorum. O defter hâlâ arşivlerde duruyorsa, senin önem vermiş olduğun bir nokta daha bulunmuş olacaktır... Burada benim asıl anlatmak istediğim senin çalışma tarzının bir köşesinin aydınlanmasıdır. Kayıtsız, hesapsız, notsuz hareket eden biri olmadığının bilinmesidir. Defterlerinden yurdumuz, milletimiz için; görüş, anlayış tarzın için daha kimbilir ne yararlı düşünceler çıkacaktır!..»
·
14 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.