Bir otogar sabahından içimize ufalanan hüzün, sabahın alacakaranlık ile meşkine devadır...
Hangi şehirler geçti içinizden, hangileriyle konuşup anlaştınız, göz göze gelip karıştınız bilmiyorum. Ama ben en çok, sokaklarına yaşamın gizi tünemiş, ruzigarını sakınmadan bana emanet eden şehirleri saklarım göğsümün sol hizasında…
Ruhsal bir süreçtir bu. Görmek için bekleyip içselleştirdiğiniz bir rüya gibi dağınıktır birazda... Tanımadığınız her şey, bir şeyin elinden tutar sonra... Bir Anıtı kural bilmez öfkenize, bir bulvarı ağır aksak ülkünüze, bir mekânı iflah olmaz hüznünüze şahit tutar, olanca gücünüzle bu ihtişamı sil bastan yaratmaya kastedersiniz…
Bazıları anlamsız bir acıyla kilitlenir belleğinizde, hummalı bir sabahı uyandırmaya çabalayan eli ayağı makine yağı bir işçi çocuğun gözlerini andırır bakışları... Yürürsünüz, merakla avuçları titrer ayaklarınıza dokunurken kaldırımların. Solup gitmiş bir an gibi, siyaha yakın ve aralıklarından kıvılcımlar sıçrayan bir kömür ocağı gibi kendinden alır ilhamını…
Şifa üstü şifadır kimileri... Ki insan ölmeden mutlaka almalıdır bu nefesi. Belki defaatle terk ettiği kulluğunu bir an gerçekten sevmek için... Göklerinde doğmuş gibidir zaman ve nihayetine rastlanmamıştır bu meşveretin. Yüzler, o mahşeri kalabalıkta ışıyacak olanlar kadar beyaz ve hisli… Sözler duadan öte, ne bir harf derin ne de eskitebilir insan bu derinliği… İşte bizi hep konuşturan o uçsuz ‘ene’nin arka saflarda kaybolup gittiği an… Ellerin göğsü tanımlar gibi küt küt inip kalktığı, her kalp hareketinde ve dizler burhan üzere kırılan. Aşığını bulmuş mecnunun kumlara yatırdığı, kanatıp, ağlattığı meskûn dizler… Başını eğeceksen şayet bu şehirde eğmelisin… Hem de günahların kadar ileriye, hem de kopacak kadar sahavetle... Hem de gözden ve kirpiklerden kurtardığın yaşların silecekse kirlerini, rücu etmeli kalbine… Süzülmeli bütün dünya sen Rabb dediğinde… El ayak çekilmeli ellerinden ve eğilen başının altına elemle serilmeli… El ayak çekilmeli içinden ve şifa ile dolup boşalarak yeniden, ikrar etmeli… Kalp ile tasdik ederek, ezilip incinerek…
Subhanerabbiyeala
Subhanerabbiyelala
Subhanerabbiyelala
Bazı şehirler terletir içinizi, camın öteki tarafında anne merhametidir sizi bekleyen… Birazdan otogar hareketlenecek ve o meftun güneş içinizin terini alıp götürecek… Ekmeğiniz tütsü kokacak, çorbanızda den eksik... Ama bütün çocukluğuyla yetecek bu saadet size, çaresizlik pörsüyecek… Yalansız bir el uzanacak nevresimi olmayan battaniyenize ve usulca üstünüze çekecek… Ah nasıl büyüyecek huzur bilseniz, nasıl serpilecek…
Bazıları yağmurdur, toprak ve naz kokar… Pencerenizin kirine sürtünen ve birbirine karışan damlalar elzemdir artık… Akşam günün son hüzmelerini de çekince gökyüzünden, bir koltuğa oturur Camus’u dinlersiniz... Uzak ve doyumsuz bir şarkı söyler size, kesilirsiniz ummandan ve konuşmak istersiniz...
‘Kendi doğamın keyfini sürüyordum ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da…’ (1)
Sabahlara kadar anlatmak istersiniz, bu cümlelere ne kadar inandığınızı çarpıcı örneklerle…
Aklınız Bacmann’in
“Bir ölüyüm ben dolaşıp duran
Artık hiçbir yerde kaydım yok
Bilinmiyorum mülki amirim görev yerinde
Sayı fazlasıyım altın kentlerde
Ve yeşeren taşra yörelerinde
Vazgeçilmişim çoktan
Ve hiçbir şeyle anımsanmamışım’’ dizelerinde kalır... Ellerinizi havaya kaldırırsınız, hâlâ hissedebildiğinize hayret ederek…
Mıntıkasında dolanırken Eminescu’nun
‘Hayatın geçmişinden bir ses koparmak isterdim,
Tekrar titreyesin diye sen, ruhum, onu duyunca.’
Sarsılır inlersiniz… Ve tek çare Zarif dizelerdedir, susar kalbinizle dinlersiniz...
‘Kelimeler
Okyanusla yarenliğe dalıp
Çoluk çocuğu unutacak kadar bol ve bereketli
Binlerce yılçün kurulmuş
Bir zemberek içimizde
Ağzımıza boşalttığı onca sözden
Birinin heybeti ve lezzetinden
Damağımız çatlamakta’
Birkaç damla heyula ve ıslak bir coğrafya…
Sararır gonca yaprağı bazı şehirlerin sabahında... Sabaha kadar uyumamıştır hüzün... Büyütmüştür kerpiç karanlığı şehrin sağır duvarları... Bir hayal usulca unutulmanın yolunu tutmuştur, el titremiştir, ölüm sezilmiştir parmak uçlarında adını simgeleyen o kesik noktalar kâğıda sürtünürken... Çıldırmış gibi kalbi döven çocuk zamanı durdurmayı başaramamıştır. Ve artık kurdelesini merdiven aralığına düşürüp iç odaların birinde güneşi yok sayacaktır... Yıllar geçilmezdir böyle şehirlerde. Dağ türküleri ilk cümleyi tamamlamadan daha, hıçkırığa boğar insanı. Ve aynalara bakılmaz ekseriyetle, içinizdeki çocuk filmin kalanını görmek isterse diye... Kapatılmıştır perdeleri gözlerin. Göz göze gelmez kendisiyle…
Bazı şehirlere geç kalınmıştır... Bir mısra kadar ya yaşanmıştır hayat, ya da kısa çizgiyle satır atlanmıştır... Bütün istasyonlar kaldırılıp atılmıştır. Ve parmakları çelimsiz taze bir elin kokusu, meçhul bir sokağın çamuruna karılmıştır…
Bazı şehirler kahve kokusuyla uyandırır sizleri, kusursuz bir dizenin ahengi nihavent bir şarkının kanun sesidir ve ansızın belirir içinizde...
''Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem
Derdinle ufuklarda sönen gün gibi bitsem
Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem'' (2)
İşlenmiş mendiller toprağa düşer tam vaktinde, yârin gözünden hareler dindirir hicranı içinizde, motiflerini ruhunuza söze sığmayan bir beste gibi resmedersiniz... Vazgeçilmezsinizdir artık, geçilmeyecek kadar bulmuşsunuzdur kendinizi... Saadet sizindir, mahsus bütün elemler ahuzar içinde...
Ve bazı şehirlerden gidemezsiniz... Kilometrelerce uzaktayken bile sokaklarında gezebilecek kadar sizindir... Okyanus aşırı gitseniz, kar kokusuyla ısınmaya muhtaçlığınız bitmez. Bütün metropollerde, şehrinizin sıradan bir sokağının buğusu ezer içinizi... Dereotu kokar dumanı üstünde bütün çorbalar ve eritir ruhunuzu gurbette ayaz kokusu... Elleriniz cebinizde, Paşalar'dan inerken, tam havuzun sapağında derin bir ah bekler sizi...
Yürürsünüz...
Yağmur yağar ve
Yoksulluğunu bırakır size, bütün bütün kaldırımlar…
Çaykara'da bildiğiniz bir türkü, tellerinde sızılar boy veriyor...
‘Sesini çağlayanların suskunluğuna adadın da, yağmura susmak neden havuz başı…’
Seninde varlığın yanıyor… Kuruyor içinde bahar toprağı…
Yol yürümek lazım, kendinizi unutana kadar…
Birde hava karanlık olmasa, ışığa solmasa yıldızlar…
Yürümek…
Elleriniz buz tutana kadar!!!
(1) Albert Camus -Düşüş- 1950.
(2) Söz ve müziği Mehveş Hanım’a ait Nihavend eser.
{Çaykara Erzurum'da bir cadde adıdır.}