Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

460 syf.
10/10 puan verdi
·
10 günde okudu
blogs.discovermagazine.com/outthere/files/... (Harita Ukrayna’nın Belarus sınırında bulunan Çernobil’i, patlamadan etkilenen şehir Pripyat’ı, bölgedeki radyasyon miktarını ve dağılımını gösteriyor.) Çernobil… Чернобыль (Rusça) Чорно́биль (Ukraynaca) Kelime anlamı “kara hikaye” imiş. (Черный = siyah/kara быль= gerçek bir hikaye ) Çernobil’de fotoğrafçılık yapan Viktor Latun’a insanlar neden fotoğraflarını renkli filmle çekmediğini sorduğunda cevabı bu oluyor… “Çernobil Rusça’da kara hikaye anlamına geliyor” diyor Latun… “diğer renkler bulunmuyor burada.” (Sayfa 373) 26 Nisan 1986… Pripyat kentinin hemen yakınında bulunan nükleer santraldeki 4. Reaktör, gecenin bir yarısı operatörler tarafından gerçekleştirilen enerji testi sırasında ortaya çıkan arıza nedeniyle aşırı ısınma ve basınç sonucu bilmem kaç tonluk kapağı parçalayarak patlıyor…. Ortaya devasa oranda radyasyon çıkıyor. Bölge hala aşırı radyasyon nedeniyle gözetim altında. Böyle anlatılıyor Çernobil… Nasıl yaşandığı… arızadan kimin sorumlu olduğu, patlamadan sonra ortaya çıkan devasa radyasyon, radyasyondan haberi olmayan itfaiyecilerin yangını söndürme çabaları… Aşırı radyasyona bağlı ani ölümler… Helikopterler, radyasyonu emmesi için dökülen tonlarca kimyasal… Radyasyondan etkilenen pilotlar… Resmi açıklamaların gecikmesi, bürokratik ihmalkârlık, yönetim kanalındaki suskunluk, sorumsuzluk… Ardından ikinci patlama tehlikesi, seferberlik, santralin altını kazan madenciler… Nükleer atıkları çatıdan temizleyen askerler… Kahramanlar… Ölümler …Aksiyon… Zamana karşı yarış… Karmaşa… Çernobil ile ilgili izlediğim ve okuduğum şeylerin tümünde neredeyse eksiksiz bir şekilde yer alıyordu bu ayrıntılar. Tabi bir de radyasyondan etkilenmiş insan ve hayvanların geçirdiği genetik mutasyonlar… Fotoğraflar, deneyler, hastalar… Ürperme, korku, üzüntü, kızgınlık, nefret, lanet… Youtube’a Çernobil yazdığınızda ise yine belgeseller, geziler, ‘burada bilmem kaç gün’ şeklinde vloglar ve Dabbe posteri çakması “korkunç” fotoğraflarla birlikte Çernobil Zombileri başlıklı videolar da bulunmakta… Fakat sanırım hiçbiri bu kitap kadar gerçek, vurucu, korkutucu ve açıklayıcı değil. Ben kitabı elime ilk aldığımda Nobel Edebiyat Ödülü yazısını gördüğümde, bir roman sanmıştım kitabı. Fakat kitap yazarın 1986’dan 2005’e kadar görüşmüş olduğu Çernobil tanıklarının monologlarından oluşuyor. Ve sizi baştan uyarmak istiyorum bu yazı bir hayli uzun olabilir… Lyudmila İgnanteko… Ölen itfaiye erlerinden Vasiliy İgnatenko’nun eşi. Kitaba onunla başladım. Lyudmila’nın yaşadıklarını okudukça hissettiklerimi onun kadar net bir şekilde ifade edemeyeceğim sanırım ben. Aşağı yukarı yirmi ya da otuz sayfaydı, o bilmem kaç sayfadan sonra iki gün kitabı elime alamadım ben. Biraz fazla etkilenmiştim. Onun eşiyle hastanede geçirdiği 14 günü herkes farklı bir şekilde anlatabilir belki… Kimisi aşk der, kimisi cesaret der, kimisi ihmalkarlık der, kimisi sevgi der… Gerekli mi peki bu? İlla adlandırmalı mıyız bir şeyleri? Bence hayır. Ki zaten kitabı okurken en çok sorguladığım kısım bizlerin bir şeyleri isimlendirmeye olan zaafımızın sebep oldukları oldu. Buraya geri döneceğim…. Öfke… Sanırım ilk 150 sayfa boyunca en çok hissettiğim büyük bir öfke oldu. Nefret. Siyasete, yönetime, yönetim ve halk arasındaki o ideolojiden bağımsız çıkar dolu ilişkiye… Kurban edilen halk, kandırılan insanlar… “Kahraman” kelimesine nefret duydum okurken ve “madalya”… Bugünlerde “şehit” kelimesine duyduğum nefreti anımsattı bana. Bu kelimelerle kandırılan, çalınan hayatları düşündükçe çıldırdım. Bu kelimeleri öne sürerek alınmayan önlemlere, çöpe atılan hayatlara lanet ettim. Sonra biraz sakinleştim galiba. Anlamaya çalıştım bir şeyleri. Sovyetler 1991’de dağıldı. Öyledir ya hani. 20. yy’ı bitiren en önemli olay… Sovyetler’in Dağılışı… Kimileri bir ideolojinin çöküşü der buna, kimisi ideolojinin yanlış uygulanışı, kullanılışı… Ama ben bu kitapta 1991’den çok önce dağılan Sovyetleri okudum sanki. İnsanların kafasında dağılan Sovyet düşüncesinden bahsediyorum. Sadece nükleer santraldeki 4. Reaktör patlamamış o 26 Nisan 1986’da… İnsanlar öylece ölmemiş; inançları sarsılmış aynı zamanda, güvenleri kırılmış, devrimlerle kurduklarına inandıkları o koca komün, birlik beraberlik inancı…O koca Sovyetler… radyasyonun(!) gazabına uğramış. Bir yer vardı kitapta, radyasyonlu bölgede tehlike olmadığını(!) göstermek için yapılan haberlerin anlatıldığı… Gazeteciler geliyor bölgeye ellerinde radyasyon cihazıyla… Süt sağan yaşlı bir ninenin yanına gelip sütteki radyasyonu ölçüyor. Değerlerin normal olduğunu söylüyor ve tekrarlıyor aynı işlemi… Sonra ise tüm bunların Batılıların panik yaratmak için yaptığı karalama kampanyası olduğunu söylüyor. Panik yapacak bir şey olmadığını… Fakat o cihazların gıda maddelerinde ölçüm yapamadığını kimse söylemiyor… Bu alıntıyı arkadaşıma anlattığımda, insanlar orada ölürken nasıl böyle davranabildiklerini sordu, bunun hangi insanlığa sığdığını… İnsanın yönetici olduğunda duygularını mı kaybettiğini… Hani uzun menzilli silahlar çıktığında, savaşlardaki ölüm oranı artmış ya… Sadece silahların gücünden değilmiș bu ama, insanların uzağındaki insanı göremediği ve tanımadığı insanı daha rahat öldürebilmesinden kaynaklanıyormuș. Gözüne baka baka öldürmenin zorluğu yüzünden… Düşünüyorum da sanırım yönetici olduğunda da halktan uzaklaşıyor insan. Menzil uzadıkça bir nebze daha kolaylaşıyor “böyle” kararlar almak… Düşünsenize bir politikacı olduğu yere gelirken ona en önemli şeyin ekonomi olduğu söyleniyor, sonra belki dış ilişkiler... Teoriler, modeller, politikalar; realizm liberalizm, bloklar, güç, güvenlik…Diğer bir yandan devlet dediğimiz bile yöneticileriyle adlandırılıyor, tanınıyor; Amerika yerine Trump diyoruz Rusya yerine Putin... ya da tam tersi… Başarılı bir devlet böyle yönetilir, devletin çıkarı ve ekonomi her şeyden önce gelir... Șimdi olası bir kriz anını göz önünde bulundurursak bu şartlar altındaki bir yönetici için o insanlar sayıdan başka bir şey ifade edebilir mi? Aslında baktığımızda tüm bunlar A kişisi veya B kişisi değil bence insanın bakış açısındaki sınırlılıktan kaynaklanıyor. Bu anlamda hepimiz miyopuz aslında ileri derece de astigmat… Gözlük takmadan göremiyoruz bazı şeyleri –bu bağlamda bu kitabın bana bir şeyleri görmemi sağlayan bir gözlük olduğunu söyleyebilirim aslında… Gösteren ya da anlatan… İnsanlar anlatıyorlar… Kimisi kendisinden her şey gizlenen, hiçbir şeyden haberi olmayan, ne olduğunu anlamayan halk… Kimisi bilgi verilmesi yasaklanmış personel… Kimisi anne, kimisi baba, kimisi eşini kaybetmiş bir eş, kimisi “kahraman”, kimisi çocuk… Ama hepsi birer Çernobilli… Hani biraz önce bahsettiğim o isim koyma zaafı var ya. İşte Çernobil’i yaşayan insanlar o zaafın kurbanı… Bazılarına soruyorlar “neden burada yaşamaya devam ediyorsun, burası radyasyon dolu, çocuklarını da mı düşünmüyorsun?”…Cevap genelde benzer oluyor, kendilerini başka bir yere ait hissedemiyor çünkü o insanlar. Evlenemiyorlar. Onlar “Çernobilli” çünkü isimleri konmuş. Aynı zamanda doğmuş hepsi 26 Nisan 1986… Kadınlar çocuk doğuramaz (doğurmamalıdır da zaten), erkekler ise iktidarsızdır. Öz kardeşinin evine bile yüksek radyasyon taşıdığından alınmayan, çocuğuyla birlikte tren garlarında yatan insanların hayatları var. Hastalıkların nedeninin radyasyon olduğunu kabul etmeyen bir hükümet var, “100 yıldan önce bunun ispatlanması olanaksız” diye insanları Çernobil’le yalnız bırakan bir hükümet, “Benim 100 yılım yok” diyen insanlar var… Bu insanlar işte bu yüzden hala orada yaşıyor, onlara kucak açan tek yer onlara adını veren Çernobil çünkü… Toprağı toprağa gömdük diyor birçoğu… Toprağı toprağa gömmek… Çoğu bir savaş olarak anlatıyor o dönemi. Ki süreç ve yaşananlar da oldukça benziyor. Fakat işte radyasyon öldürülemiyor, yenilemiyor. Radyasyona karşı zafer olmuyor. Göremediğin, koklayamadığın bir şeye karşı savaş olur mu, diyor kimisi… Anlayamıyorduk bir türlü, diyor… Kimisi de, hatırlıyorum diyor, ya da hiç unutmuyorum… Her şey yolunda gözükürken, güneş tepede, çiçekler açmışken, her şey “normal”ken koku alamadığını hatırlıyor… Kokusuzluğu… Kokularla hatırlanır ya bazı anılar, o kokusuzlukla hatırlıyor… Radyasyonun yan etkisiymiş sonradan öğreniyor… Çoğu şahit olduklarından sonra okuduğu veya yazılan hiçbir şeye inanamadığını söylüyor. Hep bir şüphe duyuyor “ya bu da yalansa? Ya da bir tür masalsa?”… Bana biraz tanıdık geliyor… Bazısı Titanik’e benzetiyor… Gemi batmak üzere, her şey bitecek ama insanlar eğlenmeye ve yaşamaya devam ediyor… Titanik… Özgürleştim diyor kimisi, hatta birçoğu… Patlama sonrası bir mitingte günah çıkarır gibi herkes yaşadıklarını anlatıyor… Hipokrat yeminine rağmen, hastalarından gizlediklerini anlatıyor mesela bir doktor… Mutluyduk, diyor mitingi anlatan Gennadiy Gruşevoy… “O miting, Çernobil halk mahkemesiydi aslında.” diye ekliyor. Sonra tutuklanıyorlar… yasaklı slogan, provokasyon vs. vs… Umurları değil ama. Gruşevoy daha sonra bir vakıf açıyor Çernobil’den etkilenen köylere yardım etmek amacıyla. Gizli saklı. Mutluyduk, diyor ama sürekli ve sorguluyor. Biz kimiz… “Kimiz biz allasen? ” Biz kimiz? Kitabın en etkileyici yanlarından biri de sizi böyle etkileyen insanların adını Google’a yazdığınızda görebiliyorsunuz. Mesela Gruşevoy bir felsefe profesörüymüş ve adını yazdığımda Youtube’da verdiği derslerin videolarını gördüm… Bu gerçeklik daha çok etkiliyor tabi insanı… Suçlu kim peki bu olayda? Bilim mi? İnsan mı?... Kitapta birçok insan hem benzer hem farklı cevaplar vermiş buna. Ama genel kanı “insan” yönünde. Bence bu soru bilim ve insanı ne kadar ayırabileceğimize bağlı... Yani biraz imkansız.. Bir de ben Çernobil’in insanları bir şeylere sorgulamaya ittiğini düşünüyorum. Hani o isim koyma zaafı… Konu yine oraya geliyor ama birileri sürekli bu zaaftan yararlanıyor. Siz “bu”sunuz diyor, “biz” buyuz diyorsunuz, sorgulamadan, düşünmeden, yüce bir prensip ve inanç duygusuyla. Ait hissetme ihtiyacı belki de… Fakat size “biz” diyen, “biz” olmanın bütün imkanlarından yararlananlar, “biz”e ihtiyacınız olduğunda terk ediveriyor “siz”i ve öylece kalıveriyorsunuz. “Biz” denilen şey lafta kalıyor, “kahraman”lıkların içi boşalıyor tek gerçek, ölüm ve yalnızlık oluyor. Karşı tepki alabileceğimi biliyorum ama evet milliyetçilikten bahsediyorum ya da halkın genel “biz” eğilimi neyse ondan… Kitapta ortak düşünceler olsa da çok farklı bakış açıları var. Olaya çok farklı şekillerde tanık olmuş, farklı zorluklarını yaşamış, birçok yaştan, farklı meslek gruplarından, kadın, erkek… Düşünceler çok farklı olsa da hepsi bir yerlerde haklı. Yazar da bunu gösteriyor bize. Oynamadan, düzeltmeden, anlatanların sözünü kesmeden… Hem onlara hem bize büyük bir fırsat veriyor… Anlatma ve dinleme fırsatı… Bu o kadar değerli ki. Toplumsal psikolojiyi gözlemliyorsunuz 400 küsur sayfalık bir kitapta. Toplumsal bir travmanın bireye etkilerini görüyorsunuz. İster istemez karşılaştırma yapıyorsunuz bolca, bulduğunuz ortak noktalar şaşırtıyor kimi zaman… Bu arada kitabı henüz bitirmedim. Yaklaşık 50-60 sayfam var bitmesine. Aslında sınavıma çalışmak için oturduğum bilgisayarımda en uzun incelememi yazdım şuan. Söylemek, eklemek ve o insanlara dair anlatmak istediğim daha çok şey var aslında, bir de nasıl anlatacağımı bilmediğim, ne desem eksik, hatalı kalacak şeyler… Ama bence bu kitabı okumalısınız. O insanların yaşamına, evine, anılarına yapacağınız zor, samimi ve gerçek bir yolculuk olacak bu, ama yine de okumalısınız… Yani bence…
Çernobil Duası
Çernobil DuasıSvetlana Aleksiyeviç · Kafka Kitap · 20171,071 okunma
··
350 görüntüleme
İclâl okurunun profil resmi
Küçük bir duyuru :) : HBO Çernobil ile ilgili bir mini dizi yayınlıyor şuan 5 bölümlük. Henüz iki bölümü yayınlandı. Açıkçası ben çok beğendim (tabi kişisel ilgimden de kaynaklanıyor olabilir) . Gerçeğine oldukça sadık kalınarak çekilmiş. Yönetmen buna docu-drama diyor (documentary drama karışımı anlamında). Çekimler, yerler, oyuncular, soundtrack çok güzel olmuş :) Bunun yanında YouTube ya da Spotify da her bölümden sonra yayınlanan podcastleri dizinin yazarının ağzından dinleyerek dizide nelerin gerçek, nelerin kurgu olduğunu, neden bu şekilde yansıtmayı tercih ettiklerini, dizinin oluşum sürecini daha detaylı bir şekilde dinleyebilirsiniz.
Eylül Türk okurunun profil resmi
Bir solukta okudum İclâl Hanım.Ne yazık ki herşeyi ellerinden alınmış, ölmeden öldürülmüş hayatlar...Titanik benzetmesini ilk kez okuyorum ve o ümitsizliği iliklerime kadar hissettim.Bir zümreye (yahut bazılarının hakaret gibi kullandığı 'bir güruh'a) mensup olmanın hep iğreti yanlarını yaşayıp telaffuz ediyoruz, konudan çok da uzaklaşmak istemiyorum ama meselâ bir watsapp grubundan her gün bir grup hafız arkadaşın türk ve dünya insanlarının ferahı için, herkes bir cüz okumak suretiyle her gün bir hatim indirildiğini, başlanılan günden bu yana 860 hatim okunduğunu duyduğumda, kurban olayım böyle birliğe diye geçirdim içimden şahsen. :) Mühim olan ne için bir araya gelindiği.. Beyinlerimizde ki radyasyonun da belirli bir ömrü olsaydı keşke...Yüreğiniz varolsun,üzüntümüz inşirah duası olsun... Bu arada sınavınızda başarılar dilerim.
İclâl okurunun profil resmi
Ben okudukça kendimden de utandım. Çünkü fark etmiyoruz bile kimi zaman çoğu şeyi. Bilerek yaptıklarımızdan çok bilmeden sebep olduklarımız göz yumduklarımız var... Neyse... Güzel dilekleriniz için teşekkür ederim Eylül hanım.. 😊 iyi geceler dilerim...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.