Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ne Alâkası Var Baba!
Babam her zamanki gibi sakin ve dalgın yürüyüşüyle evin bahçe kapısını açtı ve içeri girdi. Annemin, duvarın kenarına sıraladığı içi su dolu testilerden birini ayak ucuna yaslayarak ellerini yıkadı. Arka cebinden hiç eksik etmediği mendiliyle kurulanarak eve girdi sonra. Sırtımı anamın kendi dokuduğu çeyizlik yastığına yaslamış, salonun dibindeki somyada kitap okuyorum. Bahçedeki havuza su dolduran santrifüjün sesi geliyor. Annem mutfakta. Havada kızartma kokusu var. Sınav sonuçları gelmiş, Siyasal’ı kazanmışım. Kulağımda bir gün önce Demokratik Kültür Derneği’nde dinlediğim Cem Karaca’nın şarkısı: “Küçük kardeş bu yıl Siyasal’a gidecek, Paltoya para yok ki, o da parka giyecek.” Aklımda, “İyi bir parkayı nereden bulurum” düşüncesi, kucağımda, sürekli sürgün yemekten usanmamış Ecevitçi dayımın okuyup bilinçleneyim(!) diye verdiği bir kitap. “Deniz, Yusuf, İnan Darağacında Üç Fidan.” Babam Philips radyomuzu açarken hafif alaylı bir edayla konuşuyor: “Sizinkilerden bir şey olmaz.” Devrimcilerden söz ettiğini anlıyorum, ama sesimi çıkartmıyorum. “Dün gece kulüpten gelirken rastladım, açık hava sinemasının duvarına yazı yazıyordu sizinkiler... İki kişi. Birini hemen tanıdım, bizim Ethem’in oğlu Kadir. Yanında bir oğlan daha. Onu tanıyamadım. Zelveli Faruk’un oğluna benziyordu. Biri kovayı tutuyor, öbürü de yazıyor. ”Kahrolsun Faşizm” yazmışlar. Yalnız faşizmdeki “z” ile “m”nin arasına da “i” koymuşlar. Neyse, söyledim, düzelttiler.” Oraya “i” konulmaz” dedim. Daha imla kurallarını bilmiyorsunuz oğlum, nasıl devrim yapacaksınız?” “Ne alâkası var baba!” * Gri ile siyah arası bir rengin içine dalar gibi girdim Ankara’ya. İç Cebeci Süngü Bayırı Sokak’ta, küçük ve sefil bir apartmanın giriş katında kalacağım. İki Avanoslu hemşerim kalıyor evde. İkisi de abimin arkadaşları. Biri Mamak’ta askermiş, yedek subay, hafta sonları geliyor, diğeri Kara Yollarında mühendis. Kapı tam açılmasa da, girişteki küçük hole somyayı sığdırdık. Evin yanında Kütahya Öğrenci Yurdu var. Ülkücülerinmiş. Yurdun karşısındaki bakkal, birkaç parça eşyamı Avanos’tan Anadol kamyonetle taşıyan abime, sigara alan orta yaşın üzerinde, fazla makyajlı bir kadını çenesiyle işaret ederek, “Akşam olsa da yatsak,” diyor. Abim kıkırdayarak gülüyor. Bakkal Tokatlıymış ve abimin tahminine göre solcu... “Bunlar kurtçudur,” diyor bakkal, yurttaki öğrencileri kastederek. Biraz yüzümüze bakıyor, abimin neci olduğunu kestirmeye çalışıyor sanki, sonra da “Boşver” der gibi elini sallayarak arkaya, makarnaların olduğu yere doğru gidiyor. Sesi geliyor ama: “İster kurtçu isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz.” Babamla birlikte Siyasal’ın merdivenlerini tırmanıyoruz. Kapıdan girinceye kadar, yedi kez arıyorlar üzerimizi. İçimde hastalıklı bir heyecan. Babam kuşku ile etrafına bakınıyor. Duvarlar boydan boya slogan ve duvar gazeteleriyle dolu. Dernek temsilcisi olduğunu söyleyen biri geliyor yanımıza: “Hoş geldin arkadaşım.” Birlikte yürüyoruz kayıt masasına doğru. Babam şaşkın, arkamdan gelip gelmeme konusunda kararsız. Temsilci çocuk, babam yokmuş gibi davranıyor. Bir ara babam, bir şey söyleyecekmiş gibi çocuğa doğru eğiliyor. “Amca sen istersen git. Beklemene gerek yok... Oğlun artık bize emanet. Merak etme. Tamam mı?” diyor babamdan önce. Kayıt bitinceye kadar babam bir kenarda bekliyor. Yanına varıyorum sonra. Cebinden para çıkartarak, uzatıyor bana. Sonra biraz duruyor ve güçsüz bir şekilde, mırıldanır gibi konuşuyor: Oğlum, kendine dikkat et. Her şeye karışma... Bir de bu çocuklar nasıl böyle, anlamadım ki? Yani hiç büyüğe saygı, hürmet yok. Kendi bildiklerini okuyorlar. Nasıl devrimcilik bu anlamadım?” “Baba ne alâkası var Allah aşkına!” Sonra İzmir... Tıbbiyede okuyorum. Babam Bornova’da inmiş otobüsten, beni görecek, anam pekmez göndermiş, onu getirecek... Yurtlar devrimcilerin elinde. “Güvenliği kendimiz sağlıyoruz!” Nöbetçiler zor almışlar babamı içeri. Şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. Yurtlar bizim ya, babamı misafir ediyorum o akşam. Duş alıyor, üzerini değiştiriyor, kantinde yemek yiyoruz. Etrafa bakınıyor sürekli. Sabah otobüsle tekrar dönecek Avanos’a. Yurtların ana kapısına kadar uzanan zeytin ağaçlarıyla sıralı uzun yolda yan yana yürüyoruz giderken. Aklındakini biliyorum: “Oğlu sağ salim doktor olacak mı?” Sıkıntılı. Elini öpüyorum. Kucaklıyor. Duramıyor yine, konuşuyor: “Oğlum bu nasıl iş? Bu çocuklar öğrenci mi, asker mi anlamadım. Hepsinin de beti benzi sapsarı. Üstleri başları perişan. Kendilerine hiç bakmıyorlar. Bir de devamlı çay, sigara. Bunlar nasıl değiştirecekler memleketi, nasıl devrim yapacaklar?” “Baba ne alâkası var!” Darbe oldu sonra. Neye uğradığımızı bilemedik. Hepimizi yurtlardan attılar. Kalacak yerimiz yok artık. Arkadaşlarımın evlerine gidemiyorum. İki üç ay şehirlerarası otobüs terminalinde yatıyorum. Bir süre sonra da eve dönüyorum. Avanos’taki evimizde babam pencerenin kenarındaki yatağımın yerini değiştiriyor. Yoldan geçen biri rahatça ateş edip öldürebilir diye düşünüyor. Artık geri dönülmez yollara girmişiz. Kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyoruz diğerlerini gördüğümüzde. Yoldan geçen biri bana ateş etmiyor ama arkadaşlarımın her zaman oturduğu kahvehane, yine başka bir hemşerimizin kılavuzluğunda silahla taranıyor. Bütün iyi filmlerin makinisti Orhan ölüyor. Arkadaşlarımın çoğu kaçak. Yuvasız kuşlar gibi olmuşuz. “Biri kara tahtaya taş sözcüğünü yazmış ve avludaki tüm kuşlar havalanmış,” sanki. Toz duman içinde mezuniyet ve mecburi hizmet yılları. Babam mutlu ama, doktorum artık. Yedinci yılım Anadolu’da. İstanbul’a gitmem lazım. Tayin istiyorum, yapmıyorlar. Babamın düşüncesi belli: “Oğlum dosyan kabarık. Bakanlık bilmiyor mu senin neci olduğunu? Bırakmadın gitti bu işleri oğlum.” İstifa edip ayrılıyorum. İstanbul’da Piyalepaşa’dayım artık. Tamirhaneden hastane yapmışım. Babam çok yaşlanmış ve parkinsonlu. Artık annemle birlikte yanımdalar. Hastanemdeki odamda oturup, kahve içip, benimle konuşmayı çok seviyor. O günlerde politikaya bulaşmışım. “Reel politika” yapıyorum güya. Gece gündüz koşturuyorum. Yemekler, törenler, davetler. Odam insanlarla dolup taşıyor. Reis bey olacağım!.. Bir gün babam odamdayken, partili delegeler gelmiş ziyaretime. Babamı tanımıyorlar tabii ki. Ben yan odada başka birileriyle konuşuyorum. Bir süre sonra da odama dönüyorum. Delegeler gittikten sonra, babam canı sıkkın konuşuyor: “Oğlum sen yan odadayken, buradakiler sehpanın üzerindeki bisküvileri kapışarak yediler.” Bir yandan da, “yiyin lan yiyin doktorun bisküvilerini. Öyle kolay mı Belediye Başkanı olmak? Masrafa girmesi lazım,” dediler. Oğlum bunlardan bir şey olmaz. Bunlar kendileri aç. Vatandaşı nasıl doyuracaklar?” “Baba, ne alâkası var,” demedim artık. Babam vefatından önce zor aylar geçirdi. Hep yanında olmaya çalıştım. Yakında kaybedeceğimi biliyordum. Sorular soruyor, onun sevdiği konuları açmaya çalışıyordum. “Ne diyorsun baba bu işlere? Nasıl görüyorsun durumu?” “Bilmiyorum ki oğlum. Unutkanlık başladı bende. Aklıma bir şey gelmiyor.” “Baba, sence ne yapmalıyım? Nasıl davranmalıyım? Ne dersin?” “Sen ne yaparsan iyisini yaparsın oğlum... Sana güveniyorum ben... Hiç yanlış yapmadın ki zaten... Sen bilirsin.” Kısa bir süre sonra kaybettim babamı... İçim yandı... Yıllarca itiraz cümlem olan kelimeleri asıl şimdi söylemeliydim... “Ah babam! Ne alâkası var Allah aşkına... Ne biliyorum ki ben? Asıl şimdi ihtiyacım var söyleyeceklerine...”
Sayfa 27 - İletişim Yayınları, 8. Baskı (2014)Kitabı okudu
·
103 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.