Gönderi

Profesör Annemarie Schimmel, Tasavvuf Notları kitabından alıntılar: Tasavvufî metinlerde mürşidin, sülûk boyunca müridleri mertebe mertebe nasıl terbiye ettiği anlatılır. Neredeyse tüm mistik geleneklerde mertebe sayısı olarak yedi zikredilmekteyse de tasavvuftaki mertebelerin sayısı kesin olarak belirlenmemiştir ve mürşidden mürşide farklılık arz eder. Mertebelerin sayısı farklılık göstermekle birlikte, ilk mertebe her zaman sâlikin geçmiş hayatı ile tüm bağlarını kopardığı ve tüm dikkatini intisab ettiği yeni yola verdiği tövbe mertebesidir. Her amel tam bir ihlasla işlenmeli, en ufak nefsî düşünce amellere karışmamalı, mürid azıcık da olsa gaflete dalmamalıdır. Çünkü gaflet, sâlikin gayesini kaybettiği tehlikeli bir uyku gibidir. Manevî eğitim sırasında göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşen ani duygu değişimleri hal, halin sürekli ve kalıcı olmasına da makam adı verilir. En önemli makamlardan biri, maddî ve manevî fakirliktir çünkü Peygamber Aleyhisselam, “El-fakru fahri” yani, “Fakirlik benim övüncümdür,” demiştir. Buradaki fakirlik malı mülkü olmamak manasına gelmemektedir. Ancak, eğer menkıbelere inanacak olursak erken dönem sufilerin çoğunun, kendileri ve aileleri için neredeyse hiçbir şey alamayacak kadar fakir olduğunu görmekteyiz. Onlar, yanlarında geceyi geçirecek kadar para tutmak konusunda dahi oldukça gönülsüzlerdir. Yine de fakirlik, herhangi bir maddî zenginliğe bağımlı olmadığını, onlara ihtiyaç duymadığını gösterircesine tüm mal varlığını pişmanlık duymadan bir anda feda edebilecek kişilerin de makamıdır. Çünkü bu kişiler, “Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz” (Muhammed Suresi, 38) ayetinin manasına vâkıftırlar. Bu bağlamda, sufi manasına gelen fakir ve Farsça eş anlamlısı olan dervifl kelimeleri; çoğu zaman büyük edip, müellif ve mütefekkirler için kullanılmamış; geleneksel anlamlarıyla kullanılmışlardır. Allah’a tam anlamıyla güvenme ve dayanma anlamına gelen tevekkül, bazı erken dönem sufileri tarafından ifrada varacak seviyede uygulanmıştır. Onlara göre Rezzak olan Allah’a tam olarak tevekkül etmemek imansızlık belirtisidir, şüphesiz ki Allah, rızkı verendir. Daha sonraları tevekkül, kazaya rıza ve kaderin tecellilerini gönül hoşluğuyla kabul etmek manasında kalbî bir durum olarak algılanmıştır. Yani tevekkül, Allah’ın kulları için neyin iyi neyin kötü olduğunu bildiğine dair şeksiz şüphesiz imandır ve bu makam sufimeşrep insanların hayatlarını büyük ölçüde şekillendirmektedir. Sabır ve şükür de seyr u sülûktaki makamlardandır ve fakirin sabrının mı yoksa zenginin şükrünün mü daha yüksek bir mertebe olduğu konusunda ihtilaf vardır. Korku ve ümit manasına gelen havf ve reca, bu bağlamda önemli kavramlardan ikisidir. Havf ve reca cennete giderken takılacak iki kanat olarak adlandırılır. Takva ehlinde havf her daim mevcuttur, hatta seyr u sülûkun son mertebelerinde dahi sâlik “maşukundan ayrılma korkusu” yaşar. Bu korkuyu cehennemde yanma korkusundan ayırmak gerekir. Korku, insanı vurdumduymaz olmaktan alıkoyduğu için bir dereceye kadar gereklidir. Evliyalara göre reca yani umut hiçbir zaman kaybedilmemelidir çünkü Allah her şeyi en iyi şekilde yaratmış ve düzenlemiştir, nihayetinde günahlarına tövbe etmiş fakir kullar cennete gireceklerdir. Havf ve reca şiirsel olarak yalnızca kanat olarak değil, aynı zamanda hadiseler okyanusunda gemisi batan kazazedenin tutunduğu iki tahta parçası olarak da imgelenmiştir. Ancak bir kez kazazede “Allah denizi”ne battı mı, artık havf ve recaya ihtiyacı kalmaz. Makam olarak havf ve reca kavramları kabz (daralma) ve bast (rahatlama) hallerine karşılık gelmektedir. Kabz, yani nefsin âdeta bir iğnenin başındaymışçasına daralıp sıkılması Hristiyan mistisizmindeki “ruhun karanlığı”na denktir. Bast halinde ise kişi ruhen rahatlar, sürûr ve ferahlık duyar; tüm kâinattan daha geniş, daha yüce hissettiği bir duruma geçer. Öyle ki var olan her şeyi kendinde var bilir ve kimi zaman bunu tasavvufî ıstılahları kullanarak ilahiler ile dile getirir. Tasavvuf şiirinin büyük bir bölümü şairlerin her şeyi vâsi aşklarını neşeli bir şekilde anlatmalarına, yani bast halinden kaynaklanan bu ruh haline dayanmaktadır. Daralmadan rahatlamaya geçişe nefsin sarhoşluğu da dâhildir. Erken dönem sufilerinin çoğu, örneğin Şazelîler, kabz halini bast haline tercih etmişlerdir çünkü bu halde insanın Allah’tan başka kimsesi yoktur. İradesi ve serveti kalmayınca insan, kendisini yalnız bırakan Allah’ın celâlinin ve azametinin, bast halinin getirdiği cezbeden ve sarhoşluktan daha üstün olduğu idrâkine varır. Makamların en büyüklerinden biri, rıza makamıdır. Rıza, Allah’a tam tevekkül halinde olan sâlikin Allah’tan gelen her şeye razı olması ve her şeyi hamd ile karşılaması durumudur. Seyr u sülûkun son mertebesi ise aflkullah ya da marifetullahtır. Her mistik öğretide bu iki gaye mevcuttur ve bu konuda İslam da istisnaî bir örnek oluşturmamaktadır.
·
14 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.