YAŞADIĞIN HER YER EVİNDİR , DÜN DÜNDÜR BUGÜN BUGÜNDÜR.."Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum"
Sezai Karakoç
Bazen hayat sadece beklemektir. Bir şekilde yaşamaya devam edersiniz , bir diri gibi veya bir ölü gibi. Ölü gibi nasıl yaşanır ? Mecbur kalınca bal gibi yaşanır.
Dostoyevski bu kitabında , otobiyografik diyebileceğimiz kendi sürgün cezası yıllarını anlatmaktadır. Kısıtlı hareket imkanının olduğu bir bakıma cezaevi bir bakıma ise "ölü bir ev". Sibirya ikliminin doğal zorluklarına eklenen tutsaklık koşulları , özgürlüğün kısıtlandığı yerde insan kalabilmek , hayallere tutunmak , vazgeçmemek ve sonunda sayılı gün geçer gider.
Yaşadığınız her yer aslında bir çeşit evdir. İster doğduğunuz baba evi olsun , ister askerlikteki koğuşunuz olsun , ister bir cezaevi , ister bir gurbet , her neresi olursa olsun bir çeşit evdir , çünkü insan her şeye alışan bir varlıktır.
Kitabın ismini çok önemsedim. Neden "ölü bir ev" ? Bence temelde 2 nedeni var. Birincisi Sezai Karakoç'un dediği gibi "yaşamıyor gibi yaşamak" olsa da işte bir şekilde yaşıyor insan ölü gibi , ruhu yaralı olsa da. İkincisi ise yaşanıp geçmiş olan her duygunun , her zaman diliminin , her anının artık "ölmüş" olmasıdır. Biz insanoğlunun en büyük sorunu , geçmiş olanın geçmiş olduğunu kabullen-e-memek değil mi zaten ?
Yani bana göre Dostoyevski'nin vermek istediği en önemli mesaj şu , orada bir şeyler yaşadın ve bitti gitti öldü artık , geçmiş geri gelmez bırak artık takılıp kalma !!
Hepimiz yaşadığımız sürece ne zorluklarla ne acılarla muhattap oluyoruz . Bazen kendi evimiz bizim için ölü bir evdir , ölü gibi yaşarız ve bazen bunu seneler sonra fark ederiz , ahlanır vahlanırız da geçmiş geri gelmez. Bazen evlilik hayatı ölü bir ev gibidir. Bazen yaşadığımız köy , kasaba , şehir ölü gibidir de biz onu canlı zannederiz , sonradan fark ederiz de bazen gücümüz yetmez o yaşadığımız ölü yeri diriltmeye , bazen de bunu beceririz irade ve mücadeleyle.
Kendi adıma söyleyebilirim ki , uzun seneler içinde yaşadığım ve canlı zannettiğim evin zaman zaman ölü veya yarı ölü bir ev olduğunu sonradan fark ettim. Fark etmek acıtır fakat her şeye rağmen yüzleşmek güzeldir. Bu benim acım diyebilmek güzeldir , geçmişle başımız derttedir evet ama hep söylenen "şimdi" meselesi gerçekten yabana atılamaz , elde var "şimdi".
Anıların tatlı olanlarıyla yetinemeyiz , çünkü şimdi de yeni tatlı yaşantılara ihtiyacımız var. Anıların acı olanlarına takılıp kalmamalıyız , çünkü zaten yeni acı yaşantılarımız da olacaktır.
Dostoyevski neden bu kadar büyük bir yazardır ? Çünkü iyiyle kötünün , siyahla beyazın birlikte olacağını belki de en iyi anlatan adamdır. Oysa pek çok yazar veya pek çok insan hep bir taraf seçmeye zorlanmış ve insanları da zorlamıştır. Oysa hayat "gri" bir tondadır , hele ki okuyan , yazan , düşünen insanlar için daha çok böyledir. Fakat bu gri tekdüze bir gri de değildir , bazen siyaha yakındır bazen beyaza.
Hayat bir bakıma bir çelişkidir. Şimdi bütün bu söylediklerimle , kendime ve bu yazıyı okuyanlara cesaret verip harekete geçirecebileceğim gibi , tersine kendimi ve okuyanları karamsar bir ruh haline sevk etmem de mümkündür.
Eninde sonunda herkes ölür , hayatın kıymetini bilelim. En gösterişli evde yaşayan da ölür , sokakta yaşayan da ölür. Ruhun ölümsüzlüğü diye bir şey varsa eğer sanki bu yaşarken de gereklidir , şartlar ne olursa olsun ruhumuzu öldürmemek belki de yaşamanın ta kendisidir. Biliyorum hiç de kolay değil , fakat başka çare var mı ?