Gönderi

Şükrü Bulut Tarikatlar, dinî cemaatler ve demokrasi... Hassas veya netameli konular üzerinde konuşulurken, mutlaka ilmin doğru kabul ettiği esaslar üzerinden gidilmeli… Magazin, moda fikirler, sloganlar ve tarafgirane yaklaşımlar, burada konuşana yalnızca sıkıntı getirir. Başta demokrasi olmak üzere; dinî cemaat ve tarikatın doğru tariflerini bilmeyenlerin mevzuyu tartışması ise, toplumu daha çok kaosa sürüklüyor. Marksist Karl Popper’ın tuzağına düşen bazı hürriyetperver dindarlarımızın anladığı üzere, cemaat veya tarikatın birer “sivil-toplum” olmadığını öncelikle belirtelim. Benzer tarafları olsa da; çıkış noktaları, misyonları ve meyveleri cihetiyle ayrıdırlar. Tıpkı bir birine çok benzeyen demokrasi ile “şerî meşveretin” ayrışmaları gibi. Demokrasinin tarifini Doğu’da veya Asya’da yapmak, Avrupa’da olduğu kadar zor değildir. İsme takılıp kalınmadığı ve mahiyeti esas alındığı takdirde demokrasi, Doğu toplumlarında daha çabuk ve geniş kitlelerce kabul görür. Zira bin beş yüz yıllık İslâm Tarihi ve geleneği boyunca; demokrasinin bir çok unsur ve kurumu, Müslüman Asya toplumlarında tatbikatlarıyla yaşayagelmişler. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, kanun hâkimiyeti ve yasama gibi demokrasinin temel unsurlarında, bazı uygulamalara “ileri Batı Demokrasinin“ henüz kavuşamadığını, meşhur hukukçu ve düşünür Shobel itiraf ediyor. Asya’daki bu uygulamayı Avrupa Demokrasisinin üstadları fazilet olarak alkışlıyorlarsa, “doğru demokrasi” meselesinde Müslümanların haklarını teslim etmek durumundayız. İslâmiyet’ten kaynaklanan Avrupa aydınlanmasının Kur’ân’ın malı olduğunu bilemeyen Asyalı münevverler, Batı’dan gelen her şeyi doğru kabul ettiler. Belki de bu noktada Asyalı aydınımızın yeni bir ”Avrupa telâkkisine” ve “doğru bir Avrupa tarihi” bilgisine ihtiyacı vardı. Buradan (materyalist Avrupa felsefesine bulanarak) gelen müsbet fenlerin fayda ve üstünlüğü, doğru olmayan ve çürükçe bir çok sosyal konuyu da aynı sepete koydurttu. Avrupa’da musîbetlerle geçen yedi asırlık tekâmülden, Hıristiyanlığın bu toplumda müstebitlerin elinde baskı aracı olduğundan, bu semavî dine karıştırılmış binlerce hurafeden, dört yüz senelik din savaşlarından ve sonra da kiliseye karşı hücuma geçen materyalizmden ve semavî dinleri mağlûp etmek üzere feylesoflarca kurulmuş ittifak ve mekteplerden habersizce hadiseyi takip eden aydınımızın içine düşürüldüğü kompleksleri teşhis etmeksizin de bu meseleyi sağlıklı müzakeremiz kolay olmayacaktır. Evvelâ, din karşıtı Avrupalı feylesoflarının Kilise’yi mağlûp etmek üzere geliştirdikleri argümanları, bizim “tûtî”ler İslâmiyet’e karşı kullandılar: Din telâkkisi, din-fen birlikteliği, mektep ile mücadele, şeriat düşmanlığı, tasavvuf ve tarikatın toplumu uyuşturduğu iddiası, kadının korumasız bırakılacak şeklindeki serbestiyeti, adaletli olmayan ve uygulanabilirliği gayr-ı mümkün eşitlik ilkesi, ekonomik sistemlerin faizsiz olamayacağı, tüketim ile ekonominin düzeleceği, tesettürün kadın hürriyetlerine mani oluşu gibi yüzlerce yanlış sosyal telâkkinin toplumumuza “hakikat” olarak yutturulması, günümüzdeki sosyal yara, sıkıntı ve problemleri doğurmuştur. Asr-ı Saadetteki uygulamayı arayan “günümüz demokrasilerine“ yol gösterecek ve rehber olacak dinî cemaat ve tarikatlarımızın mensupları “doğru demokrasiyi” Kur’ân’dan ve Kur’ân’ın pratiği olan sünnetten öğrenemedikleri takdirde, mevcut meseleleri halletmede hayli zorlanacağımızı peşinen belirtelim. Asr-ı Saadet ve demokrasi münasebetini biz kurmuyoruz. Osmanlı Demokrasisinin ikinci adımı olan 1908 “Meşrûtiyetinin ilânında”, yüz binlerce insana demokrasinin dört boyutlu tanımı olarak “Hürriyete Hitap” nutkunun sahibi Bediüzzaman Said Nursî, Mustafa Kemal’in istibdadına karşı demokrasiyi savunduğu 1935 Eskişehir Mahkemesi’nde bütün dünyaya duyuruyor. Yüz sayfayı geçkin mahkeme müdafaasında heyete söylediği şu cümleleri, 1948 de Afyon Mahkemesine de takdim edecekti… Bediüzzaman’dan iktibası almadan önce şu hususu da belirtelim. Komünistlerin ve masonların efkâr-ı ammenin zihinlerini teşviş ederek demokrasiyi yanlış anlamaları hususundaki çalışmalarını, Müslümanlar dikkatlice takip etmelidirler. Ta ki felsefenin bu dinsiz dehalarınca kandırılmasınlar. Hürriyet, Cumhuriyet, Liberalizm, Demokrasi, Freiheit, Özgürlük, Azadi, Serbestiyet gibi aynı manayı ifade eden kelimeler ile yapılacak oyun ve entrikalara dikkat gerekiyor. Bir idare ya demokrattır veya değildir… Ya gerekli hürriyet vardır veya yoktur… Bunların ilmî ve tabir caiz ise matematiksel tanımları olacaktır. Aksi halde; sosyalist ırkçı- milliyetçi Baas da, Bolşevik Sovyetler de, Batı Avrupa’daki kaosçu ve anarşiye açık “milliyetçi sol hareketler” (Pegida, beş yıldızcılar ve Brexitçiler gibi) ve hatta Neoliberal ve neoconlar da kendilerini cumhuriyetçi ve demokrat olarak tanımlamaya kalkışabilirler.  Sözü Üstada bırakıyoruz: “Orada (Eskişehir Mahkemesinde) benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli (içi boş) bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Sonra dediler: ‘Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.’ Cevaben diyordum: Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Şuâlar, s. 317) Tarikat, dinî Cemaat ve Demokrasi Entegrasyonunu inşallah önümüzdeki yazılara bırakalım. Köşemizin hali mevzuyu tamamlamamıza müsait olmadığı gibi, sabrınızı da zorlamayalım.
·
7 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.