Gönderi

136 syf.
6/10 puan verdi
Islak Kibritler bir ilk kitap. Kitabın ismi, kapağı, arka kapak yazısı size tam olarak ne beklemeniz gerektiğini anlatıyor. Arka kapaktaki ifadelerle, bu kitaptaki öyküler “… kurumuş bir kuyudan su çekmenin, bir çukurun içini boşaltmaya çalışmanın, ıslak kibritleri tutuşturmaya çalışmanın öyküleri”. Hüzün, kitabın ilk öyküsü Kum’dan itibaren bütün sayfalara sinmiş; ancak yüz kırk dört sayfalık bir öykü kitabının yaklaşık ilk yarısından sonra, bu hüzün, uyuşukluğu da beraberinde getiriyor. Kitaptaki hikâyeleri birkaç grup hâlinde incelemek mümkün sanırım: İlk grup öyküler, kimi zaman insani, kimi zaman siyasi yönüyle İslam coğrafyasından izler taşıyor: Kum, Siyah, Eflatun, Yok. Bu öyküler, belki de Akif Hasan Kaya’nın adeta bulutların üzerinde süzülüyormuş hissiyatı veren üslûbunun uymadığı tek grup denebilir. Yazarın benim için en dikkat çekici özelliği olan bu üslûpla, andan mekâna, mekândan olaya, olaydan duygulara okurun kafasını hiç karıştırmadan, kolaylıkla geçiliyor. Bu ilk grup hikâyelerde bu üslûbun işe yaramamasının sebebi, hikâyelerin tam bir şey anlatacakken bu geçişler sebebiyle bir türlü anlatmaya fırsat bulamaması. Galiba bunun en önemli sebebi yazarın bu hikâyeleri derinden hissederek yazıyor oluşu. İkinci grup hikâyeler olarak addedebileceğim ve “demiryolu öyküleri” diyeceğim öyküler ise tematik olarak birbirini tamamladığını düşündüğüm, adeta bir karakterin hayatından farklı anları anlattığını düşünebileceğiniz hikâyeler: Tünel, Koku, Fısıltı, Gaz Lambası, Pansiyon ve Son Tren. Bu hikâyelerde yukarıda bahsettiğim geçişler çok daha faydalı; çünkü hikâyenin merkezindeki karakteri duygusal yönden bu üslûpla keşfetmek sade ve güzel hikâyeler çıkarıyor ortaya. Bu açıdan bakıldığında, hikâyelerdeki mutsuzluğun dozunu biraz azaltırsak, aralarda bir yerde Mustafa Kutlu görmenizin mümkün olduğunu dahi söyleyebiliriz. Öte yandan, bu hikâyelerin çok ağır olduğunu da söylemeliyim. Okunmasının zor olduğunu kast etmiyorum; depresif bir ağırlık var. Bir noktadan sonra bu sıkıcı bir hâle gelebiliyor. Üçüncü grup hikâyeler ise kent hikâyeleri: Örtü, Dönüş, Perde, Kurt, Kayıp Defteri, “Bilebilmeliydim!” ve Çalar Saat. Yazar, kent hayatının insanı yapaylaştıran, ümitsizliğe düşüren taraflarına parmak basıyor. Bu hikâyeler herhalde eleştiri dozunun en yüksek olduğu hikâyeler. Kimi zaman eleştiri okları, beklenmedik bir şekilde, ardı ardına geliyor. Öyle ki, düşüncelerin öyküden daha fazla ön plana çıktığı zamanlar olduğunu dahi söyleyebiliriz. Bu düşüncelerin vurgularının düşük olduğu yerlerde ise, kent hayatının zamansal anlamda baş döndürücülüğünün de zamanda ileri-geri gitmeler ile hikâyelere yedirilmiş olması bu hüzünlü kitaba şaşılacak bir enerji katıyor. Bu gruptaki hikâyelerin herhalde en ilginci ise Çalar Saat. Yazar, hiçbir hikâyesinde olmadığı kadar mizaha yaslıyor sırtını ve ortaya çıkan hikâye gayet iyi. Bu açıdan bakıldığında, bize yazarın bu hüzün örtüsünü üstünden silkip atabilse ne yapabileceğini hayal etmek düşüyor. Gerçi başka kitapları da var yazarın, belki de yapmıştır bile. Bu gruplara dahil etmek istemediğim birkaç hikâye kaldı, onlardan da kısaca bahsetmek gerekirse: Kitabın en uzun hikâyesi olan Bir Kış Masalı, şahsen kitabın zirve noktasını oluşturuyor benim için. Yazarın yukarıda bahsettiğim havada süzülürmüşçesine hafif, zamanda ya da anlatılanda gel-gitlerden çekinmeyen ama okuru rahatsız da etmeyen üslûbunun en nadide örneği diyebiliriz. Sonrasında gelen Siyah At da, yazarın kitap boyunca kullandığı imgelerden güçlü bir tanesini içeriyor. Bu arada yazarın imgelere çok yaslandığını, hatta ve hatta bazı hikâyelerde aynı imgeleri tekrar tekrar kullandığını ve bunun da biraz sıkıcı gelebileceğini ekleyelim. Geriye kalan son iki hikâye, İç İçe Zamanlar ve Kurşunkalem hakkında ise söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Biri hazin bir baba-oğul hikâyesi, diğeri ise daha bir şey olamadan bitiveren bir andan ibaret. Hikâyeleri grup grup inceledikten sonra, genele bakarsak, şu tespitleri yapabiliriz: Yazarın üslûbunun en güzel yanı, kurguyu karmaşık hâle getirdiği zamanlarda dahi, anlatımda yaptığı atlamaların rahatsız etmemesi. Bunun dışında, fazlasıyla sıkıntılı ve okurun ilgisini ayakta tutacak olaylardan yoksun öyküler sebebiyle özellikle kitabın ilk yarısından sonra bir çeşit uyuşukluk hâkim oluyor kitaba. Fazla fazla kullanılan üç noktalar, tamamlanmamış cümleler bu uyuşukluğu kat be kat artırıyor. Yani, bir ilk kitap olarak, Islak Kibritler hem ilgi çekebilecek yenilikçi yanlara, hem de biraz fazlalığa sahip. Bu fazlalık, aradaki nitelikli kısımları da gözden kaçırmaya sebep verebiliyor. Kitabın son öyküsü Son Tren’deki şu cümleler kitabı özetler nitelikte: “Gözlerinde, bedeninde ağır bir yorgunluk; içinde büyüyüp duran bir boşluk… Söylemek istediklerini bir yerlere bağlama çabasındaydı; alıp başlarını gitmesinler, dipsiz kuyulara düşmesinler, kendisi gibi öksüz kalıvermesinler diye… Son tren, son virajı da dönmüştü işte; ama gelmesi gereken gelmiyordu bir türlü; artık gelmeyecek miydi? Boşuna mıydı bunca sabır! Ölümcül birkaç soru; ölümcül bir bekleyiş…” (sf. 139)
Islak Kibritler
Islak KibritlerAkif Hasan Kaya · Okur Kitaplığı · 201232 okunma
·
42 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.