Gönderi

Yavuz Bahadıroğlu “Eskiyi unut, yeni yolu tut” (3) Eskiden hemen her evin balkonuna ya da pencere pervazına kuşlar için su kabı konurdu. Aynı incelik mezarlıklarda da görülür, mezarların başucuna mermer su kapları yerleştirilirdi. Kuşun rahmete ve berekete vesile olduğuna inanılırdı. Osmanlı’da çiçeklerin bile dili vardı: Pencerenin önünde konmuş sarı çiçek, “Bu evde hasta var, gürültü yapmadan geçin” anlamına, kırmızı çiçek ise “Bekâr kızlar var, edebinizle geçin” anlamına gelirdi… Herkes istediği mahalleye yerleşemezdi. Bir mahalleye yerleşmek isteyen aile, eski mahallesinin imamından, muhtarından ahlâklı, dürüst, temiz, dindar olduğuna ilişkin “tavsiye mektubu” getirmek zorundaydı… Her zenaat sahibi istediği mahallede dükkân açamazdı. Ahlâklı, dürüst, temiz, dindar olduğuna ilişkin referansın yanı sıra, işinin ehli olduğuna dair Esnaf Loncası’ndan “belge” de istenirdi. Kız istemeye gidildiğinde, şimdiki gibi, damat adayının evi-arabası sorulmaz, alnına ve şalvarının diz boğumuna dikkat edilirdi: Alnında “secde”, diz boğumunda ise “tahiyyat izi” aranır, namazlarında ihmalkâr olan delikanlılara kız verilmez ya da öyle bir kız gelin yapılmazdı… Beyler, eşlerine “ayna” hediye etmeyi severdi. Bu, “Sana senden daha güzel bir hediye bulamadım” anlamına gelen, çok ince bir iltifattı. “Komşu” demek aileden biri demekti. Yakın evlerin kapısı kilitlenmez, komşu istediği gibi girip çıkardı. Komşuların birbirlerine güveni sonsuzdu. “Duyulur” endişesi taşımadan en mahrem sırlarını bile konuşurlardı. Kadınlar sık sık bir araya gelir, ağır işleri “imece” usulüyle birlikte yaparlar, kahve molalarında dertleşip stres atarlardı. Tabiatıyla “depresyon” nedir bilinmezdi… Mahalle esnafı itibarlıydı. Mahalle halkının onlara sonsuz güveni vardı. O kadar ki, evin anahtarları mahalle esnafından birine emanet edilirdi… Her zengin ailenin sadakalarını bıraktığı bir “Sadaka Kutusu” vardı. Özellikle ramazanlarda bol miktarda para atılır, sonra mahallenin fakir ailelerine ikram edilirdi.  Ayrıca cami ve türbelerin en kuytu köşelerinde bir “Sadaka Taşı” bulunurdu. Bu taşlara bırakılan sadakalar sayesinde, zenginler riya ve gösterişten, fakirler dilenmekten kurtulurdu. Zengin imkânı nisbetinde parayı sadaka taşının oyuğuna koyar, fakir ihtiyacı kadarını alırdı. Osmanlı’nın fakiri “fukara-i sabirin”, zengini “ağniya-i şakirin”di…Ne alan vereni, ne veren alanı tanır, bu şekilde aralarında minnet söz konusu olmazdı… Hal-hatır sorma seremonisi bile başıbozuk değildi: Büyükler küçüklere hâl hatır sorarlar, ev halkına da selam söylerlerdi… Ramazan öncesinde yoğun sadaka verilir, fakir fukaranın Ramazan alışverişi yapması sağlanırdı… Her zenginin, yaşadığı mahallede geçindirmekle yükümlü olduğu birkaç fakir aile vardı: Zenginler kendi aileleri dışında bu ailelerin ihtiyaçlarıyla da ilgilenir, çocuklarına kendi çocukları gibi bakarlardı… Ramazanlar muhteşem geçerdi. Mahalle imamı ile ihtiyar heyeti önceden tespit ettikleri fakir-fukara için esnaftan erzak toplar, bunlar ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı… Özellikle Ramazan ayında zenginler fakir semtlerin esnafını ziyaret eder, inanç ve ırk ayırımı yapmadan fakir mahallelinin borçlarını kapatırlardı… Mahallenin zenginleri Ramazan’da fakir komşularını iftara davet eder, aile fertleri fakir komşularına bizzat hizmet ederdi. Böylece zengin-fakir ayırımı ortadan kalkar, arada haset olmaz, birbirlerine dua ederek kardeşçe yaşarlardı. “Eskiyi unut/ Yeni yolu tut” dediler, bunların çoğunu unutturdular. 
·
18 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.