Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

85 syf.
·
Puan vermedi
Ipucu içerir Bir varmış bir yokmuş insan… Bu dünyada olmasa da ötelerde kavuşmak bilene ne büyük ihsan… Keşkelerin insan hayatındaki yeri nedir? Bitmiş, tükenmiş, hitam mührü vurulmuş için keşkenin kıymeti nedir? Yoksa keşke, kaybettiğine ağıt yaktırırken daha büyük kayıplara mı sürükler ferdi? İman bu sürecin neresindedir? Mehmet Yılmaz’ın “Bir Gün” isimli kitabı okunurken bu sorular takılıyor akla… Esasında bir sevda hikâyesi eser. Yavuz ile Tuğçe aşkının öyküsü. Üniversite yıllarında Samsun’da tanışır ikili. Yavuz çok sever Tuğçe’yi. Yeşil gözlerinde kaybolur her defasında. Ama dört sene boyunca bir türlü açamaz gönlünün kapılarını ve içindeki hazineyi gösteremez sevdiceğine. Ötesinde bunu en yakın arkadaşı Yusuf’la da paylaşamaz. İçinde büyütür. Büyüttükçe Tuğçe’nin varlığında erir gider. Bekler o günü. Bekler ki gözlerinin içine bakarak dile getirebilsin Tuğçe’yi sevdiğini. Fakat beceremez. Duygularını kâğıda döker. Gel gelelim ona verme cesaretini de mezuniyet günü yani muhtemel ayrılıktan 24 saat önce bulabilir. Sonra varlığı kısa ama etkisi uzun bir bekleyiş başlar. İhtimaller arasında çile doldurur âdeta. Ve birden gönlüne bir güneş doğar. Tuğçe de onu sevmektedir hem de en başından beri. O an geçen dört yıla yanar Yavuz ama Tuğçe geleceği işaret eder. Ardından birlikte geçirilen ve aşklarının şahidi Samsun’un ruhuna sinen saatler. Hayaller kurulur. İkisi için de uzun bekleyişin en güzel anlarıdır o dakikalar. Lakin kısa sürer. Ayrılık vakti gelir. Tuğçe memleketine döner. Lakin ikisinin gönlü de mesuttur çünkü bu ayrılık kısa sürelidir. Hatta yeni bir başlangıcın arifesidir. Ya da onlar öyle sanmaktadır. Artık aşk kavuşamamanın adıdır Yavuz için. Tüm bunları Yusuf’a askerden tezkeresini aldığı gün anlatabilir. Birlikte çıktıkları Giresun-Samsun arası seyahatte… Kitabın sayfa sayısı fazla değil belki ama anlatımı ve sürükleyiciliği eser bittiğinde binlerce cildi geride bırakmış hissi uyandırıyor okuyanda. Hasılı Mehmet Yılmaz’ın çalışması az söz ile çok şey anlatmanın sırrını fısıldıyor zihinlere… Sedat Gülmez - 06 Şubat 2012
Bir Gün
Bir GünMehmet Yılmaz · Roza Yayınevi · 201259 okunma
··
5 görüntüleme
Selenay Yılmaz okurunun profil resmi
Spoler içerir yerine ipucu içerir yazmanız çok iyi tebrik ederim 👏
Mehmet Y. okurunun profil resmi
Çünkü ipucu içerir :)))
Mehmet Y. okurunun profil resmi
Bir Samsun Hikâyesi; Bir Gün… Daha önce Samsunspor kitabıyla ve futbol yazılarıyla tanıdığımız eğitimci-yazar Mehmet Yılmaz, şubat ayında yeni bir kitapla çıktı okurlarının karşısına. Ancak bu defa konu futbol değildi; 1999 yılında Samsun’da yaşanan bir aşkın merkezinde gelişen bir uzun hikâye… Yılmaz’la Roza Yayınları’ndan çıkan ‘Bir Gün’ adlı kitabı üzerine konuştuk… Bu eseri ne zaman yazmıştınız? Büyük bir kısmını 2003 yılında yazmıştım. O zaman Sinop’un Durağan ilçesinde çalışıyordum. Samsun hasreti, gurbetteki her Samsunlu gibi benim de içimde bir kordu. Sonrasındaki 8-9 yıl boyunca bir bakıma dinlendirdim eseri. Tekrar okumalar yaptım. O süreçte hem benim edebi beğenilerim değişti, gelişti hem de hikâyeye bakışımda bir farklılık oluştu. Sizi hep Samsunspor ve futbol yazılarıyla tanıyanlar için bir sürpriz oldu bu kitap… Doğrudur… Ancak benim hayatım futboldan ibaret değil. Öğretmenim; bunun yanında çok uzun yıllardır, askerlik dönemi de dahil çokça okuyan bir insanım. Edebiyata ilgim her daim vardı. Hatta futbola çok fazla vakit ayırdığımı düşünüp, yeteneklerimi körelttiğime inanan çok sayıda arkadaşım da vardı. Hülasa, pek çok kişi için sürpriz sayılabilir belki ama kendi adıma sürpriz değil, geç bile kalmış bir hamle idi. Örnek aldığınız yazarlar kimlerdir? Romancı olarak en başta gelen isim Cengiz Aytmatov’dur… Onu istisna tutmuşumdur her daim. Yine roman ve hikâyeci olarak Tarık Buğra, Peyami Safa, Mustafa Kutlu, Ömer Seyfeddin, Cengiz Dağcı ilk anda aklıma gelen isimler… İyi bir Samsunsporlu ve Samsunlusunuz. Bu eserinizde de Samsun’dan kopamamışsınız. Niçin Samsun’da geçiyor öykünüz? İlk eserleri her yazar için otobiyografik çizgiler taşır; bunda da durum böyle. Çok sevdiğim ve yaşadığım Samsun’dan kopmam mümkün olmadı. Zaten bence böylesi bir sevda hikâyesi İstanbul’da değil olsa olsa taşrada yaşanabilirdi. Temrin Dergisinde Hatice Eğilmez Kaya’nın çok güzel tespit ettiği gibi, “Yaşanan her duygu gibi aşk da oluştuğu şehrin özelliklerini yapısına nakşeder.” Bu nedenle bence bu hikâye -illa da Samsun’da- geçen bir sevda hikâyesidir. 1999 yazının Samsun’unu geziyoruz aslında Yavuz ve Tuğçe ile birlikte. Bir de Samsun’un Türk edebiyatında Akın Üner’in Çalı Harmanı ile Zerrin Koç’un Islak Kentin İnsanları kitapları dışında çok fazla yer bulamamış olması da etkiliydi tabii bu yer seçiminde. Okurların ‘bildiğimiz mekânlar’ tepkileri de gayet güzeldi. Hakikaten de bildiğimiz mekânlar; Atakum Eğitim Fakültesi, Gençlik Parkı, Meydan, Mecidiye, Çiftlik, eski otogar, Doğu Park, Bulvar… Bir de şunu ilave edeyim; Samsun benim memleketim. Şehirlerin gelenekleri, ruhları vardır ve içinde yaşayanları derinden etkiler. Benim karakterimi, hayat görüşümü şekillendiren unsurlardan birisi de Samsunluluğumdur. Bu anlamda şehrime karşı bir borcum olduğuna inandım hep. Kafamda bir üçleme vardı; bunlardan birincisi büyük bir aşkla bağlı olduğum Samsunspor’a dair bir kitap hazırlamaktı. İkincisi Samsun’da geçen bir hikâye/roman yazmaktı. Çok şükür bu ikisini gerçekleştirdim. Şimdi üçlemenin son ayağı olarak tıpkı Tanpınar’ın Beş Şehir’i ya da A. Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı Altıncı Şehir’i gibi bir Samsun denemeleri kitabı oluşturmak. İçinde tiritten, güreşe, güvercinlerden, 19 Mayıs’a, mübadeleden, Samsun’un yokuşlarına kadar pek çok şeyin olduğu bir şehrengiz! Kitapla ilgili nasıl tepkiler aldınız? Malumunuz, yazarın eserini anlatmaya çalışması biraz da beyhudedir zira söylenecekler söylenmiştir çoktan. İlk edebi eserim olması nedeniyle elbette bir takım eksikleri var, bunu da en iyi ben biliyorum ama yine de aldığım olumlu tepkiler, iyi bir başlangıç yaptığımı müjdeliyor biraz da. Hemen herkes farklı bölümler, farklı cümleleri beğenmiş. Çok hoş tepkiler de aldım. Mesela, Cezaevi hattında çalışan bir şoför arkadaşım, “Tuğçe ile Yavuz’un bindikleri o minibüsün kendi minibüsü olduğunu” iddia etti. Hikâyeyi o kadar benimsemiş, o kadar içinde yer bulmuş ki kendine “o minibüs benimdi” diyor. Bir ev hanımının okuduktan sonra çok etkilendiğini ve oturduğu apartmandaki herkesin sırayla kitabı okuduğunu haber aldım –ki şahane bir şeydir bu… Tuğçe ile Yavuz… Gerçekte var mı bu iki kişi? Gerçek bir olay mı anlatıyorsunuz? Bu soru çok soruldu bana. Hatta İstanbul’da yaşayan bir okurum gece 11 gibi telefonumu bulmuş ve aradı; ‘Yavuz gerçekte varsa Samsun’a onu görmeye geleceğim; tanışmak istiyorum’ dedi. Ona da söyledim; Yavuz ve Tuğçe… Gerçekte böyle iki insanı tanımadım ben. Ancak biliyorum ki, gerçekte tanımasam bile o büyük afetten arta kalan mutlaka birkaç Tuğçe olmuştur, ardında Yavuz’ları bırakarak. Arka kapakta ifade etmeye çalıştığım gibi, alelade iki gencin aşklarını müstesna kılan bir şey olmalıydı –ki o şey Yavuz’un sonradan idrak ettiği tanımıyla “aşk, kavuşamamaktır” oluyor. Ya da imanî bir bakış açısıyla “kişi zaten sevdiğiyle beraber olacaktır…” Peki, neden bir aşk hikâyesi? Aşk, insani duyguların en önde gelenidir. Bu bir realite… Son derece izafi bir kavram; herkesin kendine göre aşk tasavvuru var ve bir bakıma hepsi de doğru. Benim anlattıklarım da, bu topraklarda yaşanan milyonlarca aşk serüveni de aslında dönüp dolaşıp ‘Leyla ile Mecnun’a çıkar. Bence, aşk kavuşamamaktır. Nitekim hikâye içinde deniz-martılar-ırmak metaforunun ardından Tuğçe’nin ‘aşk, karşılıksız fedakârlığın adıdır’ tespitine karşılık Yavuz, ağır bir bedel ödeyerek aşkın tanımına ulaşacak. Bunun haricinde özellikle gençlere aşk adı altında yutturulmaya çalışılan pek çok saçmalığın varlığına inanıyorum. Bu toprakların çocuğu olan iki gencin, çok temiz, duru ve masumane sevdalarının anlatılması gerekiyordu belki de… Sonu ile ilgili bir şeyler demek gerekirse eğer, böyle mi olmalıydı? Sonuyla ilgili açık edecek bir şeyler demek istemiyorum. Sonuçta henüz kitabı okumayanlara haksızlık olabilir. Ancak genel hatlarıyla şunu ifade edebilirim; evet, sonu tam da böyle olmalıydı. Eğer öyle olmasaydı biz kitabın son sayfasını bitirip de düşünmeye başladığımızda her şeyi unutacaktık. Ben iyimser bir insanım aslında lakin bu hikâyede okurun, sizin, benim irkilmemiz, sarsılmamız ve yeniden 1999’un yazına dönmemiz gerekiyordu. Şunu da açıkça söyleyebilirim ki, pek çok okurum bana sitem etti son bölümle ilgili ve hüzünlendiler ama insanlar okurken ne hissettiyse ben de yazarken onları hissettim. Kitabın sinematografik bir dili ve kurgusu var. Bir sinema filmi çıkabilir mi bu eserden? Açıkçası bu konuda benden çok sinema sektöründe bulunan kişilerin ne düşündüğü önemli. Bana ve pek çok okura kalırsa, pekâlâ çıkar bir sinema filmi. Sektörün içinde öğrenci, senarist ya da kameraman sıfatıyla yer alan birkaç dostumdan da benzer cümleleri duydum; neden bir filmi olmasın ki? Tabii aslına uygun olarak, Samsun’da geçmesi kaydıyla… Haberexen Dergisi – Mayıs 2012 Sayısı
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.