Geleneksel romancılar, 'Ben olayları, kahramanları belirlerim, bir noktadan sonda onlar bana hakim olur ve olayları götürürler.' derler. Kuşkusuz bunda gerçek payı vardır; ama, benim romanlarımda kahramanlar bana hakim olamazlar. Romanı yazmaya başlamadan önce, bir iki yıl kahramanları uzun uzun düşünürüm, onlarla birlikte yaşarım. Ayrıca yazmaya kitabın ortalarından başladığım zıplaya zıplaya, tıpkı sek sek oynar gibi, bir bulmacayı atlaya atlaya çözer gibi yazdığım için kahramanların hikâyeyi elimden kapıp yazmalarına imkân yok. Bütün hikâyeyi kurduktan, yoğurduktan sonra, cümlelerin, paragrafların, nüansları güzelliği ve ayrıntılarının ilginçliği üzerine çalışırım."
“Bir defa romanın konusu o olabildiği için insanın iç dünyasından söz etmek, dış görünüşünden her zaman daha ilginç olduğu için. 300- 400 sayfalık romanda kahramanımın en fazla uzun boylu ve gözlüklü olduğunu söylerim. İsterim ki kahramanın ben ruh dünyasını yaratayım, çok küçük ipuçlarını vereyim. Okuyucu kendi hafızasından buna benzeyen bir kahraman suratı bulsun ve onu roman boyunca sayfalarda ve sokaklarda gezdirsin. Tüm dış görünüşü vermek, okuyucunun hayal gücünü kısıtlar... bildiğim şey; kahramanınızın daha canlı kalmasını istiyorsanız, onu çok fazla tasvir etmeyeceksiniz."
Yaşar Kemal, 'Yaşar Kemal' olmadan öncedir...
Ağır ceza mahkemesinde yargılanmaya başlar. Üç ay sonra salıverilir ya, yargılama sürer. Sonunda aklanır. Duruşmadan sonra mahkeme başkanı odasına çağırtır onu. Der ki: "Sizi mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. Siz Çukurova'da kalmayın. Hemen İstanbul'a gidin. Orada, Yeni Cami'nin arkasında da arzuhalcilik yapar, hayatınızı kazanabilirsiniz. Sizi burada öldürecekler. Yazık olacak öldürülürseniz. 'Bebek' hikâyesini karım da okudu. Edebiyattan iyi anlar. Merakından sizi görmeye mahkemeye kadar geldi. Ben de dilinize, ustalığınıza hayran kaldım. Bana söz verin, buralarda durmayacağınıza.”"
Söz verir, teşekkür eder.
Koğuşta, eşkıya Hilmi diye bir de haydut vardır. Ağaların beslemesi bir zavallı kuklacık. Hilmi tek kaşını havaya kaldırıp kör Kemal'e sokulur:
"Bana bak tekgöz, Allah var yalan mı söyleyeyim, ailen sana gele gide bana da çok yardım etti. Hani hayatımı kurtardılar desem başım ağrımaz. Ama yine de bu hapishanede tek düşmanın benim. Benden kork oğlum. Katillikten, hırsızlıktan, cebelleziden, ırza geçmekten gireydin dama, başım üstünde yerin vardı. Ama komünistlik, tövbe estağfurullah, en fenası... Sırtını sağlama al. Her an her şeyi bekle benden oğlum."
Ve hapisten çıkmadan bir ay önce bu Hilmi denen ağa oyuncağı, sırf siyasi suçlu diye Yaşar Kemal'i bıçaklar.
Orhan Pamuk'un gözleri, çok okuyan bir çocuk olarak erken bozulur ve bu bozukluk erken fark edilir. Daha iyi görebilmek, daha çok okuyabilmek için gözlük takar.
Yaşar Kemal; bir kazada sağ gözünü kaybettiği için gözlük kullanır. 4 yaşındadır ve halasının kocası kurban keserken elindeki bıçak kayar ve Kemal'in sağ gözünün üzerine saplanır.
Kitabı bana hediye eden arkadaşım şu notu düşmüştü. “Kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun; belki şarkı söyleyen bir kuş gelip konar.”
Bu kitap gerçekten böyle oldu. Adeta kalbimde yeşil bir ağaç etkisi oluşturan ve dallarına gelip kuşların konduğu bir romana döndü. Evet, Kara Sis çok başarılı bir roman ve belki her şeyden önce bunu söylemem
Yuvarlak çehreli, ela gözlü, arası açık kaşlı, doğan burunlu ve seyrek dişli olarak tasvir edilen Sultan Süleyman uzun boylu, mevzun ve yakışıklı, söz ve hareketleri ölçülü ve nazik idi. Âlim, şair ve hâkim- lerle bulunmaktan hoşlanır, hoş sohbet, hulasa, maddi ve manevi bütün iyi hasletleri şahsında toplamış bir padişah olduğunda bütün tarihçiler müttefiktir.
26 yaşında tahta geçip 46 sene saltanat sürmesi, devrinin umumiyetle zafer ve zenginliklerle dolu bulunması, imparatorluk camiasının nizam ve adalet esasları dâhilinde idaresi, onun halk üzerinde çok büyük saygı ve sevgi uyandırmasının başlıca amilleridir. Uzun saltanat devresi boyunca Osmanlı orduları Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında birçok muharebeler yapmış, kazanılan zaferlerle imparatorluk arazisi her üç kıta üzerinde büyük genişlemeler kaydet- miş, bizzat birçok seferlerin yüksek kumandasını üzerine almıştır. Devletin genişleme ve yükselmesine şahsen büyük hissesi vardır. Bu büyük kumandanlık vasfı yanında amme hukukuna ve mevzuata riayette azami hassasiyet gösterdiği ve bunu tesiste de müstesna derecedeki adalet saygısının rol oynadığı, yerli ve yabancı kaynaklar ve müşahitler tarafından takdir ve hayranlıkla belirtilmiştir. Ordu ve idare mensupları üzerindeki münakaşa götürmez nüfuzu, telkin ettiği saygı ve sevgi hisleri, vazife sahiplerinin durumlarını daima göz önünde bulundurarak bunların terakki ve terfileri ile ilgilenmesi sayesinde gittikçe kuvvetlenmişti.
Görmeden bildiğimiz şehirler vardır. Resim, edebiyat, film, fotoğraf, tarih, anekdot, seyahatname ve görenlerin hikayeleri, ayak basmadığımız bu şehirleri size karış karış gezdirir ve öğretir. Venedik de bunlardan biridir.
Avrupa nereden başlar? Haritanın verdiği cevaba kanmayanlar için bu bir meseledir. André Suares’e göre Avrupa'yı Adriyatik kıyılarından başlatmak lazımdır; Valéry'ye göre İskenderiye ve bizim İzmir de, Marsilya ve Atina kadar Avrupalıdırlar. Değil mi? Bu kıyılar da ötekiler kadar Avrupa medeniyetinin ana sütü Akdeniz'i içiyorlar. Fakat Victor Hugo için İspanya bile Avrupa değildi.
Ben biraz da kendimce bu münakaşaya nihayet vermek için yola çıkıyorum. Yalnız kıta olarak değil, kafa olarak da Avrupa nereden başlar? Dirseklerim parmaklığa dayanmış, gözlerim İstanbul minarelerinin son hilallerini eriten mesafeye dalarken şahsi birçok meseleler arasında bu da var. Peşine düştüğüm Avrupa'yı külçe hâlinde nerede yakalayacağım? Yunanistan'da mı? Adriyatik kıyılarında ve nihayet Venedik'te mi?