Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Oğuz Atay - Tutunamayanlar (Şeyh Bedrettin Destanı / Nazım Hikmet)
1. Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi. Çelebi hünkâr idi amma Âl Osman ülkesinde esen bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi. Köylünün göz nuru zeamet alın teri timar idi. Kırık testiler susuz su başarında bıyık buran sipahiler var idi. Yolcu, yollarda topraksız insanın ve insansız toprağın feryadını duyar idi. Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar köpüklü atlar kişner iken çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi tarumar idi. Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahüzar idi. *** 2. Bu göl İznik gölüdür. Durgundur. Karanlıktır. Derindir. Bir kuyu suyu gibi içindedir dağların. Bizim burada göller dumanlıdırlar. Balıklarının eti yavan olur, sazlıklarından ısıtma gelir, ve göl insanı sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik gölüdür. Yanında İznik kasabası. İznik kasabasında kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi. Ve delikanlılar türkü söylemez. Bu kasaba İznik kasabası. Bu ev esnaf mahallesinde bir ev. Bu evde bir ihtiyar vardır Bedreddin adında. Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak. Çekik çocuk gözleri kurnaz ve sarı parmakları saz gibi. Bedreddin ak bir koyun postu üstüne oturmuş. Hattı talik ile yazıyor «Teshil»i. Karşısında diz çökmüşler ve karşıdan bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona. Bakıyor: Başı tıraşlı kalın kaşlı ince uzun boylu Börklüce Mustafa. Bakıyor: kartal gagalı Torlak Kemâl.. Bakmaktan bıkıp usanmayıp bakmağa doymıyarak İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar.. * 3. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi suyun üstünde yüzüyor. Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara. İznik gölünde akşam oldu. Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır, bir sazan balığı yüzünden kaleye zincirlenen balıkçının kadını. İznik gölünde akşam oldu. Bedreddin eğildi suya avuçlayıp doğruldu. Ve sular parmaklarından dökülüp tekrar göle dönerken dedi kendi kendine: «— O âteş ki kalbimin içindedir tutuşmuştur günden güne artıyor. Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna eriyecek yüreğim... Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl edeceğiz...» • Ertesi gün gölde kayık parçalanır kalede bir baş kesilir kıyıda bir kadın ağlar ve yazarken Simavneli «Teshil»ini Torlak Kemâlle Mustafa öptüler şeyhlerinin elini. Al atların kolanını sıktılar. Ve İznik kapısından dizlerinde çırılçıplak bir kılıç heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar... Kitaplarının adı: «Varidat»dı. * 4. Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda * Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş Aydın elinde Karaburunda. Bedreddinin kelâmını söylemiş köylünün huzurunda. Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup piri pâk olsun diye, on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti, ağalar topyekün kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.» Duyduk ki... Bu işler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken, Haymana ovasında bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik. «Varalım, dedik. Görelim, dedik. Yapışıp sapanın sapına şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik.» Düştük dağlara dağlara, aştık dağları dağları... Dostlar, ben yolculuk etmem bir başıma. Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki: geldik. Dedim ki: bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe bir adım geride ağlayan toprak. Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, kütükler zor taşıyor kehribar salkımları. Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör: ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır ve körpe kuzu eti gibi aktır yumuşaktır etleri. Dedim ki bak, burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli. Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak.. * 5. Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden. İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden. Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış. İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu: — Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir. — Dostuz, dedik. Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir. Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki: — Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır. Müjde büyüktü. Rehberim: — Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi. Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık. Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi. Bedreddin. — Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi. Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk. Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik. *** 6. Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı. Bir gece bir denizde bir yelkenli yapyalnızdı yıldızlarla. Yıldızlar sayısızdı. Yelkenler sönüktü. Su karanlıktı ve göz alabildiğine dümdüzdü. Sarı Anastasla Adalı Bekir hamladaydılar. Koç Salihle ben pruvada. Ve Bedreddin parmakları sakalına gömülü dinliyordu küreklerin şıpırtısını. Ben: — Ya! Bedreddin! dedim, uyuklıyan yelkenlerin tepesinde yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz. Fısıltılar dolaşmıyor havalarda. Ve denizin içinden gürültüler duymuyoruz. Sade bir dilsiz, karanlık su, sade onun uykusu. Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar güldü, dedi: — Sen bakma havanın durgunluğuna derya dediğin uyur uyur uyanır. Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı. Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi gidiyordu Deliormana Ağaçdenizine.. *** 7. Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz. «Malûm niçin geldik, malûm derdi derunumuz» diye her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz. Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş. Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp reaya zinciri bırakıp gelmiş. Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş... Bir kızılca kıyamet! Karışmış birbirine at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri, gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri. Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır, ne böyle bir uğultu duymuşluğu var Deliorman deli olalı beri.. *** 8. Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi. İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk. İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki: — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir. Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki: — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu. Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki: - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı? - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz.. Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi. Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık. *** 9. Sıcaktı. Sıcak. Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak. Sıcaktı. Bulutlar doluydular, bulutlar boşanacak boşanacaktı. O, kımıldanmadan baktı, kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya. Orda en yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın: TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı. Sıcaktı. Baktı Karaburun dağlarından O baktı bu toprağın sonundaki ufka çatarak kaşlarını : Kırlarda çocuk başlarını Kanlı gelincikler gibi koparıp çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp. Bu gelen Şehzade Murattı. Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın ismine Aydın eline varıp Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine. Sıcaktı. Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı, baktı köylü Mustafa. Baktı korkmadan kızmadan gülmeden. Baktı dimdik dosdoğru. Baktı O. En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın : TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı. Baktı. Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar. Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla. Oysaki onlar bu toprağı, bu kayalardan bakanlar, onu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar. Sıcaktı. Baktı. Bedreddin yiğitleri baktılar ufka... • En yumuşak, en sert, en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın : TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı. Sıcaktı. Bulutlar doluydular. Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere. Birden- - bire kayalardan dökülür gökten yağar yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar. Dikişsiz ak libaslı baş açık yalnayak ve yalın kılıçtılar. Mübalâğa cenk olundu. Aydının Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın düşman ormanına on bin balta gibi daldı. Bayrakları al, yeşil, kalkanları kakma, tolgası tunç saflar pâre pâre edildi ama, boşanan yağmur içinde gün inerken akşama on binler iki bin kaldı. Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yârin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek için on binler verdi sekiz binini.. Yenildiler. Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını. Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla. Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesi bu! deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek. O, «hey gidi kambur felek, hey gidi kahbe devran hey,» der. Ve teker teker, bir an içinde, omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları.. *** 10. Karanlıkta durdular. Sözü O aldı, dedi: «— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular. Yine kimin dostlar yine kimin boynun vurdular?» Yağmur yağıyordu boyuna. Sözü onlar alıp dediler ona: «— Daha pazar kurulmadı kurulacak. Esen rüzgâr durulmadı durulacak. Boynu daha vurulmadı vurulacak.» Karanlık ıslanırken perde perde belirdim onların olduğu yerde sözü ben aldım, dedim : «— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde? Göster geçeyim! Kalesi var mı? Söyle yıkayım. Baç alırlar mı? De ki vermeyim!» Sözü O aldı, dedi: «—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır. Girip çıkılmaz. Kalesi vardır, kolay yıkılmaz. Var git al atlı yiğit var git işine!..» Dedim: «— Girip çıkarım!» Dedim: «-—Yakıp yıkarım!» Dedi: «—Yağış kesildi gün ağarıyor. Cellât Ali, Mustafayı çağırıyor! Var git al atlı yiğit var git işine!..» Dedim: «— Dostlar bırakın beni bırakın beni. Dostlar göreyim onu göreyim onu! Sanmayınız dayanamam. Sanmayınız yandığımı el âleme belli etmeden yanamam! Dostlar "Olmaz!" demeyin, "Olmaz!" demeyin boşuna. Sapından kopacak armut değil bu armut değil bu, yaralı olsa da düşmez dalından; bu yürek bu yürek benzemez serçe kuşuna serçe kuşuna! Dostlar biliyorum! Dostlar biliyorum nerde, ne haldedir O! Biliyorum gitti gelmez bir daha! Biliyorum bir deve hörgücünde kanıyan bir çarmıha çırılçıplak bedeni mıhlıdır kollarından. Dostlar bırakın beni, bırakın beni. Dostlar bir varayım göreyim göreyim Bedreddin kullarından Börklüce Mustafayı Mustafayı.» • Boynu vurulacak iki bin adam, Mustafa ve çarmıhı cellât, kütük ve satır her şey hazır her şey tamam. Kızıl sırma işlemeli bir haşa altın üzengiler kır bir at. Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade sultan Murat. Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa! Satırı çaldı cellât. Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar. Ve her baş düşerken yere çarmıhından Mustafa baktı son defa. Ve her yere düşen başın kılı depremedi: —İriş Dede Sultanım iriş! dedi bir, başka bir söz demedi.. *** 11. Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti. Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu. Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk. Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime: — Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil. Bir kayık bulduk. Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir. Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız: — Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi. *** 12. Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık. Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki: Ben tanırım bu nal seslerini. Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar karanlık yolun üstünden dörtnala geçip hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler. Ben tanırım bu nal seslerini. Onlar bir sabah çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir. Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla. Hava öyle güzeldir, yürek öyle umutlu, göz çocuklaşmış ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda... Ben tanırım bu nal seslerini. Onlar bir gece çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar. Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır ve terkilerinde en değerlimizin arkadan bağlanmış kolları vardır. Ben tanırım bu nal seslerini onları Deliorman da tanır.. Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi. *** 13. Rumeli, Serez ve bir eski terkibi izafi: HUZÛRU HÜMAYUN. Ortada yere saplı bir kılıç gibi dimdik bizim ihtiyar. Karşıda hünkâr. Bakıştılar. Hünkâr istedi ki: bu müşahhas küfrü yere sermeden önce, son sözü ipe vermeden önce, biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner âdâb ü erkâniyle halledilsin iş. Hazır bilmeclis Mevlâna Hayder derler mülkü acemden henüz gelmiş bir ulu danişmend kişi kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip, «Malı haramdır amma bunun kanı helâldır» deyip halletti işi... Dönüldü Bedreddine. Denildi: «Sen de konuş.» Denildi: «Ver hesabını ilhadının.» Bedreddin baktı kemerlerden dışarı. Dışarda güneş var. Yeşermiş avluda bir ağacın dalları ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar. Bedreddin gülümsedi. Aydınlandı içi gözlerinin, dedi: — Mademki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid. Gayrı uzatman sözü. Mademki fetva bize aid verin ki basak bağrına mührümüzü.. *** 14. Yağmur çiseliyor, korkarak yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi. Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi. Yağmur çiseliyor, Serezin esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedreddinim bir ağaca asılı. Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor. Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor.
··
474 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.