Henüz hiçbirimiz, geçen yüzyılda gösterilen ve gösterilmesiyle birlikte her şeyi başlatan Tren Geliyor adlı dahiyane filmi unutmuş değiliz. Auguste Lumiere'in bu herkesçe bilinen filminin tek çevrilme sebebi, o günlerde keşfedilen film kamerası, şeridi ve gösterim aygıtıydı. Yarım dakikadan fazla sürmeyen bu şeritte, güneş ışığına boğulmuş bir istasyon, bir aşağı bir yukarı gezinen hanımefendiler ve beyefendiler ve nihayet dosdoğru kameranın üstüne gelen bir tren görülmektedir. Ve tren yaklaştıkça o günün seyircilerinin paniği daha da artmış, hatta yerlerinden fırlayıp salonu terk edenler bile olmuştu. Film sanatı işte o an doğmuştur. Söz konusu olan yalnızca teknik bir olay ya da görünür dünyayı yansıtmanın yeni bir biçimi değildi. Hayır, orada o an, estetiğin yeni bir ilkesi doğmaktaydı.
Bu ilkeyle insan, sanat ve kültür tarihinde ilk kez, zamanı ilk elden dondurma ve zamanı istediği sıklıktan yeniden yansıtma imkanına, yani istediği sıklıkta, aklına estikçe zamana geri dönme imkanına kavuşmuştur. Böylece insana, gerçek zamanın bir kalıbı verilmiş oldu. Artık görülmüş ve kaydedilmiş zaman, uzun bir süre (hatta teorik olarak sonsuza dek) metal kutularda muhafaza
edilebilecekti.