Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

GENÇLİK; 12 EYLÜL ÖNCESİNİN MAZLUMU, 12 EYLÜL SONRASININ İSE MAĞDURUDUR. Röportaj : Melih Perçin - Hasan Ekmen, 28 Ağustos 2001 Röportajcılar: Sayın Genel Başkanım,Türk siyasetinde derin izler bırakan bir gençlik hareketinin liderliğini yaptınız ve uzun mücadele hayatınızda önemli ve tarihi günlerin bizzat şahidi oldunuz. Dünden bugüne kısa bir değerlendirme yapacak olursanız edindiğiniz tecrübelerin ışığında, sizin döneminizin gençliği ile kıyaslanmayacak kadar apolitik olan bugünün gençliğine ne gibi tavsiyeleriniz olacaktır? Muhsin Yazıcıoğlu: Gençlik bir heyecandır, gençlik dinamizmdir, gençlik reflekslerini, tepkilerini en kolay ortaya koyan bir varlıktır. Dolayısıyla her türlü istismara açıktır. Düşüncelerini, fikirlerini oluştururken çevrelerinden çok kolay etkilenirler. Bu özellikleri dolayısıyla gençlik; faydalı, hayırlı ve doğru işlere kolayca yönlendirilebilecekleri gibi istismarlara da açık oldukları için, art niyetli oluşumlar, mahfiller tarafından da çok kolay yönlendirilmektedirler. Bugün dönüp 1970'li yılları düşündüğümde, o gençlik dönemlerinde biz ne yapmışsak inanarak ve fedakarlıklarda bulunarak yaptığımız sonucuna varıyorum. Ancak,olaylar, gençlerimizin bu idealist düşünceler içresinde yapmış olduktan fedakarlıkların zaman zaman birileri tarafından istismar edildiği sonucunu ortaya koymaktadır. Kendimizi sanki dünyanın merkezi ve dünyayı yerinden oynatmak için bir dayanak noktasıymış gibi hissetmişiz. Kendini böyle hisseden bir gencin yapamayacağı hiçbir şey yoktur. O iyide, kötüde, yanlışta, doğruda kolaylıkla araç olabilir. Nitekim 70'li yılların kaosunu düşündüğümüzde sağcısıyla, solcusuyla idealizmin zirvesindeki gençlik, dünyayı kendi etrafında görmüş ve tarif etmiştir. Kendini fedakarlıklannda , eylemlerinde, duygu ·ve düşüncelerinde zirvede görmüş ve çözümü ancak kendisinin sağlayabileceği sonucuna varmıştır Bu sebeple de rahatlıkla istismara uğramıştır. Bizim gördüğümüz kadarıyla bir kere kavga girdabına düşüldüğünde; insanlar artık o girdaptan çıkamıyorlar. Kavga, kavga olsun diye yapılır hale geliyor. Bir müddet sonra niçin kavga etmiştik sorusunun cevabı bulunamıyor. Bu itibarla benim genç arkadaşlara tavsiye edebileceğim; sonuna kadar idealist olsunlar, sonuna kadar kendileri dışında, başkaları için yaşamayı öğrensinler, farklı düşünsünler ama birlikte yaşamaya çaba göstersinler. Farklı düşüncede olanlara düşman olmak zorunda değiller. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Onun için başkalarını tanımaya, anlamaya çalışsınlar. Ailesini, okulunu ve istikbalini düşünerek dengeli bir hayat tarzı sürdürsünler. Çünkü gencin öncelikle ailesine karşı görevi vardır. İkinci olarak, istikbalini kazanmak gibi bir mecburiyeti vardır ve buna bağlı olarak okulunu en iyi şekilde okumak gibi bir görevi vardır. Ülkesinin sorunlarını yakın takip etmek ve bu sorunlara çözüm üretmek, çözüm üretenlerle ilişkiye girmek ve farklı düşüncelere sahip kişilerle aynı tartışma platformlarında uzlaşma çabası içinde bulunarak çözüm üretimine katkıda bulunmak gibi bir dinamizmi, her zaman yaşasınlar. Politikaya yakın dursunlar ama politikanın çirkin girdabı içerisinde kaybolmasınlar, günlük kavgalar ve günlük endişeler içinde ezilmesinler. Geçmişteki acı tecrübeyi yaşamış biri olarak, kavga için yaşayan, kavga içinde eriyen ve günlük çıkarların girdabında boğulan bir gençlik değil, başını günlük kaygılardan daha yükseğe kaldırmış; meselelere günlük kaygıların ve kavgaların üstünden bakabilen bir gençliği şahsen özlüyorum, istiyorum. Böyle bir gençliğin oluşumu için her türlü katkıyı sağlamaya her zaman hazırım. Ezcümle, geleceğimizin umudu olarak göreceğimiz iyi yetişmiş, vizyonu ve misyonu olan, bilgi çağını yakalayan, bilgi çağının gereklerini yapan ve bu çağın gereklerinden istifade ederek, ülkesine katma değer oluşturmaya çalışan, milli heyecanı olan bir gençliktir, benim istediğim. Röportajcılar: 12 Eylül taraftarı bazı çevreler, 12 Eylül'e gelinmesine sebep olan silahlı eylemlerden Ülkü Ocakları sorumluymuş gibi gösteriyorlar; Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına geldiğinizdeki Ocakların insan yapısı ve mücadele tarzı hakkında bilgi verir misiniz? Muhsin Yazıcıoğlu: Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına geldiğim zaman ocaklarımızı çok iyi tanıyordum. Tabanı iyi biliyordum. Tabanla münasebetim iyiydi. Dolayısıyla kopukluk hiç söz konusu olmadı. O dönemdeki ocaklarımız dış telkinlere daha açık olup merkezle bağları zayıftı. Ülkü Ocakları Genel Başkanı olduğum zaman arkadaşlarımızla birlikte "Eller silah değil, kalem tutmalı" kampanyası yaptık. Fikir tartışmalarına davet kampanyaları düzenledik . Merkezden, daha fazla, aşağıya doğru eğitim çalışmalarını hızlandırdık. Zaten bir kör dövüşü haline dönüşmüş bir kavga ortamı vardı. Bu kaosun içerisinde gençliğin kendini dinleyebilmesi ve karşısındakini anlayabilmesi mümkün değildir ve bunun dışına çıkabilmek için Cumhurbaşkanına açık mektup verdim. Cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere dönemin bütün yetkili unsurlarına çağrıda bulunarak; gençliğin giderek bir kaosa sürüklendiğini ülkenin kaosa sürüklendiğini bir iç savaşa doğru sürüklendiğini bundan çıkış için herkesin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesini istedik. Bu çabamızla bir taraftan ocaklar çoğaltılırken, bir taraftan da kalitesinin artırım imasına çalışıldı. Röportajcılar: 12 Eylül 1980'de ihtilal oldu. Sizin ve arkadaşlarınızın üzerindeki ilk etkisi nasıl oldu? Ne gibi bir tepki verdiniz? Muhsin Yazıcıoğlu: 12 Eylül harekatı olduğunda ben Sivas'ta bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Bir gün öncesinde de, 11 Eylül günü Türkiye genelinde bir harekat olacağı bize bildirilmişti. Ama bu harekatın mahiyeti hakkında derin bir bilgiye sahip değildik. Ancak Türkiye genelini kapsayacak şekilde bir harekatın oluşacağı bilgisini almıştık. Ankara'yı aradım; fakat Ankara'da olağanüstü bir hava hissetmedim. Sabaha karşı beni uyandırdılar. Sokağa çıkma yasağı konduğunu ifade ettiler. İlk tepkimiz herhalde radyoydu; radyoları açtık. Radyolarda marşlar çalıyordu, açıklamalar yapılıyordu. Cuma günüydü, sokağa çıkma yasağı vardı. Ben oradan köye geçtim. Köyde babamlarla görüştüm, onlara moral verdim. Önümüzdeki ihtimalleri anlattım. Yani bir müddetten sonra teslim ol çağrıları olacaktır. Bunlar içinde benim adım da geçecektir. Sonra belki teslim olacağız veya yakalanmış olacağız. Bu defa idamla yargılanıyorlar diye adımızdan bahsedilecek.Bu arada her hangi bir yerde vuruldu gibi haberler duyacaksınız. Bunların hiç birine aldırmayın, bak şimdiden söylüyorum. Bakın herhangi bir endişem olsa, ben bugün köye gelmezdim, bizimle bir ilgisi yok. Ama bu bir ihtilaldir. İhtilalin de bir mantığı vardır. O bakımdan siz bir endişe duymayın. İdamla yargılanıyorlar diye açıklamalar yapılırsa buna aldırmayın. Savcı idamımızı ister sanki idam olacakmışız gibi anlaşılır. Önemli olan mahkemelerdir. Mahkemede benim bir endişem yok, kaygım yok, çünkü ben yanlış yapmadım, yanlış işler içerisinde bulunmadım, dedim. Sonra halk size su testisi su yolunda kırıldı, biraz aşırı gitti, koca devlete baş kaldırılır mı, derler. Halbuki biz devlete baş kaldırmış değiliz. Öyle anlaşılır. Ne diye bu kadar şeylerle uğraştı. Keşke uğraşmasaydı, derler. Tüm bunlara kulaklarınızı tıkayın ve dua edin, endişe etmeyin. Kaygıya kapılmayın. Önemli olan sizin üzülmemenizdir. Ben bütün bunları söylemek için köye geldim, dedim. İşte o şekilde köyden ayrıldım. Gerçekten de yıllar geçti babamlarla oturuyoruz, dediler ki; iyi ki oğlum o zaman gelmişsin. Tüm bunları bize söylemişsin. Bütün dediklerinin hepsini yaşadık önce teslim ol çağrısı yapıldı. İşte Muhsin bize söylemişti . Sonra savcı idamlarınızı istedi içinde seninde adın geçti. Tamam Muhsin bize söylemişti. Savcı böyle yapacaktı. Komşular koşuştular evimize doldular, ama biz dedik ki; Muhsin bize söylemişti, komşular böyle davranacak diye. Çarşıda gezerken, biraz aşırı gitti Muhsin diyenleri duydum, demişti babam. Ondan sonra kimileri bana selam vermekten korktu. Kapımızı aşındıranlar bize selam vermekten çekindiler, kaçtılar benden. Dedim ki zaten bunları yaşayacaktım Muhsin demişti ve sonunda da son derece memnun oldum. Muhsin gelip de bunları bize söylemeseydi, çıldırırdık, dediler. Ben orada, ilk gün annemle, babamla görüştükten sonra, Kayseri'ye geçtim. Kayseri'de bir otelde kaldım. Ondan sonra Ankara'ya ulaştım. Ankara'da tabii herkes dağılmış. Bizimkilerin ilk tepkisi ne oldu, tabii o zaman darbe darbedir. İhtilal ihtilaldir. İhtilal nasıl başlar, nasıl gelişir belli olmaz. Dolayısıyla bir tedirginliğe sebep oldu hiç şüphesiz. İşte Rahmetli Türkeş Bey de, teslim olmamış dolayısıyla önce irtibat kurmaya çalıştık. Ne yapmak lazım, nasıl davranmak lazım bu konularda bir araya geldik. Nasıl davranmamız gerektiği konusunda görüşmelerimiz oldu. Biz kişisel kaygılardan ziyade Türkiye'de demokrasiye ara veriliyor, bir ihtilal oluyor diye endişelendik. Bu ihtilalin gerekçesi olan; 12 Eylül öncesindeki Türkiye şartlarının, o şartlar içerisinde neyin nerede, nasıl tarif edileceği; bu tariflerden nasıl sonuçlar çıkarılacağı, nerede, nasıl provokasyonlar yapılabileceği, kimlerin nasıl yönlendirileceği gibi kaygılarımız ve sorularımız vardı. Bu sorulara cevap aranmaya çalışıldı ve dolayısıyla önümüzü görmeden teslim olmak istemedik. Önümüzü görmeden darbe hakkında bir fikir yürütmeyi de uygun bulmadık. Çeşitli yerdeki arkadaşlarla temaslarımızı geliştirdik. Sonra rahmetli Türkeş Bey'in teslim olmasına karar verildi. O teslim oldu ama biz teslim olmamıştık. Bizim teslim olmamız için çağrılar yapılmaya başlandı. Bir müddet Ankara'da kaldım. Herhangi bir yere gitmedim. O günlerde bana çok baskı yapıldı. İlla yurt dışına çık dışarıya git, diye. O imkanlar sahiptim, o zaman gidebilirdim. Böyle bir imkanım olmasına rağmen gitmedim. Yani bana illa dışarıya çık diyenlere de, ben bu şartlarda yurtdışına çıkmam, Türkiye'yi terk etmem, dedim. Terk etmedim, bilerek gitmedim. Ankara'da büro vardı, yılbaşına kadar bu büroda kaldım. O günlerdeydi, bir gece bizim evin etrafı sarıldı ve beni gelip aldılar. Röportajcılar: Rahmeti Türkeş'in teslim olması için istişare mi edildi? Muhsin Yazıcıoğlu: Belli yerlerle istişare ettiler.O günlerde benim de ilgim var. Yani istişare askeri mahfillerle vesairelerle değil, kendi hareketi içerisindeki kişilerle görüş alışverişinde bulundu ve o zaman, o görüşmelerin sonucunda, Rahmetli Türkeş Bey'in kanaati teslim olmak yönündeydi ve sonuçta teslim oldu. Röportajcılar: Rahmeti Türkeş, size telkinlerde bulundu mu; teslim olun veya yurtdışına gidin diye? Muhsin Yazıcıoğlu: Kendisi cezaevindeyken, ben dışarıdaydım. O zaman içeriden bana haber gönderdi, dışarıya çıksın, Türkiye'den gitsin diye. Rahmetli Türkeş Bey'in böyle demesinin sebebi, duyduğu kaygılardı. Çünkü, C-5 diye bir yerde sadece ülkücülerin sorgulanması için özel bir birim kurulmuş. Dolayısıyla hukukun icap ettirdiği hassasiyetlere uyulmayan, sadece ülkücüleri sorgulamak için özel bir birim kurulduğunu bildiği için, burada bazı partiyi suçlamak ve partinin olaylarla organik bağını oluşturacak bir takım deliller icat etmek şeklinde, hukuk mantığına aykırı sorgulamalar yapıldığını, işkenceler yapıldığını bildiği için kaygıya kapılarak haber göndermişti. Hatta ben kesinlikle Türkiye dışına çıkmam diye söylediğimde, bana işte haber alıyoruz, çok kötü işkenceler yapılıyor, bir takım provokasyonlara gidiliyor; bundan dolayı kaygıya kapılıyorum, diye haber göndermişti . Yani bize de işkence yapılacağı ve bu işkencelere maruz kalmamamız için terk etmemizi istemişti . Ama ben buna razı olmadım. Röportajcılar: Cezaevine girdiniz. İlk girişinizde sizin üzerinizdeki psikolojik etkileri ne oldu? Ayrıca direkt sormak istiyorum: Size, cezaevinde işkence uygulandı mı? Muhsin Yazıcıoğlu: Tabii... C-5 denen yere götürüldük. Ankara Atatürk Öğrenci Yurdunun önüne götürdüler. Beni aldıkları yerde gözlerimi bağladılar. Araba değiştirildi. Sonrada nizamiyeden geçtiğimizi fark ettim. Bilmediğimiz bir yere götürdüler. Daha sonra öğrendik ki; orası C-5 denen yermiş. Orada 26 gün kaldım. O dönem içerisinde çeşitli işkencelere tabi tutulduk. Gözlerimiz hiç açılmadı, bu dönem içerisinde bir sandalyede oturtuldum. Kollarım arkadan kelepçeli. Bir ot yastık boynuma konuyor. Akşam olduğu zaman sorguya alınıyorduk. Gözümüz bağlı olarak soyunduruluyor parmağımızdan ve uzuvlarımızdan cereyana veriliyoruz. Tavana asılı bir şekildeyken kollarımız üzerine kalas koyuluyor, sarılıyor ve tavana asılıyoruz .. Ayaklarımızın altında sandalye var. O şekilde cereyana veriliyoruz. Sandalye çekilerek sorgulanıyoruz. Orada bir kısım suçlamalara karşı karşıya kaldım. Ama daha sonra yüzleştiğimiz zaman suçlamalarından vazgeçenler oldu. Nedenini sorduğumda da, işkenceye dayanamadığımız için siz nasıl olsa dışarıda idiniz inandırıcı olmak bakımından sizin üstünüze ifade veriyorduk diyenler oldu. İşte bundan dolayı kaçmamakla, dışarıya gitmemekle ne kadar haklı olduğumu bir kere daha anlamış oldum. Çünkü yurt dışında olsaydım, üzerimize atılan suçlamalara cevap verme imkanım olmayacaktı ve dolayısıyla hareket töhmet altında bırakılacak suçlanacaktı. İşte, mesela bir Hicabi Koçyiğit diye birisinin ifadeleri vardı ki önceden özel belgeler hazırlanmış, özel olarak yetiştirilmiş, hareketi suçlanmak üzere görevlendirilmiş kişiler olduğu anlaşıldı. Bunlar mahkeme zabıt kararlarıyla tespit edildi. O bakımdan ben düşünüyorum; iyi ki o zaman dışarıya çıkmamışız. Suçlamaları direk cevap verme imkanımız olmuş, kendimizi savunma imkanımız olmuştur. Elbette işkenceler görülmüştür. Haksızlıklar, adaletsizlikler yaşanmıştır. Ama bu acılar, bu sıkıntılar bir neslin bir döneminin tecrübesi olarak kabul edilir. C-5'ten sonra cezaevine getirildik. İlk geldiğimizde kafes diye bir bölümü var, her tarafı demir parmaklıklarla çevrili bir yer. Etrafında nöbetçi askerler joplarla dolaşıyorlar. İlk girene rastgele eğitim yaptırıyorlar. Bu eğitim sırasında emret komutanım öğretiliyor. Uygun adım, yerinde say yürüyüşleri, marşlar öğretiliyor. Esasen bütün bunlar ilk cezaevine girişteki psikolojik şeyler, eğitimle yani kişinin şahsiyetini ezen, onun boyun eğmesini sağlayan, tamamen kişiliğini terk ederek teslim olmasını sağlayacak özel bir uygulama. Buraya giren her tutuklu kafesten geçiyor. Ben o kafese de alındım. Tabii oraya ilk girişimizde, bu tür uygulamalar karşısında direnç gösterdiğimizden epeyce hırpalandık. Arkasından B Bloktaki koğuşa gönderildim. Orada karıştır, barıştır uygulaması yapılıyordu. 57 kişilik bir koğuş, 7 kişisi ülkücü görüşe mensup, geri kalanı sol görüşe mensuptu; üç ay orada kaldım. Ondan sonra A Blokta tecrit hücresine götürüldüm. Bu dönem içerisinde de sıkı bir kontrol vardı . Dışarıyla haberleşmek yasaktı. Gazeteler sansürden geçerek veriliyor ve kitap yasağı vardı . Uzun mücadeleden sonra ancak cemaat yaparak namaz kılma imkanına sahip olduk. O koğuştan tecrit hücresine götürüldük. Tecrit hücresinde 3 sol görüşlü ve bir de ben 4 kişilik hücrede kalıyorduk. Bir müddet o şekilde kaldım. Sonra 2 ülkücü 2 solcu kaldık. Sonra 1 solcu 2 ülkücü beraber kaldık. Beş buçuk yıl dolayısıyla tecrit hücresinde kalmış oldum. Daha sonra koğuşlarda artık ayrılmıştı. Sağcı solcu diye ayn ayrı yerlerde kalır hale gelmiştik. O şekilde cezaevinde kaldım. Cezaevinde istiklal marşı terbiye aracı olarak kullanılıyor. O bizim çok sevdiğimiz milli marşlar terbiye aracı olarak kullanılıyor. Böylece aslında bizim açımızdan son derece ezici oluyordu. Bir yandan sevdiğimiz marşları söylemek istiyoruz ama bunları bir baskı aracı olarak kullanılmasına da tepki gösteriyorduk. İşte İstiklal Marşını söyleyecek misiniz, söylemeyecek misin . . . Solcular tepki gösteriyorlar, söylemek istemiyorlar, biz İstiklal Marşını söylemek istiyoruz ama böyle bir job tehdidiyle marş söylemeyi de içimize sindiremiyoruz. Böylesi bir çelişkinin meydana getirdiği psikolojik tahribatı da tahmin etmek lazım. İşte ailelerimiz ziyarete geldiği zaman onların ziyaretlerine çıkarken uygun adım yürüyüşüyle çıkıyoruz. Tek kişi yanında bir asker uygun adım marş. Rap rap o şekilde gidiyoruz. Görüş kabininde elleriniz arkada, hazır olda duracaksınız, babanızla öyle konuşacaksınız ve ben bunları yapmadığım için, yapmak istemediğim için ailemin ziyarete gelmesini yasakladım ve ailem hiç ziyarete gelmiyor. Ancak daha sonra bayramlarda açık görüş izni verildi. O açık görüşlerde ailemiz geldi. Onun dışında ben genellikle ailemin gelmesine karşı çıktım, istemedim. Çünkü o tarzda bir ziyaretçi kabinine gidişi, görüşü o aşağılanmayı çok ezici buluyordum. Gitmeyince bu defa kitabınız geldi, kitabınızı alamıyorsunuz. Sivas'tan bir kitap getirmek için sadece ağabeyimin gelmesi gerekiyor. O zaman da onlara diyorum ki "gel kitabı getir, ama görüşme", görüşmeden gidiyor. Sırf kitabı getirmek için geliyor kitabı getiriyor görüşmeden gidiyor. Yani orada ister istemez bu metot, bu usuller ezici tahrip edici oluyorlardı. Mahkemelere çıkarken uygun adımla gidiyoruz mahkeme esnasında oturduğumuzda birbirimizle konuşmamız, arkaya bakmamız yasak. Bakmışsak numaramız alınıyor, akşam geldiğimizde cezalandırılıyorduk. Mamak şartları böyle... Röportajcılar: Arkadaşlarınız cezaevinin şartlarından nasıl etkilenmişlerdi? Muhsin Yazıcıoğlu: İlk cezaevine girdiğim zaman, arkadaşlarımız üzerinde psikolojik bir baskı oluşturulmuştu. Kimileri oturmuş, itirafnameler yazıyor . . . Dedim ki "herkes yapmış olduğunu anlatabilir, söyleyebilir; ama bir başkasına iftira ederek başkasının üstüne suç yükleyerek, sadece sorumluluktan kurtulma gayretine kimse girmemeli. " Zaten suç yükleyerek sorumluluktan kurtulmak isteyen kişi adaleti de yerine getirmiş olmaz, yargıya da katkısı olmaz. Bu nedenle ilk işimiz baskı ile psikolojisi bozulmuş olan arkadaşlarımızın bu durumdan kurtulmalarını sağlamaktı. Cezaevinde hepimiz gelen parayı ortaya koyuyorduk, birlikte yiyorduk. Parası gelmeyen, ailesinin para gönderme imkanı olmayan arkadaşlara ortak harcamalardan istifade etmesini sağlıyorduk yani herkes parasını ortaya koyuyordu. Bir bardak çay içilecekse, herkes bir bardak içiyor, bir elma yenilecekse, herkes bir elma yiyordu. Yenilmeyecekse kimse yemiyordu. Yalnız benim param geliyor, ben ayrı yiyeceğim diyen varsa, ona da müsaade ediyorduk. Ama benim param gelmiyor, ben ayrı yemek istiyorum diyene de müsaade etmiyorduk. Böyle bir ortam oluşmuştu. Röportajcılar: Sizin ve diğer Ocak başkanlarının cezaevinde olması arkadaşlarınız için bir moral kaynağı mıydı? Muhsin Yazıcıoğlu: Tabii ki, yaşadıkları baskılar zorluklar, cehennemi andıran ortam büyük bir psikolojik tahribat meydana getirmişti. Büyük bir yıkım meydana getirmişti ve arkasından bizim gibi kişilerin oraya girmesi ister istemez bir moral kaynağı olmuştu. Hepimiz gittik. Hasan Çağlayan, Yaşar Yıldırım, arkasından ne kadar ocak başkanı varsa orada ister istemez bir moral bozukluğuna sebep oluyor. Ama bir yandan da moral kazandırıyor. Herkes içeride ne olur ne olmaz, işte burada ne yapacağımıza karar veriliyor. Ne yapacağımız belli olur diye moral kaynağı olur. İçeriye girdiğimizde gördük ki biz dışarıda iken her şeyimiz içeriden takip ediliyormuş. Mesela başkanım sizi Çankaya botanik parkında görmüşler diyorlar. Dışarıda olduğumuzda da bu kadar rahat haberleşebiliyor, birbirimizden haberimiz oluyordu. Röportajcılar: 2.5 metrekare içinde bir hücre, yaşamayanın tahayyül dahi edemeyeceği bir ortam. Bu ortamda geçen 24 saatinizi bize tasvir edebilir misiniz? Muhsin Yazıcıoğlu: Hücrede kaldığımız dönemde, öncelikle hücrenin iç hukukunu belirlerdik. Dedim ki "mesela benim ibadete ihtiyacım var, sizin de volta atmaya ihtiyacınız var. Dolayısıyla ben ibadet yaptığımda siz oturun" zaten oturmaktan başka çareleri yoktu. Bir adım bile olmayan yerimiz var. 2.5 metre karelik bir yer; bir bölümü tuvalet, banyo olarak kullanılan yer var, içerisinde böyle bir ortamda kıbleye döndüğümüz zaman zor secde edebilecek bir alan kalıyor. Bir de bu anlamda ben ibadetimi yaparken, diğerleri kitaplarını okuyorlardı. Tabi bende onların 2.5 adımlık voltalarına imkan vermiş oluyordum. İçeride kendi hukukumuzu koyduktan sonra, birlikte yaşamanın yolunu bulduk. Sabah altıda kalkılıyor, çorba yapılıp içiliyor, sayım yapılıyor sayımdan sonra eğitim vardı. Eğitimde kitap okunuyor bütün hücreler dinliyor. Tutuklulara avazı çıktığı kadar bağırtılarak, kitap okutuluyor. Çoğunlukla gönüllü birkaç kişi vardı. Onlar yüksek sesle okurdu. Kitap okuyan kişi içine yaylalardan bir iki katar, köylerdeki tarla davasından bildikleri hatıraları katar öyle okurlar. Sözde eğitim. Tabii genellikle üniversite okuyan, üniversite bitirmiş öğrenci olan kişiler burada kalanlar. Belli bir fikir düzeyine sahipler.Tarih bilgisine sahipler. Aslında oradaki kitaptan bağıra bağıra okunan şeylerin çok üstünde bilgi düzeyine sahip kişiler olduğundan bunun bir faydası yok. Eğitimi takip eden askerler kitapta ne yazdığını bile bilmiyorlar. Bunlar okunur öğlen vakti olur, yemek gelir, o yenir. Ranzada oturuyorsanız ilk günlerde müsaade alarak oturursunuz. Ayaklarınız yere değecek sırtınızı arkaya yaslamayacaksınız. Elleriniz dizlerinizin üstünde dik oturacaksınız. Hücrelerin içi görünüyor şeffaftır. Dolayısıyla ranzadan bakarak böyle oturup oturulmadığı kontrol edilir. Özel bir kitap okuma imkanımız yoktur. O sebeple bunlarla meşgul olunur. Öğleden sonra 45.dk., bazen 15 dk. havalandırma yapılır. Orada da koşu yaptırılır. İçeriye geldikten sonra saat 4'de yerinde say, uygun adım marş derler biz Eskişehir marşı söyleriz. Sonunda İstiklal Marşı söylenir, dağıtılır. Akşam yine sayım yapılır saat 10'da da yatılır. Ayakta kimse kalmayacak. Tabii bizim namazlarımızı kılma imkanımız her zaman olurdu. Kur'an-ı Kerim okuma imkanı da vardı. Kalan zamanlarda onu değerlendiririz. Bir müddet sonra bazı kitapları serbest bıraktılar. Serbest bırakılan kitapları okuduk. Tabi bu arada pek de istemediğimiz kitaplar gelirdi. Ben izin almıştım; hücrelerin olduğu tecrit bölümünde, pencerelerin önünü kütüphaneye dönüştürmüştük. Asker hangi kitabı isterse onu veriyor okuduktan sonra teslim ediyorduk. Bazı kişiler bunu istismar ettiler. İşte kitapların içine not koyup bir müddet sonra başka koğuştan biri o kitabı isteyerek haberleşme aracı yapılıyor diye yasaklandı. Sonra herkes dışarıdan getirttiği kitapları, sansürden geçmiş kitapları, okumaya başladı. Bir müddet sonra gazeteler serbest bırakıldı. Ama biz bir gazete alabiliyorduk. O zaman Tercüman gazetesi alıyorduk. İkinci gazeteyi alamayışımızın nedeni maddi imkansızlık. Biz bir gazete alıyorduk Tercüman, sol görüşlüler de Cumhuriyet alıyordu. İlk günlerde ben okuyordum Tercüman'ı, hiçbir şey demeden onların önüne atıyordum. Onlarda hiçbir şey demeden Cumhuriyet'i bizim önümüze atıyordu. Böylece iki gazete okuma şansımız oluyordu. Röportajcılar: Duruşmalara nasıl hazırlanıyordunuz? Muhsin Yazıcıoğlu: Savunmalarla ilgili belge, bilgi istediğimiz zaman avukatlarımız vasıtasıyla getiriliyordu. Onlara istediğimizde sahip oluyorduk. Savunmaları kısıtlayacak bir şeye girişilmiyordu. Savunma notları savunma belgeleri avukatımız tarafından getiriliyor inceleniyordu içeride. Savunmaya tabi ise bize veriliyordu böylece dosyalarımız üzerinde hazırlık yapıyorduk. Kendimizin ve başkalarının ifade tutanakları, mahkemede avukatlarımız vasıtasıyla bizlere aktarılıyordu. Röportajcılar: Cezaevinden tahliyeler size moral kaynağı oluyor muydu? Muhsin Yazıcıoğlu: Her cezaevinden çıkan kişi hiç şüphesiz bir moral kaynağıdır. İçerinin psikolojisini dışarıya aktarma imkanıdır. Bizler sol görüşlüler gibi her olumsuzluğu dışarıya yansıtmıyorduk. Olumsuzlukları dışarıya yansıtmadığımız için ailelerimiz tepki geliştirmesi, eylem yapması veya herhangi bir yola başvurması mümkün olmuyordu. Bizimkiler genellikle sabır, şükür, secde halinde oldukları için içerideki acıları kendisi yaşıyor ama dışarıya yansıtmıyordu. Bu bir kültür meselesi. Biz böyle bir kültüre sahibiz. Halbuki sol görüşlüler vaziyeti olduğu gibi hatta abartarak dışarıya aktarıyorlardı. Bizimkiler olanları bile gizliyordu. Sebep ailelerimiz üzülmesin, merak etmesinler diye. Solcular ise dışarıda ailem bilmeli ve eylem yapmalı diye düşünüyordu. Böyle bir zıt kültür söz konusu. Bundan dolayı yurt dışından insan hakları komiteleri gelerek bir takım araştırmalar yapıyorlardı. Bizim arkadaşlarımız bu insanlarla temas kurdukları zaman Türkiye'yi yabancılara şikayet etmeyi gururlarına yediremiyorlardı . İşkenceleri olumsuz şartları söyleyemiyorlardı. Halbuki sol görüşlüler bu durumları dışarıya aileleri vasıtasıyla yansıtıyorlar; Avrupa Derneklerinin Türkiye'ye gelip araştırma yapmasını sağlıyorlardı. Bize soran kimse olmuyordu. Cezaevlerinde biz solculardan daha fazla işkence görüyorduk. Bunca zaman ailelerimiz bile çocuklarımıza işkence yapılmıyor diye düşünmüşlerdi. Çünkü biz bunların hepsini sakladık. Gizlememizin sebebi haksızlığı örtmek değildi, Türkiye'yi dışarıya şikayet etmek, dışarıdan medet ummak, milliyetçiliğimize aykırı gibi geliyordu bize. Haysiyetimize dokunuyordu. Ama zaman içinde görüldü ki bu metot yanlış bu yol yanlış. Mesela zemin 1 -2-3 diye bir koğuş var. O koğuşta yatanlarda verem oluyordu. Genelde hastaneye o koğuştan gidiliyordu. O koğuşun insan sağlığına aykırı olmasından dolayı kapatılmasını istedik. Müracaatımız dikkate alınmadı. Bir gün Sayın Evren konuşma yapıyor Erzurum'da. Bize de hoparlörlerle dinletiyorlar. Avrupa İnsan Hakları ülkemize gelip ne hakla denetleme yapabilir diyor. Fakat o konuşma yaparken komiteler cezaevini geziyorlar. Bu sırada bir arkadaşımız mazgaldan Almanca zemin 1-2-3'ü inceleyin orada insan yaşayamaz, diyor. Mazgal açtırılıp arkadaşımız alınıp birlikte zemin 1 -2-3'e gidiliyor. Yapılan incelemede burada insan yaşamaz, denerek koğuş kapattırılıyor. Koğuşta bulunanlar 45 dakika içinde başka koğuşlara aktarılıyor. O zaman anladık ki bazı şeyleri örtmenin kapatmanın anlamı yok Devletimizin idarecileri, cezaevi yöneticileri dilekçelerimizi dikkate almıyorlar fakat dışarıdan gelen bir heyet 5 dakikada meseleyi çözüyor. O zaman milliyetçilik düşüncesiyle aman devletimizi zaafa uğratmayalım düşüncesiyle bu yanlışlıkları örten arkadaşlarımızda tam tersi bir tepki başladı. Bizim arkadaşlarımız da açlık grevi yaptılar ve tepkilerini dışarıya yansıttılar. Röportajcılar: İdamlar infaz edildiğinde cezaevindeki ruh haliniz nasıl olurdu? Muhsin Yazıcıoğlu: Tabi ki infaz cezaevinde çok büyük bir üzüntüye sebep oluyordu. Bizim dokuz arkadaşımız idam edildi. Her idam cezaevinde büyük üzüntüye neden olmuştur. İdam cezaları infaz edildiğinde bütün koğuşlarda Kur'an okunarak hatim indirilirdi. Hatim duaları yapılırdı. O şekilde acılar hafifletilmeye çalışılırdı. Onlara dua ederek vazifemizi yerine getirmeye çalışırdık. İdamlar deyince, Mamak cezaevinde bulunduğum sırada Ali Bülent Orkan bana küçük bir not göndermişti . Notta; ağabey benim infazım bir hafta daha ertelendi çok sevinçliyim. Ancak bu sevincim dünyada bir hafta daha kalacağım için değil, yeni başlamış olduğum hatimi bitirememiştim. Şimdi o hatimi bitirme fırsatı bulduğum için sevinçliyim diyordu. Onlarda bu şekilde kendilerini hazırlıyorlardı. İdam cezası almış olanlarında psikolojisini ortaya koymak bakımından bu hatıramı önemli buluyorum. Röportajcılar: Cezaevinde bulunduğunuz süre içinde hareketin bir muhasebesini yaptınız mı? Muhsin Yazıcıoğlu: İnsanlar o tür ortamlarda kendi geçmişinin, mücadelesinin, fikirlerinin muhasebesini yapma imkanı buluyordu. Nerede yanlışlıklar yapıldı, hangi olaylar ülkemizin yararına veya zararınaydı, buralarda bir suistimale uğradık mı, gibi muhasebeler elbette yapılmıştır. Orada okuduklarınız ufkunuzu açıyor, tefekkür imkanınız olduğu için kendinizi dinleyebiliyorsunuz. Kendi ruh derinliklerinizi sentezleyebiliyorsunuz. Bunlardan dolayı bir muhasebe yapabilme şansınız oluyor. Bazı arkadaşlarımız fikri tepkiler koydular, fikri ayrılıkları ifade ettiler. Böylesi bir ortamda fikirlerin sorgulanmasına engel olunamaz. Fikirler sorgulanır. Ben bunu tahrip edici bir çatışmaya dönüştürmeyi hiçbir zaman faydalı görmedim. Elbette insanlar kendilerini, fikirlerini sorgulayacak ve sorguladıkları düşünceleri de ifade edecekler. Katılmadığı görüşler varsa tartışmaya açacak. Bunları gayet doğal görmüşümdür. Fikirler aynı değildir, fikirlerimizde bir gelişme olmuştur. Bu da gayet doğaldır. Ama benim fikirlerimi sevmemde bir kırıklık olmamıştır. Tüm fikirlere baştan beri açık olmuşumdur. Röportajcılar: Siz uzun yıllar cezaevinde kaldınız ve bu cezaevi hayatı sırasında dışarıda bulunan ülküdaşlarınızın tavırları ne oldu? 12 Eylül'den sonra ortaya çıkan bir çok siyasi kuruluşun teşkilatlanmasında ve yönetiminde yer alarak siyasi faaliyette bulundular. Ayrı ayrı siyasi kuruluşlarda yer almanın oluşturduğu bu dağınıklık görüntüsünün sebebi sizce nedir? Muhsin Yazıcıoğlu: Cezaevinde olduğumuz süre içinde 1983'e kadar çok öyle farklı fikirler, siyasi oluşumlar olmadı. Ancak 1982 Anayasa'sı kabul edildikten sonra siyasete yeni isim verilmeye başlanınca dışarıda bir takım tartışmalar olmaya başladı. Bana da avukatlarım vasıtasıyla teklifler, talepler geldi. Ne dersiniz, ne yapalım, ne edelim diye. Ben dışarıdaki oluşumlara yön vermeye hiç çalışmadım. Dışarıdaki arkadaşlar kendi iradeleriyle karar verirler dedik. Çünkü biz içerideki arkadaşlarımızın meseleleriyle ilgileniyorduk. Ancak o günlerde Anayasa oylamasında evet oyu verilmesini istemedim. Ama dışarıdakiler Anayasaya evet kampanyasına iştirak ettiler. Anayasalar kara tahtaya yazılıp çizilen şeyler değildir. Bir kere yazılır ama ciddi yazılır. Daha sonraları dışarıdakiler farklı siyasi yapılarda yer aldılar. 12 Eylül harekatını yapanlar siyasi yapıyı tek kol aralığı hizasına getirdiler. Vetolarla bir siyasi yapı kurdular. Bu vetolarla oluşturulan siyasi yapılar içerisinde herkes bulunduğu zeminde buldukları yere gittiler. Biz cezaevinden çıktığımızda dışarıda dağınık bir camiamız vardı. Kurulan siyasi parti camianın bütününü toplamaya yetmemişti. Bu dağınıklığın giderilmesi ve tekrar siyasi hareketin toplanması için ocak misyonundan gelmiş arkadaşlarla bir araya gelerek uzun tartışmalardan sonra Milliyetçi Çalışma Partisi içinde biz de yer almaya karar verdik. 12 Eylül döneminde suçlanan, cezaevinde işkenceye tabi tutulan değişik siyasi görüşlere sahip insanların daha sonra siyasetin içinde önemli görevler ifa etmelerine, milletvekili, bakan, parti lideri olarak mevcut siyasi faaliyetlerine devam ettiklerine şahit olduk. Röportajcılar: 12 Eylül gayesine ulaşabildi mi? Muhsin Yazıcıoğlu; 12 Eylül'ü oluşturan 70'li yılların siyasileridir. Siyasetin etkinliğini kaybetmesinden, yargının doğru işlememesinden, güven ortamının sağlanamamasından ve T.B.M.M'nin inisiyatif geliştirememesinden dolayı teröre zemin hazırlanmıştır. Gençlik aslında oluşturulan bu zeminin mağdurudur. Gençlik; 12 Eylül öncesinin mazlumu, 12 Eylül sonrasının ise mağdurudur. Bu dönemin bedelini Türk gençliği ödemiştir. Türkiye hala gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçebilmiş değil. Çoğulcu demokrasiye geçişte birçok kesintilerle karşılaşmıştır. 27 Mayıs ve 12 Eylül Türk demokrasisinin tökezlediği alanlardır. 27 Mayıs yaşanmış, bir Başbakan asılmış, arkasından da yıllar sonra kemikleri adadan getirilerek anıt mezar yapılmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerinin Başbakanı Demirel, daha sonra Cumhurbaşkanı olmuştur. 12 Eylül'ün sonuçları da ortada. Tüm bu darbeler Türkiye'de meselelerin çözümüne katkıda bulunamamıştır. Darbelerin çözüm olmadığı açıklıkla ortaya çıkmıştır. Darbeler neyi çözmüştür, hangi sorunlarımızı sonuçlandırmıştır ? Hiçbirini . . . Türkiye'nin kalkınmasında, toplumsal barışında, devlet-millet kaynaşmasında, Türkiye'nin çağdaşlaşmasında bu dönemlerin hangisinin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz? Dolayısıyla Türkiye bu darbelerden nasıl sonuç çıkarmalıdır sorusuna verebileceğimiz cevap darbelerin çözüm olmadığıdır. Türkiye darbelerle bir yere varamayacağını, bu ülkenin sorunlarını demokrasi düzleminde kalarak çözüleceği gerçeğini görmelidir. Yoksa tek kişi yönetimlerinin yukarıdan aşağıya, hukuku askıya alan reformist siyasi anlayışlarının ülkemizin sorunlarını çözemediğini darbeleri inceleyerek görebiliriz. Demokrasiyi ülkemizde insan haklarının güvencesi olarak görüyoruz. Ülkemizde; fikir hürriyeti, inanç hürriyeti, teşebbüs hürriyeti ancak demokrasi ile karşılanabilir. En kötü demokrasinin bile ihtilallerden daha iyi olduğunu öğrendiğimiz bir gerçektir. Sayın Genel Başkanım, bize zaman ayırıp sorularımızı cevaplandırdığınız için teşekkür ederiz.
·
654 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.