Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bu belki onu tüketebilirdi; fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek mukadderse bundan ne diye kaçmalıydı? Sen ve yağmur, başa dönemezsiniz. İnsanın en ölümcül yarası içinde anbean büyüyen gitme hevesidir. Ölmekle gitmek aynı şey; ne ölenlerin ne de kalbindeki ıstırap verici ağrı dinmek bilmediği için uzaklara gidenlerin geri döndüğünü bu dünyada gören oldu. Oysa gidenler her daim geç kalmıştır, gitmek derdine bir kez düşen için artık kalmak da yaradır. Sır sahibi olduğu için de zifiri suskun… Sanki hayata bir kere dokunmuş, dokunduğu o kısacık anda, üzerinde derin, acıtan bir iz kalmış, sonra zaman geçmiş ama acısı geçmemiş, zamanın iyileştirici marifetinden de umudunu kesmiş, aklına gelen her şeyi denemiş, bir türlü…. Artık geçeceğine dair bütün beklentisini kaybetmiş, o andan itibaren bir daha hayata dokunmaya cesaret edememişti. Eza sahibi. Eza sahibi olduğu için de yüzü ince hastalığa tutulmuş gibi solgun, gözlerinin feri sönmüş. İlle de bir gürültü olsun istiyordu bulunduğu ortamda, Kendi içindeki o tekinsiz sesi bastırabilmek için saçma sapan gerekli gereksiz demeden yerli yersiz diye düşünmeden elinden ne geliyorsa yapıyordu. … çok sevildiğini sanıp aslında hiç sevilmemiş olduğunu, kandırıldığını düşünen kadınlar kadar… Duygularım beni zehirliyor, bunu hiç kimse bilmiyor, iyileştiğim dediğim anda yeniden kanımı bulandıran lanetli bir döngüye hapsoldum ve bu sonsuzluk çemberi ölümden daha zor. Zerre kadar duygu kalmasın isterdim her yandan kuşatılmış zayıf kalbimin içinde. Keşke bir karanlığın orta yerinde öylece unutulup kalsaydım. Beklenenden erken gelen misafir gibi, kapıda beklerken ölüm, alelacele saçlarımı tarayıp güler yüzle buyur etseydim içeri. Oyalanmak için bir sebebim yoktu. Böylece hep genç kalsaydım, hep masum. Oysa şimdi kırık dökük bir yazgım var. Son birkaç gündür, kendime aynı soruyu sorup duruyorum. Akşam vakti çalan bir kapıyı dalgınlıkla açmanın bedeli herkes için bu kadar ağır mıdır? Arkadaşlarım beni tanımıyorlar, tanıdıkları, girmelerine izin verdiğim topraklardan ibaret; kendi güvenlik bölgemi belirleyen dikenli tellerin önünü görebiliyorlar sadece. Arka tarafta kimse ayak basmadığı için zamanla patikaları kaybolmuş, benliğimin karanlık ormanı var. İnsanın birkaç metre ötesini bile göremeyeceği sık bir orman; güneşsiz, ölü kuşlarla, kesik gövdelerle, ağlayan kayalarla, sahipsiz ve ürpertici seslerle dolu. Bazen o ormandan gelen tuhaf sesi duyanlar oluyor, bir şarkı mı yoksa acı dolu bir inleme mi olduklarına karar veremedikleri için duymamış gibi yapıyorlar, dertsiz başlarına dert almıyorlar. Böyle yaptıkları için onlara kızmıyorum. Bir başıma yaşamayı, hemen hemen öğrendim. Hemen hemen diyorum çünkü insan tek başına yaşayamaz. Yaşamak sandığı şey kendi küflü, rutubet kokan yalnızlığında, içten içe çürümek azar azar tükenmekten ibaret. Hayatın en acımasız taraflarından biri de en çok unutmak istediklerimizi bir gün mutlaka anlatmak zorunda kalmamız. Unutmak diye bir şey yok. Unutmak diye bir şey var. Unutmak diye bir şey var ya da yok. Bir yerden sonra o da anlamını yitiriveriyor. Kendi kendime ayna oldum, gördüklerime tahammül edecek gücü bulamayınca da paramparça ettim, söylemek o kadar kolay olmadı. Hiç kolay olmadı. Kendi sırrını parçalamak. Bir insana ve kelimelere inanmak, ama ekmeğe ve suya inanır gibi derin bir duyguyla inanmak, aklımın ucundan bile geçmiyordu artık. Uzun zamandır unuttuğum bir şeydi ve bu yüzden de onunla gitmek için başka sebebe ihtiyacım yoktu. Hiç umulmadık bir anda, insana ve kelimelere inanmak, bir hayata inanmaya başlamak.. Biri beni anlayarak özgürleştirsin, ruhumu serbest bıraksın alıkonduğu o daracık mahzenden. Biri beni anladığını söylesin ve bir çift kanat taksın yorgun omuzlarıma. Ayaklarımda derman kalmadı çünkü, kalbimde derman kalmadı. Deniz gören masa diye bir şey var bu hayatta. Insana son derece gösterişli, alımlı, cazip bir vaatte bulunuyor. Deniz görmek demek, burada kendini iyi hissedersin demek. Burada bir mutluluğa ortak olacaksınız demek.Bir ayrıcalık kazanıyorsunuz bu masaya yerleşerek. Sadece iyi günlerde değil, bir şeyler kötü gitmeye başladığında da ihtiyaç duyduğun teselliyi burada bulabilirsin demek. Birbirinizin yüzünde daha önce gördüğünüz iyiliği ve güzelliği artık bulamıyorsanız, hiç olmazsa dönüp denize bakarsınız türünden bir teselli. Bakışlarınızı kaçırmak isterseniz orada bir deniz var. Denize bakmanın insanın kalbini iyileştiren bir yanı var. Rüyada bile görsen böyle. Bir şeye başlamak için de, bitirmek için de iyi bir mahal burası. Deniz gören bir masa bulabilmek büyük şans bu hayatta. Ne kadar şanslı olduğumuzu düşünebiliyor musun? Sonu yokluğa çıkan şeylere gerekçe bulmak gerekmez. İki kişinin yan yana yürüdüğü yolda yokluk olmaz, yokluk tek kişilik bir marifettir. Akıllarını başlarına almaktansa savrulmayı, ne yaptıklarını bilmektense sürüklenmeyi, düşünüp plan yapmaktansa şaşkınlığa düşmeyi seçmişlerdi. Zaman içinde belirgin hale gelen o ilkeyi hiç sorgu sual etmeksizin mutlak bir itaatle kabul etmişlerdi: Anlatılmayan sorulmaz. Sabah yalnız başıma uyandım, dünyanın en hüzünlü şiir dizesiydi, sabah yalnız uyanmak. Gece yalnız uyumaktan daha hüzünlü.. Merhametli bulduğum her kadının yüzünün bir parçasını annemin hayalimdeki yüzüne ekliyordum. Unutmak diye bir şey yok; unutmak, varlığına inanç beslediğimiz uzak bir ihtimal olarak bizi ayakta tutuyor, o kadar. Bir şeyi çok derinden hissedip de anlatamamak diye bir dert vardı ve o derde düşen herkes gibi nefes almakta güçlük çekiyordu. Anlattığı vakit, neyin eksik, ne istiyorsun ki diye yadırganacağını, ayıplanacağını bildiğinden anlatmaya tevessül etmiyordu. Aileden birinin ölümüne bu kadar hissiz yaklaşmak, bu kadar kayıtsız kalmak bir çürüme belirtisi miydi? Kırgınlığım bazı şeylerin üzerini örtecek kadar çoğaldı, babamın beni bıraktığı ilk gece, o kadar gözyaşı döktüm ki hem ayrılığa hem ölüme kafi gelebileceğini düşündüm. O gece ve sonraki geceler birçok kere kefaretimi ödedim ben. Hayata bir borcum kalmadı. Babam annemin ölümünün ardından ne kadar sıradan yaşadıysa o kadar da sıradan öldü, sonradan yok olan mürekkep gibiydi hayatı; yaşadıkları çok geç kalmadan kayboluyordu. Nefesi bitti demişti birisi, ne garip bir bedenden nefesi çekince et yığınına dönüşüyor; o küçücük nefes hayatın kendisi oluyor. Annemi hiç görmedim, öksüzüm ben. Kimsesizliğin en iflah olmaz hali. İnsan öksüz kalınca, işi gücü hali vakti ne olursa olsun, öksüzlüğü yaşıyor. Her şeye sirayet eden, insanın ömrü boyunca üzerinden eksilmeyen bir hal bu. Annemle ilgili olarak ömrüm boyunca iki şey aradım; uygun bir yüz ve inandırıcı bir ölüm. Ölümüne üzüleceğim bir yüz istiyordum… Bir hayale o kadar ihtiyacım vardı ki içimi ısıtan her yüze kanmaya hazırdım. O yaştaki bir çocuk için, babasının evine fazla geldiğini düşünmesi kolay değil, çocuk aklımla anlıyordum, buna rağmen hiçbir şey yokmuş gibi kardeşlerimle oynuyordum saatlerce. Kendimce çok seversem, üvey annem de beni sever diye hayal ediyordum, olmadı. Sıska bir oğlan çocuğu bir eve neden fazla gelsin, içtiği bir tas çorba yediği bir somun ekmek. Sürekli bir şey istiyor demesinler diye, ilkokulda bana alınan kurşunkalemi, sonuna kadar kullanır, artık tutulamaz hale gelince bir parça daha uzasın diye tükenmez kalem kapağını kalemin arkasına takar, bir süre de öyle kullanırdım. Sonraları aklıma erdiğinde anladım, ona unutmak istediği şeyleri hatırlatıyordum.. Hayat neyse uzun yol odur. Giderken çevrene bak, kim sabırlı, kim açgözlü, kim kibirli, kim hakkı hukuku rızasıyla gözetiyor anlarsın.Uzun yol sana nerede, ne zaman, ne yapman gerektiğini öğretir.Uzun yol sana basireti, intizamı, insicamı öğretir. Zamanın kıymetini anlarsın, insan hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu, hak yiyenin elbet hesabını, ödediğini anlarsın. Uzun yol insanı terbiye eder, ıslah eder, günahına kefaret olur. Sonunda kavuşma ümidinin olmadığı yol, yalnızlık yarasına merhem olmaz. Bir sırrı merak ediyorsak, kendi sırrımızdan feragat etmeyi göze alıyorduk. Uzun yol bazen insanı suskunlaştırırken, bazen de tersine anlattıkça anlatmaya itiyor. Kötü biten hikayeleri anlatmanın en zor yanı, neresinden başlayacağını bilmemektir. Böyle hikayeleri anlatmak, her defasında, aynı kuyunun içine düşmeyi göze almaktır. Ucundaki kan kurumadan, hançeri tekrar tekrar kalbine saplamak gibidir. Hatırladıkça ellerim titriyordu, küçük nemli karanlık basık bir odada hapsolmuşum gibi nefesim daralıyordu, insan iyi biten hikayeleri hiç bitmesin diye her seferinde yeni yeni ayrıntılar ekleyerek küçücük anları bile süsleyip püsleyip anlatırken sonu kötü olanları, kelimeler ateş olup boğazını dilini dudağını yakacakmışçasına hızla bitirmek istiyor. Hatırlarını yaşanmamış saydıkça geçmiş hayatlarını da yok etmiş olacaklarını düşünüyorlardı, hafızamın lanetinden bu kadar kolay sıyrılacaklarını zannetmeleri, zavallılıktan başka bir şey değildi. Farkında olmadan dalgarın insanı sahildn uzaklaştırması gibi hayatlarımız arasındaki mesafe her geçen an biraz daha artıyordu. İnanmak istemedi,inanmazsa gerçek olmayacağını düşündü, inat etti, direndi. Ağladım mı? Onun gözleri de doldu mu? Kendini tuttu mu? Kendini tutmayı bırakıp da o da ağlamaya başlayınca, kan ter içinde kaçtığı gerçekliğin içine birlikte mi yuvarlandık? Orası karanlık. Bildiğimiz sözcükleri yan yana getirerek, art arda sıralayarak o anda yaşadıklarımızı anlatmak pek mümkün değil. Dünya, zaman hareket durdu bir süreliğine. Ruhun varlık üzerindeki ağırlığını ilk defa ayırt edebildik. Her şey durunca ortalığı kaplayan kör sessizliğin ortasında, içimizdeki bütün sesleri duymaya başladık. İnsanın kanı damarında dolaşırken, bir ses çıkarıyormuş, duyduk. Gözlerimizi her kırptığımızda bir ses çıkıyormuş, duyduk. Bilmem, sebebi yok. İlk gördüğümde benim evimmiş gibi gelmedi, ikinci kez önünden geçmek istedim. İkinci geçişimde daha dikkatli baktım bu sefer. Evet çok tanıdıktı ama yine de benimmiş gibi değildi. Bir eve benim evim diyebilmek için orada yaşamış olmak yetmiyormuş onu anladım. İnsanın aradan uzun yıllar geçtikten sonra evini ilk gördüğünde içinde bir nehrin coşkusuyla çağlaması gerekmez mi? Üzerinde duran karanlık bulutların bir anda dağılması gerekmez mi? Tam o an çok sevdiği bir şarkıyı duyar gibi olmaz mı? Bana öyle olmadı, hiçbiri olmadı. Kendini anlatabilmek diye bir hurafe var, işimize geldiği gibi körü körüne inanıyoruz. Bu dünyada kim kime kendini anlatabilmiş ki? Hayatın bir döneminde farkına varmadan kendi ayaklarımızla düştüğümüz ecel gibi bir yer var. Yeteri kadar sevilmemiş insanlar gibiydi; yeni tanıştıklarının çok sevmesi için özel bir gayret içine giriyordu. Cennete bahçe demek, cehenneme ateş demek cahiller içinmiş. Hiçbir şey o kadar basit değil, biz zanneiyoruz ki insan ölünce çürümeye başlar, doğru değil, insan doğduğu andan itibaren çürümeye başlıyor, insanı çürüten ölüm değil hayattır. Başkasından değil, kendimden biliyorum. Bense önüme çıkan kocaman uçurumları fark edemeyecek kadar dalgın yürüyordum, aptal biri değilim, sadece insanın ne kadar düşeceğine dair iflah olmaz bir merakım var. Nedense ölülerin bilmediği şey yok gibi gelir insana. Bazı şeyleri bilmek için ölmek gerekir diye düşünüyorsun. Bazen ölmek bilmeye kafi gelmez, bunu da anlayabilmek için ölmekten başka çare yok. Kafam dağılıyor, zamanın her şeyi tamir edeceği düşüncesini asla test etmemiştim. Pek çok şeyi zamana bırakıp iyileşmesini beklemeye ihtiyacım vardı. Şimdi en büyük şifa umudumu yitirdim, artık iyileşmek için zaman yok. Topu topu üç beş saniye uzunluğundaki zaman dilimi, uzadıkça uzadı, tenimizi yaşlandırdı, kalbimizi yordu, içimizi soldurdu. …cenaze evi adetlerinden en sık bilinen yükümlülüğü yerine getirerek, iki elini kucağında birbirine bağlamış, üzgün ve ciddi bir yüzle önüne bakmaya başlamıştı. .vefasız biri gibi anılmak gücüme gitmişti.. Ranzaya henüz uyanmıştım, uyandığımda gözlerimi evde açacağıma dair çocuksu bir hayale inandırmıştım kendimi, uyku tutmuyordu, sabaha kadar uyuyamamaktan korkuyordum, uyuyamazsam oradan kurtulamayacaktım. O korkular içinde dalıp gitmiştim, sabahleyin dışarıdan gelen gürültüyle hızlıca yerimden fırladım, bir baktım aynı yerdeyim, hayal mayal kalmamıştı, bir daha da hiç inandırıcı gelmedi. Orada kalmayı kabullendim. Şimdi aradan onca yıl geçtikten sonra evdeydim işte. Mutluluk için de her şey için de çok geçti. Bir ev versin istemiştim mesela; içinde onun da olduğu bir ev. Hayattayken buna gücüm yetmedi, öldükten sonra da zaten bütün bunların anlamı kalmadı, odadakiler içinde bir tek Jülide bunu anlayabildi, bakışlarından görebildiğim kadarıyla zaten bir tek o anladı, benim için yeterliydi. Ayak bastığı toprağın hemen altında yatan yıllar geçtikçe sayıları gitgide artan ölüler kalabalığını düşünmek İshak’ın yalnızlığını daha da ağırlaştırıyordu. Ölümü korkulması, uzak durulması gereken eziyetli bir son gibi değil de, bütün karmaşık düğümlerin çözülebilme ihtimali olarak hayal ediyordu. İnsan bir mezarın başındayken orada yatan kişiyi kaybetmiş olmaktan çok daha fazla şeye gözyaşı döküyor. Senelerdir görmüyorum, ölmesi hayatımda hiçbir şey değiştirmez sanıyordum ama şimdi babamla birlikte bir sürü şey kaybetmişim gibi hissediyorum, neleri kaybettin diye sorsan tek tek sayamam, ne olduğumu söyleyemesem de kaybettiğimi biliyorum. Kısa bir zaman sonra çiçeklerin yerini yabani otlar saracak, oradan geçenlere ölümün gerçek yüzünü hatırlatacaktı. Ayak dibindeki toprak parçalarını veda edermişçesine mezarın üzerine doğru sürüklemeye başladı. Mezarın sağını solunu babasına sarılmış gibi elleriyle düzelttikten sonra ellerini birbirine vurarak temizlemeye çalıştı.. Mezarlık duvarının yanından geçerken uzun uzun baktılar, vedalaşır gibi baktılar, bir daha hiç gelmeyecek gibi baktılar. Gülünce gözleri kısılan insanlardan zarar gelmez, diye düşündüm.. Bir yara dışarıdan olsa. Halk ona merhem çalar, benim yaram içerdendir, çare bilmem ne edeyim.. Tanıdıkça farklılaşan değişen bir yüzü var; gözlerinin rengi ilk tanıştığımız günlere nazaran farklılaştı mesela. Ağzı burnu bile ilk gördüğüm anlardaki gibi değil. Bunu kime söylesem inanmayacak bir insanın yüzü bu kadar kısa zaman içinde değişir miymiş hiç? Ama ben gördüm, günden güne başkalaşıyor, bir hikaye gibi akıyor yüzü. Sinirlerimin gerginliği uyanık durmama sebep oluyor.. Silecek, değiştirecek bir kudreti olmadığını görsün de acizliğini bilsin diye insanın yazgısı alnının orta yerine yazılmış.. Deliren, delirdiğini bilse dünyası zindan olurdu.. Yaz tatillerinde bir hevesle, babanın yanına gittiğim zamanlar, ailenin içine girebilmek için çırpınır, bu çırpınmalar, fayda etmeyince başımın çaresine bakmaya başlar, kendi kendime vakit geçirebilmek için türlü uğraşlar peşine düşerdim, bir sürü oyun icat ettim o dönemlerde; bazen olmadık eşyaları oyuncağa dönüştürüyordum bazen de kafamda kurduğum karakterlerle uzun uzun konuşmaya başlıyordum, dışarıdan birileri o halimi görüp de sen ne diye böyle tek başına yaban gibi duruyorsun? Dediklerinde babam, o öyle yalnız başına takılmayı sever, diye cevap verirdi, babam yanlış biliyordu; o yıllarda zannettiği gibi yalnız başıma takılmayı asla sevmedim.. Evdekilerin dünyasına sokulabilmek, küçücük de olsa bir yer kapabilmek için bir süre didindikten sonra karşılık göremeyince başka çarem kalmadığını anlayıp pes ediyordum, yalnızlık seçtiğim bir hal değil, ellerimle tırnaklarımla tutunmaya çalışıp tepetaklak yara bere içinde yuvarlandığım suyu çekilmiş eski bir kuyuydu. Hayatımda her şeyden daha fazla ağlamam gereken tek yer vardı, ağlayamadım. İnsan bazen her şeyin sonuna geldiği hissine kapılıyor. O andan itibaren ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle, eli kolu bağlanmış halde, son bir ümitle, dışarıdan gelecek küçük bir işaretin, çürümeye yüz tutmuş ruhuna yeniden can vermesini bekliyor, gücüm tükendikçe takatim kesildikçe mucizelere daha çok muhtaç oluyorum.. İnsan acı çekerken birilerini suçlamayı istiyor. Birilerini suçlamak içindeki yaraya iyi gelecek zannediyor. Ödediğim bedeller sahip olmanın kıymetini daha da arttırıyor. Birlikte birkaç ay ya da onlarca yıl geçirmiş olmak fark etmez, benim bir ailem vardı. Birbirlerini de, beni de sevdiler, ama uzun sürmedi. Eminim, çok daha uzun sürmesini isterlerdi, ellerinde olsa daha mutlu olmayı tercih ederlerdi, kimseyi suçlamamayı öğrendiğim anda garip bir hafifleme yaşadım. Kelimelerin de ayak sesleri vardır… Boş verince pişman da olmuyordum… İnsanın nereye gitmek istediğinin bir önemi yok, esas olan hayatın seni nereye çağırdığı.. Hafızamı bir kopuşla hayata tutunmayı başarabildim, ne kadar büyük bir çelişki? Bir kopuş, karşılığı hayata bağlanmak. Zaman zaman amaçsız, gelişigüzel rastlantılarla güçlenen bir tutunma. Kopuşu unuttuğun anda daha büyük bir lanete sürükleneceğini bilmek..
·
979 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.