Oysa, uzun süredir buralarda kimse kimseyi tanımıyor artık.Bir arayışın romanı Bin Hüzünlü Haz.
Arayış dedik ama ne aradığımızı, nerede aradığımızı, arayıp aramadığımızı da bilmiyoruz aslında. Bulmak istiyor muyuz orası da meçhul bir arayış bu.
Ve sonuç olarak metnin içinde şu cümle ile karşılaşıyoruz.
“Ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa...”
Amaç bulmaktan ziyade yolda olmak sanrım. Toptaş burada bizi bir yolculuğa çıkartıyor.
Toptaş romanlarında okura yol göstermek yerine sadece anlatır ve öyle güzel anlatır ki büyülenirsiniz. Dili ustaca kullanışı ve özenle seçilmiş kelimelerin yanyana getirildiğini gördüğünüzde hayran olursunuz. İşte okur da bu anlatının içinde kendi yolunu bulur veya yolunu kaybeder :)
Yalnız burada klasik bir roman anlatımı ile karşılaşacağını bekleyen okurlar bu konuda hayal kırıklığına uğrayabilir onu da belirteyim. Burada çok net bir şekilde postmodern bir anlatı vardır ve okur anlatının içine girdikçe metin de büyür.
Burada da roman kahramanı olarak bir kişiyi ön plana çıkartacaksak bu ismi anılan Alaaddin olacaktır. Bazen bir insan olarak karşımıza çıkacak, bazen aranılan kişi olacak, bazen tanrı, bazen umut artık okur onu ne olarak adlandırmak isterse o olacaktır. Karşımıza bazen bir sokakta, bazen bir otelde, bazen bir ormanda çıkacaktır.
Ve metnin içinde Toptaş yine yapacağını yapar okura şu söylemle;
"...bakılmasınmış benim böyle Alaaddin, Alaaddin deyip durduğuma; bu Alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir."
Buyrun işin işinden çıkın çıkabilirseniz :)
Alaaddin ismine baktığımızda aklımıza ilk olarak "Alaaddin’in Sihirli Lambası" gelecektir. Belki de yazar (ki muhtemeldir) okuruna işte sana sihirli lamba istediğini dile, ne aramak ne bulmak istiyorsan söyle demek istiyor da olabilir.
Bir diğer nokta ise romanın giriş cümlesi olan
"Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor"dur. Burada akıllara Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanı gelecektir.
Pamuk o romanında suç ile ilgili şunları yazıyor.
“...ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.”
Konuyu biraz da insanların suç işleme potansiyeline, suçsuz kimse yoktura getiriyorlar. Haksız da sayılmazlar hee ne dersiniz?
Anlatıcı da bu romanın ilk cümlesiyle suç işlemek için yola çıkıyor, sonra bir suçlunun peşine düşüyor, sonra da bir iç yolculuğa çıkıyor.
Burada da görüyoruz ki metinlerarasılık sıkça karşımıza çıkıyor. İlerleyen bölümlerde ise karşımızıa başka roman-masal kahramanları çıkıyor.
Kırmızı Başlıklı Kız’dan Kırk Haramilere, Don Kişot’tan Gregor Samsa’ya kadar bir çok kahraman ile karşılaşıyoruz.
Masal diyoruz ama gerçeği de yok saymıyor Toptaş. Suç işlemeye çıkarken veya suçluyu ararken günümüz insanlarının neredeyse tüm hallerini bize gösteriyor. Ormana giriyorsunuz karşınıza Kırmızı Başlıklı Kız çıkıyor ve yanında günümüz insanlarından birini görüyorsunuz. Masal ile gerçeği iç içe yaşatıyor bize.
Bir başka konu üstkurmaca terimi.
Romanın girişinde karşımıza çıkan
"Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum...” sözünü söyleyen Haraptarlı Nafi aslında olmayan biri. Ve metnin içinde ilerleyen sayfalarda da karşımıza çıkacak olan kurgusal bir karakter sadece. Bu olaya aslında Don Kişot’u okuyanlar veya Unamuno’nun Sis’ini okuyanlar aşinadır. Gerçekten var mı yok mu diye de okura araştırma yaptırırlar. Ben en çok Sis romanında Victor Goti karakterinin gerçekten var olduğuna inanmıştım :)
İşte eğer bu okuduğum romanları okumamış olsam veya bahsettiğim diğer karakterleri bilmemiş olsam bu roman da eksik kalacaktı benim için. Gerçi hala eksik sayılır ama olsun biraz biraz tamamlıyoruz böyle :)
Benim ikinci okuyuşum oldu bu. İlkinde hiçbir şey yazamamıştım çünkü gerçekten romanın içinde kaybolmuştum ve açıkçası tam manasıyla da metni idrak edememiştim. Şimdi ise biraz biraz otudu. İlk okumamın üzerinden neredeyse 3 yıl geçti demek ki bazı şeyler değişmiş :)
Kitap Toptaş’ın en zor ve gerçekten en son okunması gereken kitabıdır. Bu kitapla Toptaş okumaya başlayanlar gerçekten zorlanacaktır. Ancak şunu da belirtmem gerekir bu kitap edebiyat zevkinin doruklara çıktığı bir kitaptır.
Kitabın basılma hikayesi de ismi gibi hüzünlüdür aslında. Toptaş bu kitabı çokça yayınevine gönderiyor. Bir yayınevi ise şöyle bir cevap veriyor “Sen bunun etini, yağını, suyunu, tuzunu, baharatını o kadar çok koymuşsun ki, bir oturuşta yenmiyor’ dediler. Bir oturuşta tüketiliverecek yapıtlar istiyorlardı. Dehşete kapıldım. İyi yapıt, zaten edebiyat dışıdır. Yani edebiyatın o ana dek oluşagelmiş kurallarının dışına fırlamış bir yapıttır. Daha sonra edebiyata dönüşecektir.”
İşte bu metin de alışılmış kuralların dışında bir metindir. Yazıldığı yılı da dikkate alırsak gerçekten harikulade bir iş çıkarmış Toptaş. Farklı bir şeyler okumak isteyen, bazen şehirde, bazen ormanda kaybolmak veya kendini bulmak isteyen, daha doğrusu bilinmez bir yolculuğa çıkmak isteyen okurları bekliyor bu kitap.