Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

DTCF'nin iç yüzü
BİR FAKÜLTENİN İÇ YÜZÜ Ulus Meydanından Yenişehir’e doğru muazzam büyük caddenin üzerinde uzayan bir bina var. Alnında, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” yazılı. Hayran hayran bakıyorsunuz. Ne güzel bina, ne büyük söz. Hele bir de içeri girin. Korkmayın, çekinmeyin. Bu fakültenin içini, dışını ben çok iyi bilirim. Dört yıl orada bulundum. Ben size kılavuzluk edeceğim. Peşimden gelin. Büyük kapıdan giriyorsunuz; sola dönün. Burada talebeler hep soldan giderler, sağda solda sıralanmış tarihi eserleri, heykelleri gördünüz... Bunlarla fazla meşgul olmayın. Ben size canlılarını göstereceğim. Yürüyün. Şimdi merdiven dibindesiniz. Merdiven dibinde 34 erkek talebe var, yukarı doğru bakıyorlar... Acayip, bu da ne olacak ki demeyin! Ayıp değil, siz de bakın, bakıyorsunuz! Manzara enfes. Kız talebeler kısa etekleriyle kıvrana kıvra na yukarı çıkıyorlar; ta üst kattakiler dahi görünüyor. O anda ahlâkî duygunuz galip gelir, bir ... de değil de ilim müessesesinde bulunduğunuz aklınıza gelir de kızarsanız, serde de biraz şairlik varsa hemen birkaç mısra söyleyiverin: Merdiven dipleri rasathanedir Bak yukarı gökyüzü... Yıldızlarız ilim bir bahanedir. Çoktan oldu Holvudu aşağısı “Lojilerle” doludur her köşesi Şimdi merdivenlerden doğru yukarı çıkın. Karşıda gördüğünüz kalabalık yer kantindir. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin meşhur kantini... Bir sandalye bulabilirseniz hemen oturun ve şöyle etrafınızı temaşa edin! Ha... Bir sandalye boşaldı. Aman kimse kapmadan... Oturuyorsunuz. Karşı köşeye bakıyorsunuz: Bayanın birisi oturmuş dudağını boyuyor! Karşısında bir erkek... Sanki bayanın aynası... Yahut estetik mütehassısı. Şöyle yap, böyle yap... Ha... Çok güzel gibi direktifler verip duruyor. Yanınızdaki masada kalabalık bir grup. İki masayı birbirine birleştirmişler, erkekli dişili oturmuşlar. Masanın altında bir sürü çıplak pantolonlu bacaklar... Birbirine karışmış!.. İçlerinden biri fala bakıyor. Fincan falına... Gözlüklü bir çocuk elinde bir fincan tutuyor. Küçücük fincanın içinden karşısındaki bayanın merak ve tecessüsünü artıracak birkaç fakülteli lâf çıkarıyor. Dinleyiniz: “A efendim siz birini seviyorsunuz; uzunca boylu esmer bir çocuk.” Bütün gözler yanlarında oturan E. Şube si’nden uzunca boylu esmer çocuğa dikiliyor... Falan bakan çocuk, “O kadar yakında değil canım...” Bir gülüşmedir gidiyor. “O çocuk iyi kalpli bir çocuk; yakında mektup alacaksınız.” Hepsi (N)yi tebrik ediyorlar. Fakat kızcağız başka bir şey bekliyor. Gözleri falcı çocuğun gözlerinin içinde. Oğlan işi anladı. Fincanın içine eğiliyor; nihayet istediğini buluyor. “Bakın, bakın iki çift. Biri uzun, biri biraz kısa yan yana; o da sizi seviyor. Hele fincana bir bakın.” Sekiz kişi erkekli dişili hepsi de eğiliyorlar. Saçlar birbirine karışıyor... Hepsi bir ağızdan: “Aa sahiden...” Diğer biri daha heveslendi. Sarı saçlı kız: “Ne olursun kuzum bir de benimkine bak!” Fala bakan çocuk biraz nazlandı. Ama yine gönlü oldu. Kahveler geldi içildi. Sarı kızın fincanı kapandı. İçlerinden biri muziplik yaptı: “İki kişi bir fincanın altında nasıl kalabiliyorlar, açın şu fincanı, çocuklar bunaldılar ayol” dedi... Bu söz üzerine gülüşmeler kahkahalaştı. Sonra fincan açıldı. Oğlan derin derin düşündü, durdu. Baktı, içinden bir şey söyler gibi, okur gibi yaptı: “Efendim, efendim siz çok sıkılıyorsunuz.” dedi. San kız: “Hakikaten çocuklar bugünlerde çok sıkılıyorum.” Sebebi: “Yalnızlığınızdır. Sonra çok da hassassınız. Biraz da sinirli. Bilhassa geceleri... Bakın fincanın içi kapkaranlık, ortada bir tek çizgi, başka kimseler de yok! Soyadınızı değiştirirseniz bir şeyciğiniz kalmaz!” Evvelâ bundan bir şey anlamadılar. Sonra bir güldüler, bir güldüler ki, herkes onlara baktı. Yani hinoğluhin “evlenirseniz” demek istiyordu. Yırtık bir kız ayağa kalktı: “Biz soyadımızı değiştirmeden de evlenebiliriz... Ne demek bu... Hem kadını erkeğin hâkimiyetinden kurtardık diyorlar, hem de işte böyle. Evlenince yine erkeğin hâkimiyetine giriyoruz; onun adını kullanıyoruz.” Arkadaşları, bu nutka benzer isyankâr sözleri yarı ciddî, yarı alaylı tasvip ettiler. Alkışladılar; ihtilâlci bayan yerine muzafferane bir eda ile oturdu. Bu arada zil çaldı. Fakat duyan kim? Kendi adını muhafaza ederek evlenmek isteyen kız, yine ayağa kalktı: “Çocuklar var mısınız? Derslere girmeyelim, sinemaya gidelim.” Hepsi de çok güzel bir fikir; varız dediler. İçlerinden bir kız talebe: “Maalesef arkadaşlar ben derse girmeye mecburum. Doçent .... Bey derse gelmeyenlerin devam karnelerini imzalamıyor.” Yanındaki kız arkadaşı: “Hadi canım sen de .... Bey İyi adamdır, beni çok sever. Dün akşam yanında idim. Hani sana anlatmıştım ya... Yann evine gider, birlikte boş yerlerimizi doldurturuz” dedi ve mesele kalmadı. 5 kız 3 erkek hepsi birden güle oynaya, otura otura kırışan entarilerinin arkasını çeke çeke kalkıp sinemaya gittiler. Daha yakınınızda hemen önünüzde enteresan bir çift var, aman fırsatı kaçırmayın. Gelmişken görün bir neler oluyormuş! Çok hararetliler. Önlerinde bir kitap duruyor. Koman olacak galiba. Acaba ne romanı ki... Kafanızı biraz kaldırın. Gördünüz değil mi? D.H.L. l.Ca. adlı meşhur müstehcen kitabı. Biliyorsunuz değil mi? Bu kitabın neşrine Londra’da müsaade olunmamış. Paris’te neşretmişler. Tabi bizde neşrine, basılmasına müsaade olunmamak gibi bir şey yok. Biz İngilizler gibi mutaassıp mıyız?.. Nerede bir akıl harici, ahlâk harici kitap çıkarsa, realist diye, şaheser diye tercüme ederiz. Bu da onlardan biri. İç gıcıklama edebiyat serisinin bir numaralı şaheseri. Baştan başa şehvet sahneleriyle, çiftleşmelerle dolu... Tam D.T.F. kantininde okunacak, üzerinde münakaşalar yürütülecek bir eseri şaheser. İşte konuşuyorlar. Hatun bayılacak gibi konuşuyor: “Sizden alır almaz romanı odama kapandım; âdeta bir nefeste okudum. Yemeğe çağırdılar gitmedim. Vazife hazırlıyorum dedim. Çok ateşli, orijinal, realist bir eser... Beğendiğim yerlerin altını çizdim. İsterseniz size okuyayım olur mu?” dedi, erkek “Memnuniyetle...” Bayan okumaya başlıyor, siz de dinliyorsunuz. (Allah’ın yaratmaktan utanmadığını ben söylemekten niçin utanayım?..) Ne büyük söz değil mi? Arkadaşı başını salladı. Kız sayfaları çeviriyor, okumaya başlıyor, siz de dinliyorsunuz: “Sempati ve heyecanınızı bir kadınla paylaşıyorsanız onunla yatmalısınız; yapılacak yegane şey budur. Nitekim birisiyle mühim bir mevzu hakkındaki düşünceleriniz müşterek ise, yapılacak yegane şey, bu meseleden bahsetmektir. İnsanlar ar ve hayâ yüzünden dilini yutmamalıdır.” 14-15 sayfa daha çevirdi. Okudukça hararetleniyor, hararetlendikçe okuyordu: “Melors (romandaki erkek) bir lâhza sonra da elini onun omzuna koydu. Ve yavaşça, hafifçe sırtından aşağı beline doğru bir çılgın gibi okşamaya başladı. Konstans (kadın) bu müddet zarfında mendilini çıkarmış, gözyaşlarını kurulamakla meşguldü. Melors tatlı bir sesle; ‘Haydi kulübeye gelin’ dedi ve elinden tutarak onu kulübeye sürükledi. Masa ile sandalyeyi bir kenara çekti. Alet sandığından bir şilte çıkardı; yere serdi. Ayakta duran Konstans da sabit nazarlarla ona bakıyordu. Melors: ‘Uzanın şuraya’ dedi; sonra da gidip kapıyı kapadı. Kulübe derin bir karanlık içinde kaldı. Konstans garip bir itaatle şilteye uzandı. Bir lâhza sonra da büyük bir humma içinde vücudunda dolaşan ve yüzünü arayan bir el hissetti. Bunun akabinde yüzüne konan bir busenin hararetini duydu. Bir nevi hülya içinde imiş gibi hareketsiz duruyordu. Fakat bu hummalı elin elbiseleri arasında dolaştığını hissedince ürperdi. Bu becerikli el onun neresinden soyacağını biliyordu. İçindeki ipek kombinezonu sıyırdı. Eliyle tenini sıvazladı, göbeğini öptü. Bir lâhza sonra vücutları müthiş bir şehvet dalgası içinde birbirine kenetlendi.” Kız sinirli titrek parmaklarıyla 3-4 sayfa daha çevirdi. Hararetli bir sahne okumaya başladı: “Kadın ‘Pek fazla kalamam. Çünkü yemek saati geldi, 7,5’ta’ dedi. Melors, önce ona, sonra da saatine baktı, pekâlâ dedi ve kapıyı kapadı. Sonra küçük feneri yaktı. Yorganları hazırladı. Konstans’ı kendine doğru çekti; bir eliyle onu sımsıkı tutuyor, diğeriyle de vücudunu araştırıyordu. Aradığını bulduğu zaman Konstans onun derin bir nefes aldığını hissetti. Melors hayat dolu bir adamdı. Kadının çıplak bacaklarını okşayarak: Oh, ne güzel ve sıcak bir cilt, dedi. Konstans yüzünde onun yüzünün dolaştığını ve çıplak vücudunun vücuduna değdiğini hissetti. Gözleri yaşla doldu ve bacakları titremeye başladı. Melors ona üşüyor musun? diye sordu. Kadın: ‘Hayır’ dedi. Melors ona yeniden sımsıkı sarıldı. Yorganı başlarına çektiler. Erkek onun göğsüyle oynamaya ve uçlarını dilinin arasında ezmeye başladı. Konstans onun ince ve bir yılan kadar kıvrak vücudundan korkuyordu. Hele vücudunda dolaşan elleri bir mengene gibi her tarafını eziyor, çürük içinde bırakıyordu...” Kız romanın bu ateşli yerlerini okuduktan sonra erkek talebe bir of... çekti. Kızda artık takat kalmamıştı. Bitkin bir hâlde kalktılar... Erkek: “Kocatepe’ye doğru şöyle bir dolaşalım.” dedi; kız yavaşça; “Peki” dedi, çıktılar. Artık siz de iyice doldunuz, kalkıyorsunuz. Merdivenin başında bıyıklı bir oğlanla bir kız konuşuyordu. Kız; Şekerim biliyor musun ki bugün çok üzülüyorum... Niçin? Elindeki gazetede İtalyan Hariciye Vekili Kont Ciano’nun bir resmini göstererek; “Baksanıza zavallı adamı Mussolini idam ettirmiş” dedi. Bıyıklı oğlan: Bırak canım şu pis faşistleri... Hepsinin köküne kibrit suyu dedi... Kız: Öyle söyleme cicim; çok hoş ve sempatik adamdı, faşist olur mu hiç!.. İkinci Kısım Eskisi gibi beni takip edin, arkamdan gelin. Fakülteye tekrar giriyoruz. Müdahalesiz, sorusuz sualsiz... girip çıkanı az çok kontrol ederlerdi. Şimdi kaide değişmiş; giren belirsiz çıkan belirsiz! Sağ sol, ön arka kapıların hepsi açık. Kapalıçarşı gibi mübarek. Öyle ya hürriyete kavuştu; muhtariyetini aldı. Fakat bu devletin yeni istiklâline kavuşan bu teşekkülünün hudutları, sınırları da yok. (Tıpkı aziz direktörü gibi. Şevket Aziz Kansu) Gümrüksüz pasaportsuz girebilirsiniz. Bak işte çocuklar, içlerinde birçok tanıdıklarım var! Hukuk talebeleri... Tıp talebeleri. Yahu çocuklar burada işiniz ne? Vallahi abi yoruluyoruz da burada biraz eğleniyoruz, dalga geçiyoruz. Neylersin serde gençlik var. İçlerinden biri bana fazlaca yaklaşıyor. Belli ki bir şeyler söyleyecek. Vallahi abi diye söze başlıyor. Kulağıma eğilerek, “Dün bahçede voleybol oynuyorduk üst katlardan birinde masaların üstünde... şey... gölgeleri görünüyordu. Sinema perdesi gibi cama vurmuş. Bütün çocuklar bağrıştı. Hakikaten ... imiş. Sizi mahkemeye verirlerse bizi çağırın şahadet edeceğiz. Daha neler neler.” Eh çocuklar, mahkemede siz hayal görmüşsünüz derlerse ne diyeceksiniz? Çocuklar yaptığım bu şakaya inanıyorlar, camın arkasında o işler cereyan etmese, hakikat olmasa hayal olur mu? Gülüşüyoruz. Ayrıldılar. Merdiven dibine geliyoruz ama bu sefer yukarıya bakmak yok. Size manzara seyrettireceğim derken, 4 senelik tahsilimden oldum. Bu olmayası merdiven dibi beni mahveyledi. Kantine de uğramak yok. Hiç ağzınız sulanmasın, doğru işte rektörün odasının karşısındayız. Ankara Üniversitesi Rektörü Şevket Aziz Kansu. Hani ağızlarda sık sık dolaşan “o da komünistmiş” denen zat. Belki şaşacaksınız ama biz kendisine şu son günlerde yapılan hücumları haksız, yersiz buluyoruz. Şevket Aziz, Hasan Ali Yücel ve Falih Rıfkı Atay gibi musallat adamlardan değildir. Çekingen, yumuşak, hassas, şairane bir zattır. Kimseyi kırmak istemez, herkesi memnun etmek ister. Sertlikten, sivrilikten hoşlanmaz, müfrit değildir, müsamahakâr ve geniş adamdır. Belki de onun için olacak onun vatanı diğer vatanlarla kanşıverir; milleti, milliyeti diğer milletlerle kaynaşıverir, tıpkı “Aydınlık” dergisinde dünyamızı diğer yıldızlarla kanştınverdiği gibi.Amma, bu, vatansız, milliyetsiz, komünist demek değildir. Şüphesiz karar ve irade sahibi, kuvvetli, Türklüğünü tüm manasıyla duymuş bir vatanperver de değildir. İkisi ortası bir şey... Biraz sola doğru yürüyün, işte dekanın odası... Enver Ziya Karal, işte şu adam, idare memuru değil canım, dekanın ta kendisi... Evet çok genç, hem de inkılâp tarihi profesörü. Yani başımıza şapkayı ne zaman geçirdik, Lâtin harflerini ne zaman kabul ettik! Padişahı nasıl sürdük çıkardık; Hilâfeti ne zaman lâğvettik, Şark’tan Garb’a nasıl döndük. Şalvarı nasıl çıkardık, pantolonu nasıl giydik v.s. işte bunları okutur. Bunları okutmak için ak saçlı olması mı lâzım? Mamafih Enver Ziya çok zeki adamdır. Bakma sen “Akıl yaşta değil baştadır” derler. Ne hinoğluhindir o. Hasan Âli Yücel’in mantığını iyi hazmedenlerdendir. # Biraz daha sola yürüyelim! Aman ne güzel yerler camlar, camekânlar; sağda solda hasır iskemleler, karşıda umumî kütüphane bir cami gibi bomboş. Fakülte sakinleri hep kantindeler, gerisin geri dönüyoruz. Sağa doğru yürüyoruz. Tarih kısmı: Bu fakültede en ciddi şubelerden biridir. Burada sağa sola sapanlar, yabancıya tapanlar yoktur. Hocaları da ciddî adamlardır. Amma bir âfeti devran var. Şu bizim Atatürk’ün Âfet’i. Eskiden ilk mektep öğretmeni idi. Atatürk profesör yaptı. O ölünce rütbesi doçentliğe indirildi. Şimdi bilmem nedir, talebe mi? Yoksa fakülteye sami sıfatıyla mı gelip gidiyor, bilmiyorum?! Bir kat daha yukarı çıkıyoruz; sola dönüyoruz, uzun karanlık bir koridor; işte burası Yaşayan Diller Enstitüsü, İngilizce, Almanca, Fransızca, fakültenin en enteresan köşelerinden biridir. Yaşayan diller değil de yaşayan dünya, Holvud dünyası. Burada yalnız üç şubenin değil, bütün fakülte talebesi lisan dersleri için toplanır. Bir gürültü, bir cıvıltıdır gider. Konuşmalar, bağnşmalar, kaynaşmalar, fıkır fıkır kaynar... Bazen kızların (OO)lerine erkekler, erkeklerin (00) numaralarına kızlar girer. Ay! Ay! Kalabalıktan zaman zaman böyle hoş şaşkınlıklar olur. Dalgınlık canım, olağan şeyler. Burası bir âlemdir azizim!.. Pes perdeden şöyle hafiften erkekli dişili hep bir ağızdan türküler söylenir. Haftada bir defacık olsun Ankara Radyosu, mikrofonu buraya yerleştirirse, öyle sanıyoruz ki dinleyicilerini çok memnun etmiş olacaktır. Burada çat pat İngilizce, Fransızca konuşulur amma Freud’un anladığı manada, en evvel cinsiyete ait kelimeler ve cümleler öğrenilir. Koridor boyu egzersizleri bu kelimeler üzerinde yapılır. Freud gelip bu hâli bir görseydi, nazariyesine karşı beslediği iman daha çok kuvvetlenirdi. Zaten bu fakültenin diğer fakültelerden farkı da öğrenilenlerin, öğretilenlerin muhakkak amelî sahaya, hayat sahasına intikal etmiş olmasıdır. Doğrusu Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi her bakımdan işlek, hararetli ve hareketli yerdir. Esamesinin her yerde okunmasının sebebi de budur. Zavallı Hukuklu arkadaşlarımız, sallana sal lana kanun ezberleyeceğinize gelin de bir fakülte görün. D.T.C. Fakültesine yazılın... Burada ne üssü mizan var, ne eleme!.. Amma çalkalama var. Yaşayan dilleri, yaşayan dünyayı bırakıyoruz, karşı tarafa sağa geçiyoruz. Bu koridor üzerinde Çince, Hintçe, Frasça, Arapça, Türkçe (Türk Dili ve Edebiyatı), Çingenece ve kuş dilinden başka hepsi var! Evvelâ şu Çinceden söz açalım. İşte profesörün odası, İşte asistanın odası, işte talebenin odası, işte kütüphane! Evet bu şubenin bir tek talebesi var. Profesörü her ay yüzlerce lira alır, asistanı alır. Yalnız bu şube için yılda asgarî (25000) lira sarf edilir (o zamanın parası ile). Bir talebe asgarî 4 yılda mezun olacağına göre bir kişi için (100.000) lira! Bakın işte geliyor. Çincenin yegânesi... Sarı saçlı bir çocuk... Merhaba yüzbinlik... Kendine sarf olunan paradan kinaye ben ona yüzbinlik derim... Merhaba! Nereye böyle? Vallahi iş yok! Güç yok işte! Yahu şu hükümeti masraftan ne zaman kurtaracaksın? Acelem ne birader, rahatım iyi, kalmak yok! Askerlik yok! Mezun olsam ne yapacağım. Çince mi okutacağım! Dört senedir okuyoruz “Ç”sinden bile haberimiz yok... Allahaısmarladık... gidiyor. Karşımızda Hintçe var, o da öyle, bir tek talebesi var. Ecnebi profesörü var, asistanı var... Hey gidi yüzbinler! Hey gidi zavallı milletin paralan, Almanya’da varmış. İngiltere’de, Amerika’da varmış diye bizimkiler de onlara benzemek için işte böyle şeyler yapıyorlar. Sonra muhakkak Hintçe, Çince bilen birisi lâzımsa gönder Hind’e, Çin’e öğrensin... Zaten bu türlü şubelere giren talebeler de hiçbir yerde tutunamayan, dalgacı, aylakçı, asker kaçağı çocuklardır. Fantezi, lüks... desinler... Dostlar alışverişte görsün... İşte bizim arslanlann marifeti, Ankara’da leylî olmayan yüksek tahsil gençliğini altına toplayan bir tek çatı yok! Pansiyon yok! Genç münevver arkadaşlarımız tavan aralarında, bodrumlarda, abdesthane kenarlarında âdeta bir menfa hayatı yaşıyorlar. Vekâlete bir pansiyon açması için müracaat edildiği zaman tahsisat yok, para yok! diye bas bas bağrışırlar. Öte tarafta hiçbir işe yaramayan yerlere binler, on binler dökerler. Her ne ise fakülteden dışarı çıkmayalım. Daha göreceklerimiz var. İşte Hintçenin yanında Rus Dili ve Edebiyatı burada bir hayli sapık var. Bereket versin profesörü hem bilgi, hem karakter ve seciye bakımından kuvvetli bir adam. Kazanlı bir Türk... Talebe burada, bu en müsait yerde sola kaymaz. Fakat daha evvel sapıtanlar buraya girer tabi hepsi değil... Biraz ileride Arapça-Farsça. Bunlar daha ziyade Türk dil ve edebiyatına yardımcı şubelerdir. Şimdi karşımızda üzerinde bir hayli durmamız gereken Türk Dili ve Edebiyatı, Fakülte diliyle “Türkoloji”. Başında, Türkten başka her şeye benzeyen, orak gibi eğri ve ancak çekicin altında tava gelen meşhur “Yurt ve Dünya”cı Pertev Boratav var. Bu şube, şimdi milletvekili bulunan Tahsin Banguoğlu zamanında milliyetçi bir karakter taşıyordu. Boratav’ın sayesinde fakültenin kızıl köşelerinden biri hâline gelmiştir. Pertev’i gören budala sanır, şu Türkçü olsa ne çıkar, komünist olsa ne çıkar diyeceği gelir. Amma öyle değil! Gayet çalışkan, sinsi sinsi görünmeden, göstermeden iş yapar. Suyu saman altından yürütür. Kendisi halk edebiyatı ile meşguldür. Bilhassa halk şairlerinden Kızılbaş olanlar üzerinde fazlaca durur. Bektaşîlerin hayranıdır. Pertev Boratav’ın komünizme duhulünü kendisinin mektep arkadaşlarından bir zat, (Nihal Atsız) öyle anlatıyor: "Üniversitede talebe iken Pertev milliyetçi bir gençti. Fakat kızlara karşı zaafı fazla idi. Kimi görse âşık oluverirdi. Kendisi çirkin olduğu için kızlar daima onunla alay ederlerdi. Yanına ancak bir ey sormak, tercüme yaptırmak için yanaşırlardı. Böylece Pertevciğim bedbin oldu. Her bir şeyi inkâra başladı, aynı hisle komünist oldu.” Talebelerine o ruhu (Kızılbaşlığı) daha doğrusu ruhsuzluğu aşılamıştır. Bakın işte geliyorlar bıyıklı bıyıklı herifler. “Aldırma anam ne çıkar kudursun Karayel suları Hazar’da doğanın Hazar’dır mezarı” Nâzımvarî naralar atıyorlar. Biz de Hazar’dan bahsederiz amma, bizde Hazar’ın suları, dalgaları ağlar, onlarda kudurur. Bıyıklı bıyıklı herifler, sanki Stalin gibi. Bu ahbaplar şiirde Nâzım’a, kılıkta kıyafette Stalin’e benzemeyi en büyük hüner sayarlar. Bektaşînin şiirlerini ezbere bilirler. Allah’a inanan Müslüman milliyetçi bir arkadaş görürlerse bilmem hangi Kızılbaşın şu şiirini yüksek sesle okurlar. “Ne anan var, ne baban var benzersin a piçe Tanrı” ve arkasından kahkahalar. Edebiyat günlerinde, yapılan toplantılarda da kasten böyle şiirler okunur, okutulur. Yunus Emre gibi mübarek ruhlu, İlâhî şairlerimizi bile zorla toprağa çekerler, çamura balçığa karıştırırlar. Onun uhrevî, ebedî sesini fânileştirirler, maddileştirirler. Ellerine ne geçerse ete, kemiğe inkılâp eder, leşe döner. Bu fakültede M. Âkif için ihtifal yapılmaz. Bırak ihtifali, Çanakkale şehitlerini tarihlere, devirlere sığdıramayan bu adam, v.s. kabilinden edebiyat derslerine beş dakika içine sığdırılıverir. Çünkü Çanakkale bunlar için “tahtakaleden” başka bir şey değildir. Evet sayın okuyucularım. Bundan üç sene evvel ben bu fakültenin son sınıfında iken Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünü yapmak, bizler için canını cananını feda edenlerin aziz ruhlarını taziz etmek istemiştik. Bunlardan bir güruh önümüze çıkarak, “Tahtakale günü mü yapacaksınız?! Vatan için ölmüşler. Bir sürü zavallı budalalar” demesinler mi? Bu vaziyet karşısında deli gibi oluyor, ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Bu kadar körlük, bu kadar nankörlük, edepsizlik dünyanın hangi tarafında görülmüştür. Eğer onlar ölmeselerdi bugün biz bu topraklar üzerinde böyle gezip dolaşabilecek miydik ve.......oğlu.......ler bu türlü konuşabilmek imkânını bulabilecekler miydi? Fakültede her millî gün, her millî kahraman işte bu şekilde karşılanır. Milliyetçi talebenin tazyiki ile binde bir yapılan Namık Kemal ve Ziya Gökalp günleri kasten aksi bir zamana meselâ akşam tam yemek vaktine denk getirilir. Sönük geçmesi için elden gelen her şey yapılır. Pertev Boratav’ın yetiştirmeleri bu büyük adamların garabetlerine, tenakuzlarına işaret ederler ve böylece ihtifalleri tamamlarlar. Bitmedi
·
892 görüntüleme
Mehmet Emin Alperen Kılıç okurunun profil resmi
Merakımı celbetti, bulup okuyacağım. Çok teşekkürler.
İçtihat ve Telakki Azası okurunun profil resmi
Rica ederim, normalde bir kitabı 2den fazla okumam, Serdengeçti müstesna. Serdengeçti'yi 30uma yaklaştığım şu günlerde bir kere daha okuyayım istedim. 20 yaşında daha çok çekiyordu şimdi, şimdi itiraz ettiğim noktaları da çıkıyor ama yine de güzel adam.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.