Ali Suâvi Efendi, öyle bir şey yapmaya karar verdi ki, arkadaşlarının erişemedikleri en yüksek makamları kapabilsin... Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmaya kalkıştı...
Bu karar, Rus orduları, Yeşilköy’de büyük karargâhlarını kurdukları an tatbik edilecekti. Sultan Aziz’in hal’i Ali Suâvi’ye cesaret veriyordu ama, Sultan Aziz’i hal’ eden adam, Türk ordularının başı idi, üstelik yanına sadrâzamı, birkaç nâzır ve kumandanı almıştı. Ali Suâvi’nin Avni paşacılık oynamak için hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen işe girişti.
Bu sırada İstanbul’a on binlerce Balkanlı göçmen yığılmıştı... Ali Suâvi bunlardan birkaç yüzünü kandırdı. 20 Mayıs günü öğle üzeri, Sultan Murad’ın oturduğu Çırağan Sarayı’nı bastı... Bu yüzden bu olaya “Çırağan Vak’ası” da denir. Derhal yetişen ve sonradan müşîr olan Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa, elindeki sopayı Ali Suâvi’nin kararsız ve dengesiz kafasına indirdi. İlk bakışta onun şef durumunda olduğunu anlamıştı. İhtilâlci gazeteci derhal öldü. Ayrıca ihtilâlcilerden 23 zavallı göçmen öldü ve 15’i yaralandı. Olay iki saat içinde bastırıldı.
İki saat... Fakat âh o iki saat... O iki saatin cezasını Türk milleti çekti, hem de tam 30 yıl...
Zira Abdülhamid Han, bu vak’anın tesirini hiçbir zaman üzerinden atamadı. 3 ay içinde iki selefi padişahın hal’ edilmesini, amcasının feci ölümünü gören Sultan Hamid, hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmeyen bir şahsın öncülüğünde yapılan böyle bir darbe teşebbüsünden sonra, vehim ve kuşkusunu son derecede artırdı. Bu bakımdan Ali Suâvi’nin Türk milletine yaptığı kötülük pek büyüktür.
Ali Suâvi Olayı’nın sarsıntısını Türk milleti 30 yıl boyunca sırtında hissetti. Sultan Hamid’in şahsına bağlı gizli bir emniyet teşkilâtı kurması ile bu teşkilâtın “hafiyye” denen meşhur ve sevimsiz ajanları, ortalığı istilâ etti. Basın hürriyeti mahvoldu. Zira Ali Suâvi, mesleğine de ihânet ederek çok büyük bir halt etmiş, gazetesinin bir gün evvelki nüshasına manşette bir haber vererek bütün okuyucuların; yarın olacak çok büyük ve hayırlı bir işi beklemelerini bildirmişti. Hâriciye ve maârif nezaretlerinde sansür hey’etleri kuruldu. Basın hürriyeti yok oldu. Hattâ kitaplar, ancak bu hey’etlerin okumasından sonra basılabilir hâle geldi.
Sultan Hamid’in, bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesini aklı bir türlü kesmedi... Sadrâzam Sâdık Paşa’yı bunaltırcasına sıkıştırdı ve darbe teşebbüsünün arkasında hiç olmazsa bir iki nâzırın bulunması icab ettiğini söyledi. Bunalan Sadrâzam:
- Hiç biz yapsaydık, netice böyle mi olurdu? diye eblehçe bir cevap verince derhal azledildi...
Ali Suâvi darbesi başarılınca, bir işaretle karşı tarafa bildirilecekti. Bu işareti almadığı takdirde Suâvi’nin İngiliz hanımı, bütün evrakı yakıp kaçacak ve kocasının tevkif edildiğini anlayacaktı. İngiliz kadını bütün evrakı yaktıktan sonra limanda evvelce anlaştığı bir ecnebi gemisiyle Avrupa’ya savuştu ve bir daha asla Türkiye’ye dönmedi. Suâvi’nin evine geç baskın yapılıp gizli evrakın ele geçirilememesi; Sultan Abdülhamid’i pek çok kızdırdı ki, Sâdık Paşa’yı azletmesinin sebeplerinden biridir.
İşin içinde bir İngiliz kadınının bulunması, midelerimizi bulandırmaya kâfidir, şu sebeple:
Çağımızda CIA ve KGB neyse, o çağda ve asrımızın ikinci yarısına kadar “Intelligence Service” denen İngiliz Gizli İstihbarat Teşkilâtı o idi. Çalışması cihanşümûldü, her ülkede her mevkide adamlar arasında ajanları vardı. Mason locaları, bankalar vasıtasıyla nüfuz ederdi ve bunları kullanırdı. Çok büyük meblağda paralar harcardı. Dünyanın her ülkesinde darbeler, ihtilâller, sûikasdler hazırlayacak güçte idi. İmdi: Ali Suâvi Vak’ası, Midhat Paşa’nın düşmesinden ve Türkiye dışına atılmasından bir yıl üç buçuk ay sonradır. Bu müddet içinde Midhat Paşa Avrupa’da idi. İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere’yi gezdi. Paris ve sonra Londra’da oturdu. İngiltere devlet adamları ile görüştü. Türkiye’ye dönmek için onlardan teşvik aldığı kesindir. İngiltere ise Midhat Paşa’nın yönettiği bir Türkiye görmekte ısrar ediyordu. Sultan Aziz’in ve Sultan Hamid’in “halife” unvanlarına verdikleri ağırlıktan ve panislam politikalarından dehşetli ürküyordu. Zira İngiltere hükümdarı, Hindistan imparatoriçesi idi ama, Hindistan’ın on binlerce camiinde halife adına her cuma günü hutbe okunuyordu. Demek Hindistan’ın mânevî hükümdarı padişahtı. Dünyanın en kalabalık Müslüman cemaati Hindistan’da idi (bugünkü Pakistan ve Bengaldeş, Hindistan’a dâhildi). Müslüman nüfus bakımından İngiliz Hindistânı’nı Türkiye izliyordu.