Buddenbrooklar ile Cevdet Bey ve OğullarıThomas Mann ile tanışma kitabım olmasını istediğim Buddenbrooklar'ı okumaya karar verince Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları'nı bu kitaptan etkilenerek yazdığını öğrendim ve iki kitabı peş peşe okumaya karar verdim. Cevdet Bey ile Oğulları'nı on yıl sonra ikinci kez okuyuşumdu.
Buddenbrooklar bitince kendimce bazı
sebeplerden ötürü Cevdet Bey ve Oğulları'nı daha çok seveceğimi sanmıştım.Yanılmışım. Bu incelemede iki eseri kendi fikirlerime göre karşılaştırmak istiyorum.
Benzerlikleri:
İki yazarın da ilk eseri.İki yazar da bu eserleri yaklaşık yirmi beş yaşlarında yazmış.İki yazar da edebiyat çevrelerine göre bu eserlerden sonra daha başarılı eserler yazmışlar. İki roman da yaklaşık 60-70 yıllık bir zaman diliminde geçiyor ve bir ailenin 3-4 kuşağını anlatıyor. İki romanda da birinci katmanda kişiler; ikinci katmanda siyasi ve sosyal unsurlarıyla değişen toplum anlatılmakta. Buddenbooklarlar'da Meng Caddesi'ndeki ev; Cevdet Bey ve Oğulları'nda ise Nişantaşı'daki konak "aileyi bir arada tutan simge" adeta canlı bir karakter gibi duruyor. İki eserde de bir ailenin parçalanışı daha doğrusu savruluşu anlatılıyor.
İşte benim Buddenbrooklar'ı daha başarılı bulmam burada başlıyor. Kitabın alt metni "Bir Ailenin Çöküşü". Ama bu çöküş öyle pek de tantanalı olmuyor romanda. O kadar doğal anlatılıyor ki sanki olması gereken
"oymuş" gibi. Hiçbir sebep bize sıralanmıyor, hissettiriliyor sadece. "Evet toplumsal normlar değişiyor, bireysellik ön plana çıkıyor ve herkes farklı bir karaktere sahip olduğu için aileyi bir arada tutmak güçleşiyor" diye
düşünüyoruz. Tabii dağılmayı hızlandıran
ölüm, evlilik gibi doğal sebepler de var ama bu konular hayatın bir gerçeği olarak işlendiğinden asıl sebep gibi gözükmüyor gözümüze.
Hoşuma giden başka bir şey ise Mann'ın burjuvazinin kokuşmuş zihniyeti
ile alttan alta dalga geçişi oldu. Bunu da açık açık değil hissettirerek yapıyor.
Dikkatimi çeken bir bölüm vardı: Tony Buddenbrook, ikinci eşiyle evlenip
Hamburg'ta yaşamıştı bir süre. Buradaki
mutsuzluğunu açıklarken "Benim orada bir Buddenbrook olmamı hiç kimse önemsiyor" diye yakınıyordu. Bir Buddenbrook olmayınca Tony için hayatın anlamı da kalmıyordu. Hiçbir özelliği olmadan sadece soylu olduğu
için saygı beklemek...Bunu bulamayınca buhranlar geçirmek... Zaten ben yazarın saf kalpli ve iyi niyetli gibi gösterilen Tony karakteri üzerinden sığ insanlarla dalga geçtiğini düşündüm hep.
Romanda beklentimi karşılamayan bir konu var: Karakterlerin iç dünyalarını, psikolojik durumlarını az görüşümüz. Sonlara doğru Thomas ile Hanno'nun sıkıntılarını kendi
zihinlerinden okuyoruz. Bu durum çok hoşuma gitti. Keşke diğer kahramanları özellikle kadınları da bu şekilde okuyabilseydik. Eminim böylece çok daha etkileyici bir roman olurdu.
Mesela Gerda Buddenbrook çok ilgi çekici
bir karekterdi. Gösterişi sevmeyen, çevresindeki insanlardan hoşlanmayan,
müziği kendine zırh yapmış bir kadın.
Gerda anlatılırken müzigin (özellikle Wagner) arka fonda işlenmesi ayrıca hoşuma gitti. Güzel, soylu ve ahlaklı! olmanın kadınlar için yeterli olduğu bir çağda ve ortamda sanatçı ruhlu bir kadındı. Keşke daha iyi tanısaydık. Eşi Thomas bir keresinde "onu anlıyorum ama hissettiklerini hissedemiyorum" diye düşünmüştü. Bu uçurumu bir de Gerda'dan dinlemek isterdim.
Hanno, en iyi yansıtılan ve çöküşün son halkası olan kişi. Baskın bir baba, ilgisiz bir anne, aşırı korumacı bir dadı, hastalıklar ve büyük beklentiler... Trajik sonu daha doğduğunda bize hissettirildi.
İşte bütün bu "hissetme durumları"nı ben Cevdet Bey ile Oğulları'nda yaşayamadım. Her şey neden öyle olduğuna dair açıklanmak istenmişti. Cevdet Bey'in ölümü bir dönüm noktasıydı zaten. Somut olarak
hissediliyordu hep. Bu ölüme geri dönüşler yapılıyordu. Savaşlar, ölümler hayatı doğrudan değiştiriyordu.
Buddenbrooklar'a göre kahramanlarin iç dünyasını daha çok gördük ama "zamanın kendisi" kahramaların önüne geçti sanki. Belki de benim böyle hissetmeme sebep, bölümler arasında 20-30 yılık geçişler olmasıydı. Hiçbir kişiyi doğumdan ölümüne kadar izleyemedik.
Refik'in, Ömer'in, Muhittin'in "kendini arayan bunalımlı" hallerinden içim şişti.
Pamuk, bize sayfalarca bu üçlünün mutsuzluklarının sebeplerini kanıtlamaya çalışıyordu sanki. Çok fazla sürüyor bu kısım, çok uzatılmıştı bana göre. Bu kişiler üzerinden değil de Kurtuluş Savaşı'nı ve cumhuriyetin ilk yıllarını yaşamış, hızlı değişimlerin yıprattığı kişiler daha uzun anlatılsaydı ben daha çok severdim. Mesela Muhtar Bey'in bunalımları ve gözlemleri daha sahiciydi.
Ayşe: Tam doğruyu bulmak üzereydi, bir
İsviçre"ye gitti geldi bütün görüşleri değişti. Bu çok temelsiz, komik bir durum oldu.
Ahmet de bence çocukluğunu bilemediğimiz için yarım kalan bir karekterdi.
En başarılı bulduğum karekterler Cevdet Bey ile Nigan Hanım'dı, sığdılar ama tam çağlarının kişileriydiler, hiç sırıtmadılar.
Romandaki İstanbul atmosferini sevdim.
Thomas Mann'e göre Orhan Pamuk daha başarılıydı şehri anlatabilmek konusunda. Ayrıca tarihi olayları yansıtabilmesi de daha başarılıydı, diyologlar canlıydı. Konağın apartman soğukluğuna evrilmesi de hoşuma gitti.
Kemah'taki Alman mühendis ile yaşanan diyaloglar düşündürücüydü.
Sonuçta iki yazarı da genç yaşta böyle kapsamlı romanlar yazabildikleri icin başarılı buldum. İki eser arasında yaklaşık 80 yıllık bir edebiyat birikimi olduğu için Cevdet Bey ve Oğulları'na başlarken benim beklentim daha yüksekti. Bu yüzden ve yukarıda yazdığım sebeplerden Buddenbrooklar'ı daha çok sevdim.