Melodisi Olan HülyalarBruno Schulz, 1892-1942 yılları arasında yaşamış, resim ve mimarlık eğitimi almış, resim öğretmenliği yapmış bir yazar. Hayatını, yoksul ve kendi halinde biri olarak sürdürmüş, ta ki savaş esnasında, yaşadığı gettoda bir Nazi subayı tarafından öldürülene kadar. Ondan geriye iz bırakan iki eser, çok sayıda mektup, çizimler, ünlü eserler hakkında yazdığı eleştiri yazıları ve Kafka’dan yaptığı çeviriler kalmış.
Geride kalan iz bıraktığı eserleri: Tarçın Dükkanları ve Klepsydra Altındaki Sanatoryum. Bu iki eser ülkemizde Tarçın Dükkanları adı altında birleştirilerek tek eser olarak basılmış. Yine bu eserlerdeki kimi öykülerden oluşan bir öykü kitabı da Krokodil Sokağı adıyla basılmış.
Kitaba gelecek olursak: ilk bölüm Tarçın Dükkanları; burada bir çocuğun gözünden hayal yüklü fragmanlar izliyoruz (Tıpkı Babam ve Oğlum filmindeki küçük Deniz’in gördüğü hayaller gibi). Tamamen fanteziye dayalı, çocuk uçarılığında rüyalar bunlar. Dilin zenginliğiyle adeta uçan bir halıda seyahat ediyorsunuz. Öykülerdeki kişiler genelde aynı kalsa da öyküler birbirinden bağımsız. Anne, baba, Adela, işyerinde çalışanlar ve akrabalarla küçük bir kasaba yaşamını kendi fantastik dünyasından gören bir çocuk, olanda mantık aramanızdan ziyade kendi hayal ufkuna çekerek gerçeküstü bir maceraya sizi ikna ediyor. Bu hayal ufkunu besleyen yegâne malzemesi de tarçın dükkânları. Bunu şöyle açıklıyor; “… Poldwale’den veya çarşının dört bir yanının arka tarafında, sanki astarında olan karanlık sokaklarından birinden geçip de, gündüzleri unutulan, o kendine özgü, çekici dükkanların, bazen o geç saatte açık olduğunu anımsamamak işten değildi. Ben bunları, koyu kaplamayla kaplı oldukları için tarçın dükkânları diye adlandırdım. Gerçekten de soylu bir ticaretle uğraşan ve geç saate kadar açık olan bu dükkânlar, her zaman benim ateşli düşlerimin malzemesi olmuşlardı.” Bu açıdan bakarsak kitabın adının neden Tarçın Dükkânları olduğu da anlam kazanıyor.
İkinci bölüm Klepsydra Altındaki Sanatoryum ise; genel olarak daha olgun bir rüya düzlemine sahip. Çünkü Jozef N. artık büyümektedir. Ancak o hayalci kişiliği değişmez. Yine olanın ardındaki büyülü tarafla ilgilenen, gönlü heveskâr, farklı duyuşa sahip bir ressamın kelimeleriyle çizdiği resmi izlemeye koyuluruz, olağan aklımızı bir müddet kenarda dinlendirerek. Okur, Schulz’un dile hâkim bir ressam olmasının doyasıya zevkini yaşar böylelikle.
Yazarın biyografisine bakarsak, Kafka’ya ilgi duyduğunu ve ondan çeviriler yaptığını görüyoruz. Babasıyla kurduğu enteresan bir ilişki var, daha doğrusu kuramadığı ilişki diyebiliriz. Babasının yakınında ama hep ona uzak kalmış bir çocuk izlenimini doğruyor. Kafka’nın hayatında da bu konuda problemli bir durumun olduğunu biliyoruz. Schulz da Kafka gibi Yahudi bir aile kökenine sahip ve O da erken yaşta ölüyor. Belki hayatlarında bir sürü benzerlikler de vardır. Bu Kafka etkisinin kurgusunda da açıkça hissedildiğini söylemek mümkün. Zaman zaman öykülerdeki Kafka atmosferine ve dönüşümlere şahit oluyoruz. Öykülerinde “babam hamamböceğine dönüşmüştü” ve “Babam kabarmış, tüylerini havaya dikmişti… şiddetle titremeye başladı, vızırdadı, gözlerimizin önünde, çelik mavisi, dev gibi bir at sineğine dönüştü” bölümleri olduğu gibi, yine babasını “yengeç veya büyük bir akrebe” dönüştürdüğü öykü de vardır. Her seferinde de aynı şekilde annesine daha dikkatli olmadığı için sitem ediyor. Bu Kafka benzerliğinin yanı sıra, bağ kuramayan çocuğun değersizleştirmesi olarak da dikkat çekici.
İlkbahar adındaki öyküsünde (adı ilkbahar olan bir öyküde neyi anlatıyor olabilir ki? Aşktır muhtemelen :) ), şu sonuca varır o netameli konusundan dolayı; “Kimse ilkbaharı çözmeye kalkışmasın. Bilmiyoruz, baylar, bilemeyeceğiz.” Bu öykünün diğer ilginç yanı, baba adı Jakub olan küçük Jozef’in bir düş okumasıyla imparator hakkında gerçekleşen bir kehanette bulunmasıydı. Tıpkı Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’un kıssasında olduğu gibi. Yine başka öyküsünde de ölü geçen bir sezonun yedi yıl bolluk görülecek bir açılmaya uğraması, Schulz’un kültürel kodlarını öykülerde gördüğümüz detaylardı.
Yazarın baştaki biyografisinde, eserleri hakkında; “Zaman Proustvari bir biçimde ele alınırken, adeta Freudvari bir yaklaşımla bilinçaltı irdelenir.” yazıyor. Öykülerde, zamanın aynı anda farklı koşutlukta yaşanmasına, bilincin değişimine göre farklı salınımlar göstermesine, birbirine uymaz sonuçlar vermesine tanıklık ediyoruz. Pencereden gelen bir orman esintisini derinden içine çektiğinde, bir trenin kompartımanına geçiş yapılabiliyor. Dolayısıyla olaylar ve mekânlar ani değişimler gösterebiliyor. Yazar, bir öyküde bu farklılığı şöyle de dile getiriyor: “Bütün bunlar, denetim altında bulundurulmayan zamanın hızla çözülmesi yüzünden.”
Bu kitap; serim-düğüm-çözüm bekleyen klasik öykü severlerin, rasyonel kurgu seven okurların pek hoşlanmayacakları, muhtemelen yarıda bırakacakları bir eser diyebilirim. Ancak dil zenginliğinden keyif alan, bilinç akışına, gerçeküstüne, metafor kullanımına aşina okurlara da keyif verecektir. Kusurları yok mu? Var elbette, mesela gereksiz detayın olduğu, anlatımın boğulduğu, zaman zaman sadece yazarın vakıf olabileceği bir soyutluğa kavuştuğu kısımlar da var, ama bu kısımlarda dahi durumu kurtaran kaygan bir dil var ortada. Bir çocuk, bazen bir deli sanrısı gibi de olan düşlerini öyle inanarak, güzel bir biçimde anlatıyor ki, inanıp, onun gördüklerini göresiniz geliyor.
“Bazı kitapların dizeleri arasından havalanan kırlangıç sürüsünü, dize dize uçuşan, titreşen o ince uzun kırlangıçları fark ettiniz mi hiç? Bu kuşların uçuşlarını okumak gerek…”