Gönderi

Çok uzun zamandır günlerimizi dakikası dakikasına planladığımız bir yaşam sürüyoruz. Her anımız, her dakikamız önceden belirlenmiş. Spontanelik, teslimiyet nedir unuttuk. Yetişilmesi gereken toplantılar, tamamlanması gereken işler, katılınması gereken organizasyonlar. Hep bir gereklilik, hep bir endişe ve telaş. Sanki bize dediler ki her gün bir koşu parkuru, ne kadar hızlı koşarsan o kadar kazanırsın. Kendimizi unuttuk. Neleri sevip sevmediğimizi, hangi aktivitelerin ruhumuzu beslediğini… Acelemiz ne? Bu telaş neden? Neyin koşturmacasındayız? Sürekli tüketiyoruz. En başta günlerimizi; sonra yemekleri, ürünleri, anları, birbirimizi, kendimizi, doğayı ve doğanın bize sunduğu ne varsa hepsini tüketiyoruz. Bilinçsizce ve hoyratça. Ve bu o kadar uzun zamandır devam ediyor ki, alıştık. Artık rahatsız değiliz bu durumdan, bu artık bizim olağan halimiz. Hayatlarımızın, başkalarıyla ve kendimizle olan ilişkimizin ne kadar hızlandığının, yüzeyselleştiğinin ve değer kaybettiğinin farkında değiliz. Belirsizlik içindeyiz. Koştur koştur ilerlediğimiz o yol, bir süreliğine durdu. Artık biraz soluklanma zamanı. Tüm o koşturmacanın arasında hep arka sıralara ittiğimiz en yakınlarımıza ve kendimize dönmenin zamanı. Dikkatimizi dağıtacak şeyler olmadan kendi gerçeğimizle baş başa kalma zamanı. Ne kadar uzun zaman oldu değil mi ailece sohbet etmeyeli? Ama o alıştığımız derinliksiz sohbetlerden söz etmiyorum; birbirimizin gözünün içine bakmaktan, karşımızdakini tüm kalbimizle dinlemekten – duymaktan değil, dinlemekten bahsediyorum. Birbirimizin hüznünü veya mutluluğunu hissetmekten bahsediyorum. Kaliteli zaman geçirmekten; ailece oyunlar oynamaktan, birlikte yemek yapmaktan, paylaşmaktan bahsediyorum. Hatırlar mısınız, bir zamanlar fıkra anlatırdık. Keyifli aile veya arkadaş buluşmalarında, biri büyük bir heyecanla öne atılır ve geçenlerde duyduğu o komik fıkrayı anlatırdı. O an tüm gözlerde anlatanda olur, pür dikkat onu dinlerdik. Aklımızda ne atmamız gereken mail, ne de Whatsapp grubuna gelen mesajlar olurdu. Şimdiyse birbirimize DM’den komik kedi videoları atan bir topluluğa dönüştük. Soruyorum; ne zaman oldu bunlar? Nasıl bu kadar hissettirmeden, nasıl bu kadar sessiz kaybettik değerlerimizi? Nostaljik dizilerimiz vardı. Saat 20.00 oldu mu, evdeki herkes kendi işini bırakıp koltuğa doluşurdu. Heyecanla beklenen yeni bölüm başlar; birlikte gülünür, birlikte hüzünlenilirdi. Empati vardı. Ekrandaki karakterlerin yerine kendimizi koyardık, koyabilirdik. Ben hiçbir zaman televizyon sevenlerden olmadım, hatta ekran başında uzun süre hipnotize olmayı çok eleştirdim ama günümüzde geldiğimiz noktayı düşününce; bunlar, güzeldi bunlar. Şimdiyse laptop’larımızı kucağımıza alıyor, Netflix’i açıp dizileri bitirmek için kendimizle yarışıyoruz. O kadar alıştık ki her şeyin her istediğimizde elimizin altında olmasına. Hatırlayın, o dizilerin yeni bölümünü izleyebilmek için tam bir hafta beklememiz gerekirdi. Sabır vardı, sebat vardı. Ne güzel kelimedir sebat. Sosyal olmak, birbirimize beğeni atıp story paylaşmakla eş değer oldu şimdi. Cep telefonlarımız ellerimizden düşmüyor, laptop’larımızı kurtarıcılarımız olarak görüyoruz. Sahi, ne zaman bu kadar uzaklaştık birbirimizden? Ne zaman kendi kutularımıza çekildik bu kadar? Uzaklaşma, kopukluk; bunlar zincirleme ilerliyor. Fikrimce etrafımızdakilerden ve kendimizden bu kadar uzaklaşmamızın altında tek bir şey yatıyor, o da şu: özümüzü, yani doğayla olan bağlantımızı unuttuk. Tükettiğimiz gıdaların birçoğu paketli, mevsimsel beslenmenin önemi bir kenara atıldı, kullandığımız neredeyse her ürün kimyasal içeriyor, tek kullanımlık plastikleri düşünmeden kullanmaya devam ediyoruz. Kaynaklarımızı israf ediyor, suyumuzu kirletiyoruz. Tüketim odaklı alışkanlıklarımız gibi düşüncesizce gerçekleştirdiğimiz daha pek çok davranışımızla yaban hayatını olumsuz etkiliyor, vahşi hayvanların yaşam dengesini bozuyoruz. Bu yaşadığımız süreç, gezegenin uzun zaman sonra ilk kez derin bir nefes alışı ve bize “dur” deyişi aslında, “dur artık tüketme beni.” Her şey gibi, bu dönemde geçecek. Soru şu: ardında neler bırakacak? Zihinlerimizde hangi kapıları açacak, davranışlarımızda neleri değiştirecek? Tam da bu satırları yazarken ben, bu sürecin bana belki de en büyük katkısının farkına varıyorum: sevgi her şeyden önemli. Hayat, bir şeyleri kontrol ettiğimizi sanmak için çok kısa ve çok gerçek. Önemli olan aile ve arkadaşlarımızla geçirdiğimiz zaman, onlarla aramızdaki o derin Sizleri de biraz sorgulamaya davet ediyorum bu dönemde. Her kriz, bir fırsat; biliyorum. Siz ne şekilde fırsata dönüştüreceksiniz bu süreci? Ruhunuzu beslemek ve kendinizi geliştirmek için neler yapacaksınız? Tüm dünya olarak yavaşlamaya başladığımızı hissedebiliyorum. Yalnızca üretimlerin büyük oranda durmuş olması gibi elle tutulur gelişmelerden bahsetmiyorum; zihnen, kalben yavaşladık. Bu süreci birlikte geçiriyor olmamızın, yani hepimizin aynı döneme denk gelmesinin bir sebebi var. Ve bu süreç bittiğinde, hep beraber yeni bir gerçekliğe uyanacağız. Sizin uyandığınız gerçeklik neye benzeyecek? Ruhunuzla, doğayla, evrenle; özünüzde yatan ve uzun bir süredir unuttuğunuz ilişkiyi yeniden kurmaya hazır mısınız? themagger.com/koronavirusu-an...
·
21 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.