Gönderi

MEHMET ALİ ERMİŞ, KALP KRİZİ GEÇİRDİĞİ GÜN HASTANEDE YARGICA İFADE VERİYORDU Bir insan doğar. Doğarken ağlar. Sonra güldürür onu mamalar, analar, babalar. Gerekirse komşular. Bir çocuk büyür, iki ayak üstünde yürür. Düşe kalka ve hep insanlara doğru yürür. Gülerek, sesler çıkararak. Sonra okur, okumazsa okutulur. Okumuyorsa okuldan kovulur. Ya düşünüyorsa? Düşüncesi? Kov bakalım, elindeyse. Belki oyuncu olmak ister, belki yazar, belki şair, belki adam. İşte ben o günlerde tanımıştım Mehmet Ali Ermiş’i. Lâmbo günleriydi bu. Orhan Veli günleriydi bu. Sait Faik günleriydi bu. Hepimizin adamlığımızı ilan ettiğimiz günlerdi bugünler... Bir selamımız, bir kelamımız vardı önceden. Bana gelmiştin, oyuncu olmak için. Sonra gitmiştik Küçük Sahne’ye, Muhsin Ertuğrul’u görmeye. Ufak tefek roller verilmişti sana. Ya sen bu işi sevmemiştin yeteri kadar, ya gereğince dayanamadın. Ya da yeterli görmedin oyunculuğu kendine. Daha çabuk adam etmek için insanları, yayın yolunu seçtin. Ama kim okur? Derken biz, daha çok okumaya, uyanmaya başladı memleket. İnançlarına baştan kara vurdun kendini. Adadın. Adam dediğin de başka hangi türlü olurdu? Çok uzun görmemiştik birbirimizi. Benim açlık yıllarım, benim yokluk yıllarım, benim işsiz yıllarım, dost bildiklerimin kaldırım değiştirdiği yıllarım, Çetin Altan’dan don gömlek istediğim yıllarım, balık sattığım yıllarım. 1 “Artık işe yaramaz” dedikleri yıllarım. Mehdi Baba Kahvesi’nde karşılaşmıştık. Sen yayımladığın, yayımlayacağın kitaplardan konuştun. Asturias’ın kitabını kime çevirteyim? diye sormuştun. Mîna’ya [Urgan] git demiştim, sana. İyi fikir, demiştin. Tavla attın Sami Ayanoğlu’yla. Ben, Orhan Kemal ve Macit ile konuşmuştuk öbür köşede. Sonra merhabalarla ayrılmıştık. Ve sonra bir gözünü ameliyat ettirmişsin. Ve sonra kalbinden rahatsızlanmışın. O günlerde, ölümünden üç ay kadar önce Tophane’de dolmuşa bindim. – Eee, nasılsın? dedi bir ses. Sendin. Dalgınmışım, görmemişim önce seni. Çıkaracağın kitapları anlattın Galatasaray’a kadar. – Var mı yeni şiirlerin? demiştin. – Var, var, var! demiştim. Sen Taksim’e doğru gitmiştin. Ben Galatasaray’da inmiştim. Çetin Altan getirsin Akşam’da yazdığı o yazıyla bunun sonunu. Okumayanlar okusun. Okuyanlar bir daha okusun. “O bir adamdı. Yirmi bir yıl öncesi Ankara’da Postahane Caddesi. Çelebi’nin lokantasına mutat müşteriler teker teker düşüyorlar. Onu böyle bir akşamda tanımıştım. Bir yazımın çıktığı edebi bir dergide onun da bir şiiri yayımlanmıştı. Bizim o tarihlerdeki en büyük mutluluğumuz şurada, burada tek tük yayımlanan yazılarımız, şiirlerimizdi. Böyle günlerin akşamında imzamızı taşıyan dergiyi, yahut gazeteyi cebimize sokar, hayatımın öteki dönemlerinde hiçbir zaman tadamadığım bir gurur sarhoşluğuyla, Çelebi’nin lokantasına gelirdik. Nobel Ödülü’nü kazanmanın zevkini bilir misiniz, deseler, ilk gençliğimde ilk çıkan yazılarımın heyecanını hatırlayarak: – Bilirim, diyebilirim. Mehmet Ali Ermiş, benden biraz daha büyüktü. Şiirleri de daha moderndi ve daha çok yayımlanıyordu. Ünlü bir üstatla tanışmanın kıvancıyla sıkmıştım elini. Ve polis daha o yıllarda, körpe bir ciğerin peşinde dolaşan bir kedi gibi peşindeydi onun. Nerede bir iş bulsa, arkasından bir sivil geliyor, ertesi gün de işine son veriyorlardı. Üç gün önce sorgu yargıcının karşısında yere yığılıncaya kadar gölgesi polisin gölgesine karışarak yaşadı. Mehmet Ali Ermiş’in çektiği sıkıntılar, acılar, benim kuşağımdan bütün namuslu aydınların çekmiş olduğu acılar ve sıkıntılardır. Bizim yaşlarımızda olup da, bu acıları, sıkıntıları çekmemiş olanlar varsa, kişilikleri hakkında hiç tereddüt etmeden şu yargıya varabilirler. – Bizler bir sürüngen tırtıldan başka bir şey değiliz. Yıllar geçti. Uzun uzun yıllar. Basınköy’deki evde bir gün Mehmet Ali Ermiş’i karşımda buldum. O da orada oturuyordu. Komşumuzdu. O da benim gibi çoluk çocuğa karışmıştı. Sosyalist kitaplar yayımlıyordu. Her gidişimde, onu yeni yayımlayacağı bir eserin şevki içinde bulurdum: – Çetinciğim çok önemli bu seferki kitap. Sık sık Türkiye’de mutlaka yayımlanması gereken kitaplar üzerinde konuşurduk. Bazan gece yarısı kitaplığımdan bir kitap alır uzatırdım: – Mehmet Ali, mutlaka yayımlamalısın bunu. Sosyalist Savunmalar [1967] böyle çıkmıştı. Ve yine sık sık Mehmet Ali yayımladığı kitaplar hakkında alınan toplatma kararlarını haber verirdi. Türkiye’de özgürlük ve demokrasi tekerlemeleriyle adam kandıranların gerçek yüzünü Mehmet Ali Ermiş’in hayatında ve çabalarında seyrederdim. Onlar kitapları toplatır, Mehmet Ali yenisini yayımlardı. Sessiz bir kahraman olarak canını dişine taka taka, Türkiye’nin çirkin ve iğrenç karanlıklarına bir avuç ışık daha serpmeye uğraşırdı. Ben bir inancın ve bir çabanın bu kadar çelikleşmesini az kişide gördüm. İkinci kalp krizi kendisini hastaneye serdiği zaman, sorgu yargıcı doktorlardan gizli olarak odasına süzülüp yatağının başına dikilmişti. Kim bilir kaç yıldan beri dinlediği sorular tekrarlanıyordu: – Bu kitabı niçin yayımladınız? Şu satırlarla ne demek isteniyor? Hâlâ bu soruları soruyorlardı. Doktorlar odasına zor yetişmiş ve sorgu yargıcına: – Rica ederiz beyefendi, hukukçu olacaksınız, fazla konuşmaması, heyecanlanmaması gereken bir enfarktüslüyü gelip buralarda nasıl sorguya çekersiniz, demişlerdi. Hastaneden çıktıktan sonra dinlenmesi için çok ısrar ettim kendisine. Şeker Bayramı’nda sofra hazırlatmış, bana haber göndermişti. Oysa kıpırdamadan yatması gerekiyordu: – Gelmem, dedim. Onun mutlaka istirahat etmesi lazım. Ertesi gün gülerek bize uğradı: – Bir şey olmaz Çetinciğim, dedi. Çimento’yu yayımlıyorum. Enfes bir kitap. – Oğlum bilime karşı çıkılmaz. Bak çoluk çocuğun var. O da bana öğüt veriyordu. Ülsersin, kendine dikkat et. Çok yoruluyorsun, falan filan. Dün sabah Akşam’ı elime alınca gözlerim kararır gibi oldu. Mehmet Ali Ermiş, sorgu yargıcının karşısında bir kalp krizinden ölmüştü. Nâzım’ın Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim [1967] kitabını çıkardığı için dava açmışlardı yine. Herhalde sorgu yargıcı soruyordu: – Yaşamak güzel şey be kardeşim, ne demek? Buralardan bağırmak isterim o sayın yargıca: – Mehmet Ali Ermiş gibi olmak demektir arkadaşım, Mehmet Ali Ermiş gibi olmak, demektir. Bir ömrü polis takipleriyle geçirip, hasta yatağında sorgu yargıçlarıyla uğraşmak ve yine de Türkiye’nin ezilmiş insanlarına gerçekleri anlatmak için çırpına çırpına, sorgu yargıçları karşısında can vermek demektir. Demir Ökçe’nin zulmüne uşak olmak yerine karşı çıkmak demektir. Artık Basınköy’deki evimizde onu hiç göremeyecek, sesini hiç duyamayacağım. Ufacık yavrularının saçlarında elim gezinirken sorgu yargıcının karşısında yıkılan ve yıkıldıkça büyüyen hayali gelecek karşıma. – Çetinciğim, bu son yayımlayacağım kitap. Son yayımladığı kitap kendisi oldu. Benim için bütün yayımladıklarından daha gerçek, bütün yayımladıklarından daha unutulmaz. Bir ömrü bir davaya hesapsız ve art niyetsiz armağan etmenin kitabı. Yaşamak güzel şey be kardeşim. Ölmek de. Bir dul kadın ve üç yetim bırakarak bin bir sıkıntı içinde kitaplar yayımlamak suçundan sorgu yargıcı karşısında, Mehmet Ali Ermiş gibi...”2 Akşam, 5.8.1968, s. 5 1 Bkz. Celâlettin Çetin, “Cahide Sonku ile Irgat gecekonduda yaşıyor. Cahit Irgat’ı geçimi için balık satarken görenler onu 􀄕lm çeviriyor sandılar ”, Akşam, 6.2.1965, s. 1 ve s. 5. 2
·
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.