Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Gazeteci Avni Özgürel, Radikal gazetesinde 7 Aralık 2005'te yayımlanan "Amerikancı Sol" adlı yazısında Alparslan Türkeş'e özel bir sohbet sırasında, "1944'te tutuklanıp idamla yargılandınız, size yönelik suçlama devlet aleyhine işlenen cürümler faslındandı. Tabutlukta yattınız, işkence gördünüz. Çok daha basit sebeplerle hakkında disiplin soruşturması açılan subayların orduyla ilişiği ke­silirken siz tahliye olduktan sonra normal terfilerinizi alıp kurmay sınıfına geçirildiniz. Türk ordusunda sizin durumunuzda ikinci bir subay var mı? Bunun izahı, varsa sırrı nedir?" diye sorduğunu, ancak aldığı cevabı yazmayı sürekli ertelediğini işin içine biraz da gizem katarak anlatıyordu. Buradaki "gizem" nedir peki? Bu sorunun yanıtını bilmek "gizem"i de çözmeye yardımcı olacaktır ve yanıt Türkiye'nin 1945 sonrası tarihinde gizlidir. Bu tarih, Türkiye akademisine ve entelek­tüel yaşamına hakim olan ve liberalizmden mülhem devlet-toplum, merkez-çevre, Batıcı elitistler-mütedeyyin kitleler ikilikleri üzerin­den okunursa söz konusu "gizem"i çözmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bu ikilikler üzerinden yapılan okumalar açıkça sınıfları, sı­nıf mücadelesini, emperyalizmi analize dahil etmemekte, sınıflar ve tarih üstü bir "devlet"le, yani "merkez"le, yine sınıflar ve tarih üstü "demokrasi güçleri"ni, yani "çevre"yi ve bunların temsilcisi olan si­yasal özneleri Türkiye' deki siyasal ve toplumsal mücadelelerin iki ana aktörü olarak görmekte ve esas çelişkinin bu ikisi arasında ol­duğunu iddia etmektedir. Uzunca bir alıntı yapmak pahasına, bu paradigmaya dair Türkçü Faşizmden "Türk-İslam Ülküsü"ne adlı kitabımda söylediklerimi burada bir kez daha hatırlatmak isterim: "Bu paradigma, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini, kapita­lizm ve emperyalizmle, dolayısıyla da üretim ilişkilerinin evri­miyle, sınıf mücadeleleriyle, emperyalist sistemden kaynaklanan bağımlık ilişkileriyle ve bunların siyasal alana farklı dönemlerde farklı şekillerde yansıma biçimleriyle okumaz. Bir tarafta, tarihin "normal" şablonuna göre aktığı Batı, öbür tarafta ise "nevi şahsına münhasır" Osmanlı/Türkiye vardır. Normal şablona uygun olarak Batı'da burjuvazinin mücadelesiyle feodalizmden kapitalizme ge­çilmiş, bu geçiş beraberinde "sivil toplum"u getirmiş, sivil toplum ise burjuvazinin öncülüğündeki demokrasi mücadelesiyle devleti sınırlandırmıştır. Batı burjuvazisi devletin kucağında büyümemiş, bizzat devlete karşı mücadele vermiş, işçi sınıfı da burjuvaziye ve devlete karşı mücadele edip kendi çıkarları peşinde koşarken de­mokratikleşmeye katkıda bulunmuştur. Oysa Osmanlı/Türkiye modernleşmesi tepeden başlamıştır, demokratik niteliği yoktur, sivil toplum, burjuvazi, proletarya ve sınıf mücadelesi burada mevcut değildir, dolayısıyla her şeyin belirleyicisi devlet ve onu yöneten bürokrasidir. Devletin tepeden Batılılaşmasına direnç gösteren kesimler ise çevredekiler, mütedeyyinler, muhafazakar halk kitleleridir ve bu nedenle de buradaki esas mücadele sınıflar arasında ve artığa nasıl el konulacağı düzleminde değil, kültürel düzlemde, yani Batılılaşma yanlısı elitlerle, dindar halk kitleleri arasında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Türkiye tarihi, sınıflar müca­delesinin değil, iki kültür, iki medeniyet, iki yaşam biçimi arasın­daki mücadelenin tarihidir. Mücadelenin bir tarafında devlet, yani aynı anlama gelmek üzere merkez, diğer yanında ise mütedeyyin­muhafazakar halk kitleleri yani çevre bulunmaktadır. Kemalizm ise Cumhuriyet'in ilanından sonra bu Batılılaşma sürecinin ideolo­jisi olma niteliğini taşımış, Kemalist elitler o zamandan bu zamana Kemalizm adına mütedeyyin kitlelere zulüm ve baskı politikaları uygulamışlardır. (Yaşlı, 2016: 11-12) Bu paradigmanın karşısında konumlanan "tarihsel materyalist" bakış açısı ise Türkiye'nin yakın tarihini sınıflar, sınıf mücadeleleri ve "antikomünizm"in belirleyiciliği altında, kapitalist bir ülkenin dünya kapitalist sistemi ve emperyalizmle ilişkisini merkeze alarak, perspektifini buradan kurarak okur. Aynı çalışmaya tekrar başvur­mam gerekirse; Türkiye egemen sınıflarının emperyalist sistem içerisinde konum­lanma biçimleriyle antikomünizm arasında ve antikomünizmle de milliyetçileşme ve dinselleşme arasında doğrusal bir ilişki bulun­maktadır. Bunun siyasete yansıması ise devletle Türk sağı ve dinsel yapılanmalar arasındaki ilişkilerdeki dönüşüm üzerinden okun­malıdır. Türkiye'nin yakın tarihi, devletle toplumun ya da mer­kezle çevrenin mücadelesinin tarihi olarak değil, kapitalist dünya sistemiyle ve emperyalist merkezlerle kurulan ilişki doğrultusun­da, devletle Türk sağının "komünizmle mücadele" adına yaptıkları dönemsel ittifakların tarihi olarak, buradan yola çıkarak okunma­lıdır. (Yaşlı, 2016: 15) İşte "gizem''i çözecek olan, bu okuma biçimidir. Türkeş'in "1944 Irkçılık-Turancılık davası"nda yargılanıp ceza aldıktan kısa süre sonra yüksek yargı tarafından suçsuz bulunması da, orduya dön­mesi de, askerlik ve siyaset kariyeri de, antikomünizmle ve antiko­münizmin 1945 sonrası Türkiye siyasetindeki ana belirleyen olma­sıyla doğrudan ilgilidir. Örneğin Türkeş'in orduya döndükten sonra ABD'ye eğitim için gönderilen ilk subay grubunun içerisinde yer alması ve orada aldığı "gerilla" eğitimi de, antikomünizmin 1945 sonrası Türkiye siyasetinin ana belirleyeni olduğu kabul edilmeden anlaşılamaz. 1950'lerde NATO'da görev yapmasını ve 1960'lar ve 70'ler Türkiye'sinde komünizme karşı mücadele eden paramiliter örgütlenmenin lideri olmasını da, yine bu bakış açısı olmadan an­layamayız. Tam da bu nedenle, Türkeş'in politik yaşamına yakından bak­mak, onun politik serüvenini yazmak, ülkücülüğün ve Ülkücü Hareket'in tarihini yazmak anlamına gelecektir ve bu çalışmada ya­pılmaya çalışılacak şey tam olarak budur. Ama bunun aynı zaman­da, Türkiye'nin Soğuk Savaş tarihini, Soğuk Savaş boyunca Türkiye siyasetinin seyrini ve o seyrin ana belirleyeninin, yani komünizmle mücadelenin tarihini yazmak anlamına geleceği de açıktır.
·
79 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.