Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Galeano paylaşımı, düşünceye saygı, TCK 216 üzerine
Bir İnsan Hakları Soruşturması Bir kaç gün önce, kısacık bir Galeano alıntısı yüzünden bütün bir site galeyana geldi. İfadeye verilen tepkilere, yapılan yorumlara, gönderi kaldırma cihadı ilanına, buna inat gönderinin yayılma çabasına, tarafların birbirine düşmesine, harici yorumlara ve ahkam kesmelere ve sonuçtaki eksiksiz curcunaya tanık olsa, ihtimal ki yazarın kendisi de şaşırır ve bir hayli de eğlenirdi. Özellikle de yazarın muhtemelen eleştirdiği güney amerikada yaygın olan katoliklik inancının tanrısının, başka bir inancın mensupları tarafından böylesine canhıraş savunulmasının ironisi göz önünde bulundurulursa. Benimse meselenin bir noktası ilgimi çekti. Uzun müddettir bir iki kelam etmek istediğim hususta, bu olayda tekrardan görüldüğü gibi, çoğunluğun kafasının karışık olması, bana bu iletiyi yazma gereğini hissettirdi. Şimdi hadise ve taraflar biraz yatıştığı için, duygulardan sıyrılıp, soğukkanlı ve olabildiğince nesnel bir şekilde meseleyi anlamaya çalışalım. Düşünceye Saygı Burada öncelikle genel bir sorundan bahsetmek gerekiyor ki o da dilin öznel kullanımı. Kelimelerin ve kavramların, insanların zihinlerindeki karşılığı çoğu zaman birbirini tutmuyor. Kavram kargaşası da bu noktada başlıyor. Konuşurken ya da tartışırken aynı kelimeleri kullanıyoruz ama sıkça birbirinden büsbütün farklı şeyleri kastediyoruz. Bu da bırakın uzlaşmayı, tarafların birbirini anlamasını bile olanaksızlaştırıyor. Dolayısıyla işe düşünceye saygı kavramının ne olduğunu tespit etmekle başlamamız gerekiyor. Hepimizin bildiği gibi, her insanın kendi başına ve kendi adına düşünme ve bu düşüncesini sahiplenme hakkı vardır. Bu haklar, insan hakları evrensel bildirgesi ve birçok ülkenin anayasası tarafından koruma altına alınmıştır. Düşünce özgürlüğü ilkesi, kişinin bu haklara engellenmeden ulaşabilmesini ve bunları elinde tutmasını güvence altına almak için belirlenmiş bir ilkedir. Düşünceye saygı kavramı da kişinin bu özgürlüğüne ve başkalarının özgürlüğünü veya diğer haklarını ihlal etmediği müddetçe, bu düşüncenin varolma hakkına saygı duymayı ifade eder. Buradan hareketle düşünce özgürlüğüne değil de düşüncelerin bizzat kendilerine saygı beklemek, talep etmek yanlış bir tutum olur. Daha doğrusu, insanların bu beklentiyi karşılamak gibi bir zorunluluğu yoktur. Şimdi bunun neden böyle olduğunu bir kaç örnekle pekiştirelim. Bir kişinin şahsi düşüncesi, topluluğun diğer mensuplarının birine, birkaçına ya da hepsine birden zararlı olabilir. Sözgelimi bir kişi tamamen akli yetilerini kullanarak, kendisi haricindeki bütün canlıların aşağılık yaratıklar olduğu ve onları öldürme, yok etme hakkına sahip olduğu düşüncesine varabilir. Peki söz konusu kişi bu düşünceyi üretebildi diye başkalarının buna saygı duyması gerekir mi? Yoksa bir kaçıkla ve potansiyel bir seri katille birlikte yaşadıklarını farkedip, bununla ilgili lüzumlu tedbirleri mi alması gerekir? İlk insanlar gökgürültüsünün tanrıların gazabından kaynaklandığını düşünüyorlardı. Kızılderililer dans ederek yağmur yağdırabileceklerini.. Ortaçağda Galileo hariç herkes dünyanın düz olduğunu ve güneşin onun çevresinde döndüğünü düşünüyordu. Bugün bunların ya da benzerlerinin geçersizliği bilimsel keşifler sayesinde anlaşılmıştır. Fakat insanlar hala kendi kişisel ajandalarından dolayı bilimsel gelişmelerin apaçık olarak yanlışladığı kavram ve olgulara inanmaya ve bunların gerçeklik olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünmeye devam ediyorlar. Bizim bu düşüncelere saygı duymak gibi bir zorunluluğumuz var mıdır? Geleneksel Hinduizme mensup bir hintli, kadının ölen eşiyle birlikte yakılması gerektiğine inanır. Ortaçağda ortalama bir hıristiyan akli yetileri bozulan bir kadının içine şeytan girdiğini ve şeytanın kadının yakılmasıyla oradan çıkarılmasının yapılması gereken davranış olduğuna inanırdı. Çoğu islam mezhebine göre 8 yaşında bir kız çocuğuyla evlenmekte ahlaki, toplumsal ya da insan hakları bakımlarından bir problem yoktur, bu tür evlilikleri onaylarlar. Vesaire... Böyle düşünceler saygıyı hakederler mi? Örnekler çoğaltılabilir ama maksadım anlaşılmıştır diye düşünüyorum. Dolayısıyla, sırf birisi düşünce çarklarını çalıştırıp ortaya bir ürün çıkardı diye hiçbir düşünce otomatik olarak saygıyı haketmez, bunu kendi erdemleriyle kendisinin kazanması gerekir. Bu prensip düşücenin türleri olan inançlar, dinler, ideolojiler, öğretiler, kişisel yargı ve kanaatler için de geçerlidir. Bu olgulara yüklenmeye çalışılan dokunulmazlıklar düşünceye saygı kavramının alanına girmez ve layık oldukları takdirde her türden sorgulama, eleştiri, alay ve (aşırı durumlarda)yaptırıma tabidir. Galeano Paylaşımı Gelelim hakaret, sövgü mevzusuna ve Galeano'nun sözüne. Bu sözü nasıl değerlendirmeliyiz? Böyle bir şey söylemeye hakkı var mıdır, yok mudur? Eğer bununla alakalı temel bir prensip bulup oradan hareket etmezsek, senin görüşüne karşılık benim görüşümden öteye gidemeyiz. O nedenle görece nesnel bir sonuç için böyle bir genelgeçer prensip şart. Peki aradığımız şey var mıdır, varsa nedir? Gerçekten de böyle bir prensip vardır ve bu da evrensel insan haklarından birisi olan ifade özgürlüğüdür. Bununla ne demek istiyorum? Hiçbir düşünce, fikir, ideoloji, öğreti, din, inanç sistemi ve inançsızlık ifade özgürlüğü sınırının dışında tutulamaz, tutulmamalıdır ve bu özgürlüğün sınırı hakaret ve sövgüyü de kapsar. Çünkü bir değere atfettiğimiz kutsallık, mutlaklık, mükemmellik, dokunulmazlık gibi payeler sadece bizi bağlar, evrensel standartlar belirtmezler, başka insanlar bu değerleri ve onlara yüklediğimiz sıfatları benimsemek zorunda değildir, bahis mevzusu değerlere dair her cinsten sözlü tasarruf hakkına sahiptir. Aksi taktirde herkes önüne gelen sözümona değere kutsallık atfeder, mesele içinden çıkılmaz bir hale gelir. Düşünceler insan ürünüdürler, kendiliğinden bir saygıyı haketmezler, haklarında dilediğimiz sözü söylememize bir engel oluşturmak için içkin bir değer taşımazlar. Ayrıca düşünceler canlı varlıklar değildirler, incinmezler, kırılmazlar, psikolojik ya da fiziksel travma geçirmezler, kendilerini kötü hissetmezler; dolayısıyla onları ifade özgürlüğü pahasına koruma altına almamız için bir gerekçe yoktur. Meseleye dair tek ince nokta düşünceye hakaretle, düşünceye sahip olanın şahsına yönelik hakaretin farklı şeyler olmasıdır. Geriye kalan her şey basit bir diyalektik sorgulamayla varılabilecek sonuçlardır. Bu prensipten hareketle Galeano, istediği tanrı hakkında istediği cümleyi kurabilir, buradaki veya dünyanın başka bir yerindeki herhangi bir insan bu cümleyi ifade edebilir ya da alıntılayabilir, buna hakkı vardır. Doğal olarak bunun tersi de geçerlidir. Herhangi bir inançlı insan da inançsızlık hakkında, aynı türden sözler söyleme hakkına sahiptir. TCK 216 Gelelim olayın hukuki, anayasal boyutuna. TCK'nın bu maddesi, açık şekilde ifade özgürlüğü kapsamına giren bu ve daha birçok olguyu, evrensel beyannamede belirtilen özel hususların dışında, haksız bir sınırlamaya tabi tutmaktadır. Bu durum insan haklarına aykırıdır. Ayrıca muğlak ve yoruma açık ifade tarzı sebebiyle, bir kısım yargı mensuplarının da işgüzar marifeti yardımıyla fazladan mağduriyete sebebiyet vermektedir. Bu ve buna benzer diğer maddeler, çoğu medeni ülkede olduğu gibi, acilen anayasadan çıkarılmalıdır.
··
73 görüntüleme
Necip G. okurunun profil resmi
Harun bey tekrar merhaba... Bu sefer de ben sizin ziyaretinize geldim:) Bu tür yazılar, altına gelecek farklı görüşlerle daha da zenginleşir diye düşünüyorum. Öteki türlü birbirimizi tebrik eder, övgüler yağdırır ve dağılırız. Bu da yazıyı yazan kişiye belli bir tatmin dışında başka birşey kazandırmaz... Yazınızı Kaan'ın "Keşke herkes duygusallığı ve hassasiyeti bir kenara koyarak yazınızı okusa" tavsiyesini de dikkate alarak özenle okudum... Ancak başarılı olamadım maalesef. Yani duygusallığı bir tarafa bırakamadım. Hatta neden duygusallığı bir tarafa bırakmam gerekiyor acaba diye üzerine de düşündüm biraz... Öyle ya, ben sadece düşünceden oluşmuyorum. Beni sadece düşüncelerim yönlendirmiyor. Elimde bir araştırma sonucu yok ama en iyimser tahminle hayatımda verdiğim kararların yarısını duygularımla veriyorum belki de... Ve bunun sadece bana has bir durum olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Hepimiz duygu ve düşüncelerimizden oluşan bir karışımla varlığımızı sürdürüyoruz. Tepkilerimiz, kararlarımız, ilkelerimiz, tercihlerimiz bu karışımdan besleniyor... Ancak yazınızı okuduğumda duygulardan tamamen arındırılmış olduğunu görüyorum. İdealize edilmiş fikirler bir araya toplanmış ve sanki insan türü tektipmiş gibi kapsayıcı bir üslupla dile getirilmiş... Bunu bir eleştiri gibi algılamayın lütfen. Ben kendi gözlemlerimi paylaşıyorum sadece. Böyle idealize edilmiş düşüncelerle karşılaşınca hep şu konuyu merak etmişimdir. Acaba bu düşüncelerin sahibi veya bu düşünceyi destekleyenler kendi günlük hayatlarını da bu şekilde mi yaşıyor? Örneğin sevgiliniz sizi terk ettiğinde şöyle mi düşünüyorsunuz? "Sevgilim muhtemelen benden sıkıldı. Artık hayatına başka biriyle devam etmek istiyor. Bu onun en doğal hakkı. Tercih özgürlüğü var. Aynı şey benim de hakkımdı ama ben bunu kullanmadım vs." Hiç sanmıyorum böyle olduğunu... Çünkü sevgilisi kendisini terk eden biri en basit haliyle üzülür. Hatta çoğu zaman katıla katıla ağlar, isyan eder, mutsuz olur... İşte bu idealize edilmiş düşünce yazısında eksik olan şey budur bence. O bahsettiğiniz dünyada üzülmek, kırılmak ya da sevinmek, mutluluktan havalara uçmak, öfkelenmek, şaşırmak, utanmak, korkmak vs yok... X böyledir, o zaman Y böyle davranmalıdır. Z şöyle olursa Q bu şekilde tepki verebilir gibi bir bakış hakim... Yani insanın varlık içerisindeki yeri atıyorum bir çamaşır makinesinden farklıdır. Çamaşır makinesinin bir kullanım kılavuzu vardır. O kılavuzda yazılan şeyleri uygularsak makine çalışır ve sonuca ulaşırız. Eğer makineye fazla yük atarsak veya deterjan gözüne çakıl taşı koyarsak makine bozulur. Ancak çakıl taşı koyduk diye makine bize tepki göstermez. Ya da yumuşatıcı koyunca mutlu olmaz... İşte ben de sizin yazdıklarınızı ve benzer görüşleri insana bir kullanım kılavuzu kazandırmaya benzetiyorum biraz da... ------------------- Dinamik bir dünyada yaşıyoruz. Her gün milyonlarca duyuma maruz kalıyoruz. Yaşadığımız ülke, toplum, coğrafya, iş yerimiz, ailemiz, gelenekler (istediğimiz kadar reddedelim gelenekler herkesin hayatına farklı oranlarda müdahale eder), din, yasalar, kurallar, medya, reklamlar, sosyal medya, kitaplar, arkadaşlar vs derken hayatımızı yönlendiren, kararlar aldıran, bir düşünceye ait hissettiren, kişisel zevk ve tercihlerimizi oluşturan her şey bu dinamizmin bir neticesidir... Felsefenin, ahlakın, bilimin, yasaların, ideolojilerin ve hatta dinin hitap ettiği kitle de bu dinamik hayatın içerisindeki insandır. Buradan isterseniz yavaş yavaş şu bizim meşhur Galeano meselesine geçiş yapalım... Aslında olayın Galeano meselesi olmadığını pek çok defa yazdım ama yine de tekrar edeyim bütünlük açısından... Galeano'nun kitabında öyle bir ifadeye yer vermesiyle benim kişisel olarak hiçbir derdim yok... Sizin yazınızdaki düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili bölüme Galeano örneği üzerinde hiçbir itirazım da yok... O idealize edilmiş dünyayı buraya rahatlıkla uygulayabiliriz. Ancak Galeano'nun kitabında bu ifadenin de geçtiği paragraftan sadece bu kısım seçilerek bir sosyal medya platformunda paylaşılması, olayı sizin yazınızın kapsama alanından çıkartıp benim yazımın konusu içerisine dahil ediyor. Siz bu hareketi, Galeano'nun özgürlük alanının bir devamı ya da uzantısı şeklinde değerlendirmek istiyorsunuz. Lakin, o kısacık görünen mesafede arada nelerin değiştiğini bir kez daha gözden geçirmenizi rica ederim... Galeano'nun çalışma masasında yazdığı satırların, kilometrelerce ötede bir ülkenin bir sosyal medya kanalında belli bir bölüm seçerek yayınlandığında nasıl bir başkalaşıma uğradığını hep birlikte gözlemledik... İşte onlarca satır yazarak bahsetmeye çalıştığım dinamizm tam bu noktada kendini gösteriyor. Hayatımızın sadece düşünceden ibaret olmadığını, duyguların ve değerlerin de yaşayan hayat içerisinde en az düşünceler kadar başat bir yerde durduğunu görmezden gelirsek o zaman meseleyi de yarım bir şekilde ele almış oluruz. O onu yazabilir, o da onu alıntılayabilir, herhangi birinin bir değeri veya kutsallaştırdığı bir şey o kişiyi bağlar. İsteyen bu değere veya kutsala küfür de edebilir. Çünkü düşünce özgürlüğü şudur, ifade özgürlüğü budur vs gibi düşüncelerin reel time'da bir karşılığı yoktur. Altını çizmek isterim ki, yazdıklarınız yanlıştır, geçersizdir gibi yargılar koymuyorum. Tam tersi, yazdıklarınızı idealize edilmiş düşünceler olarak yorumluyorum. Ancak hayatın bir parçası olan duygu ve değerler devreye girdiği andan itibaren hayatımıza uygulanabilirliği yoktur. Hayata aktarılamayan düşünceler ise olayların değerlendirilmesinde etkin bir rol oynayamaz. Sadece tatmin duygusunu okşar... ------------- Niyet okumayı sevmem ama gözlemlerime dayanarak şunu iddia edebilirim; o alıntıyı paylaşanlar bunu bir ifade özgürlüğünün tatbiki olarak paylaşmadılar. O insanları da yönlendiren şey aslında düşünceden daha çok duygusal nedenlerdi. Belki bir öfke ya da isyan olarak adını koyabilirsiniz bunun. Çünkü aynı toplumda yaşıyoruz. Birbirimizin değer yargılarını vs biliyoruz. Paragraftan fazlalıkları atıp özellikle o ifade alınıyor ve paylaşılıyor. Keşke konudan tamamen habersiz, tarafsız bir gözlemci gelse ve alıntıyı görse... Acaba bu alıntıyı sizin argümanlarınızla mı yoksa benim argümanlarımla mı match ederdi? Başka bir ifadeyle, bu alıntıyı ifade özgürlüğü alanına mı sokardı yoksa duygusal bir tahrik olarak mı yorumlardı? ---------------- Harun bey son olarak Semih'in yorumuna verdiğiniz yanıttan küçük bir alıntı paylaşıp bitireceğim... "Misal olarak, kendisi bir başkasının görüşüne laf etmiyorsa, ondan da aynı şekilde hareket etmesini bekliyor. Halbuki biraz düşününce böyle bir beklentinin yersiz olduğunu hemen farkedebiliriz. Her bir kişi, hakları dahilinde, eylemlerinde tercih ettiği güdüleri temel alabilir, sizin veya bir başkasının presiplerine, davranış kalıplarına uyma zorunluluğu yoktur." Siz burada beni mi kastettiniz bilemiyorum ama öyle olsun ya da olmasın ben bu ifadeyi rahatlıkla kendi üzerime alabilirim. Çünkü Semih'le olan yazışmamızda ona benim ateistler özelinde hiçbir olumsuz, kırıcı veya yıkıcı paylaşıma prim vermediğimden ve aynısını kendi dostlarımdan da beklediğimi yazmıştım... Dolayısıyla sizin ifadenizle birebir örtüşüyor benim bu yazdıklarım... Aslında bu ifadeniz, sabahtan beri anlatmak istediklerime çok somut bir örnek oluşturuyor. O yüzden buraya da taşımak istedim... Çünkü yine tüm duygulardan arınmış, tamamen salt düşünceye odaklanmış ve bana göre gerçek hayatta hiçbir yansıması olmayan bir ifade kaleme almışsınız... Semih benim 1k'da tanıştığım ve çok değer verdiğim dostlarımın başında geliyor. Yazdığı incelemeleri okumaktan, yorumlamaktan, onun yorumlarını da takip etmekten hem keyif alıyor hem de faydalanıyorum. O da her fırsatta benzer düşünceleri tüm samimiyetiyle benim için söyler. Sadece inanç ya da inançsızlık konusunda değil, belki de 1500 konuda farklı yanlarımız vardır özel hayatımızda... Bunu bilemiyorum. Ancak burada birbirimizi dinler, fikirlerimize değer verir, kimi zaman ayrı düştüğümüzde tartışır ama günün sonunda dostane bir şekilde geçinip gideriz. Bu konuda ayrı düşmemiz de gayet normal bir durum. Ancak normal olmayan şey bana göre şu; Semih en az benim kadar o paylaşımın provokatif bir yanı olduğunu biliyor. Bunun her ne kadar direkt muhatabı ben olmasam da dolaylı yoldan beni ve benim gibileri de rahatsız edebileceğini de biliyor. Ha bunu bilmese dahi ben yazarak söylüyorum ona. Semih kendi tercihinde kendine göre ne kadar haklı da olsa, sadece dostane nedenlerden dolayı dahi bu olayda tarafsız kalmayı seçebilirdi. Diğer yazıda kendini modore etmek derken bunu kastediyorum aslında... Kişisel görüşümüz ne olursa olsun, inanç ya da inançsızlık konusunda herhangi bir provokatif paylaşıma prim vermemek ve bunu karşı mahalledeki dostlarımızdan da beklemek çok insani ve hayatın içinde bir beklenti değil mi? Bu kadar insancıl bir ilişkiyi sizin tabirinizle 'yersiz bir beklenti' olarak değerlendirmek bana hem gerçekçilikten uzak hem de çok negatif geliyor. ---------------- Harun bey, yazınız güzel bir tartışma ortamına vesile oldu. Birbirimizin fikirlerine küfretme özgürlüğümüz olmasına rağmen bu hakkımızı kullanmak yerine seviyeli bir tartışma ortamında saygı ve anlayış çerçevesinde fikirlerimizi dile getirdik. İnsanların tercihleri, ifade özgürlükleri veya karşılıklı iletişimleri konusunda son 1 haftada 1k'da iki farklı model ortaya kondu... Bunlardan hangisinin daha verimli sonuçlar doğuracağını zaman bize gösterecektir sanırım... Teşekkür ederim... Sevgiler...
3 önceki yanıtı göster
harunk okurunun profil resmi
Merhaba Necip bey. İadei ziyaretinizden dolayı teşekkür ederek başlayayım. Farklı görüşlere, eleştirilere her zaman açığım, kendimi böyle durumlarda doğal hissediyorum. Hatta övgülerden, pohpohlamalardan daha rahat bir konumdur benim için böylesi. Çünkü asıl o zaman şaşırıyor, ne diyeceğimi pek bilemiyorum. Semih beyin yorumuna karşılık 'Güzel takdir sözleriniz için teşekkür ederim' demişim mesela. Sanki çirkin takdir sözleri de olabilirmiş gibi. Meseleyi kendi adınıza gündemden kaldırma kararınızı bozmuşsunuz görüyorum ki. Bu kararınıza sizin adınıza üzüldüm(biraz kafanızı dinleyip, rahatlasanız iyi olurdu), kendi adıma sevindim(kasıtlı olarak yalın tuttuğum ve bir çok yönünü değerlendirmediğim meselede kendimi daha açık ifade etmeme imkan tanıdığınız için). Bir kaç gündür ailemden, kız arkadaşımdan çok sizinle konuştum, bundan dolayı da biraz sitem yedim. Size bir yorum yazmazsam gözüme uyku girmiyor. :) Baştan telefon numaranızı verseydiniz (böyle bir şey talep etmediğim- es kaza birisi bu yorumu okursa diye- kamuya önemle duyrulur), beni bir hayli zahmetten kurtarmış olurdunuz. Nihayetinde yorumlarımı sadece siz okuyorsunuz zaten, öylesi daha kolay olurdu benim için. :) Ama güzel tartışma ortamının hatrına, şikayet etmemeliyim sanırım. Ahh... Nereden başlamalı. Konuşmalarımızdan birbirimizin genel bakış açısını ve pozisyonunu yeterince anladığımızı düşünüyorum. Bu nedenle bütünlüklü bir yazıdan çok, parça parça cevaplamaya çalışacağım değerlendirmelerinizi. Diğer türlüsünün zahmeti gözümü korkutuyor dürüst olmak gerekirse. :) Öncelikle kaanın tavsiyesiyle başlayalım. Her ne kadar başkası adına konuşmaktan hiç hazzetmesem de zannediyorum ki söylediği şey yazının mahiyetiyle alakalı ve okunmasına hususi bir durum, hayatımızın geneline, davranışlarımızın kökenine yönelik bir kılavuz değil. Başlıktan da anlaşılabileceği üzere, olabildiğince nesnel, genelgeçer bir şekilde insanların haklarının ve özgürlüklerinin sınırlarını, kapsamlarını belirlemeyi hedefledim yazımda. Bu nedenle de üzerine konuştuğumuz olayın arızı yönleriyle, tarafların davranışlarıyla ilgili hiçbir yargılamada, tespitte, tavsiyede, doğru yanlış değerlendirmesinde bulunmamaya çalıştım. Yani yazı, bir nevi hukuk denemesi olarak ele alınabilir ve böyle metinlerin doğaları gereği, duygusallık bir kenara bırakılarak yazılması, okunması ve değerlendirilmesi gerekir. Kaanın tavsiyesi bu prensiple ilgilidir. Ayrıca yazının neden böyle okunması gerektiği için bir başka gerek nedense, toplum olarak bu konuda fazlasıyla doğru bilinen yanlışlara sahip olmamız ve bu yanlışların trajik sonuçlara yol açıyor olması. Dolayısıyla yorumunuzun ileriki kısmında yaptığınız 'duygulardan tamamen arındırılmış' tespitinizi eleştiri değil, övgü olarak alıyorum izninizle. Tabii ki hiçbirimiz sadece düşünceden oluşmuyoruz. Hepimiz kararlarımızın veya tepkilerimizin kişiye göre değişen bir kısmını duygularımıza dayanarak ya da en azından onlardan da etkilenerek alıyoruz. Yazının ana amacından ve kapsamından bağımsız olarak, benim hayata bakış açım -denemeden de üstü örtülü şekilde çıkarımlanabilir-, bir hadiseyle karşılaştığımızda önce olabildiğince soğukkanlı bir şekilde meseleyi anlamaya çalışalım, sonrasında duygusal ya da başka her ne şekilde diliyorsak tepkimizi gösterelim. Bu demek değildir ki hayatımızdan duyguları tamamen ve kalıcı olarak çıkarıp atalım, robot gibi yaşayalım. Bunu kronik psikopatlardan başkası başaramaz zaten tahmin ediyorum ki. Hem başarabilecek olsak bile, bunu istememiz gerektiğinden, yaşamın o haliyle yaşamaya değer olduğundan ciddi derecede şüpheliyim. Neden böyle düşündüğüme gelecek olursak, doğru önermelerle verilen yargıların kişiyi doğru ya da en azından orantılı sonuçlara, eylemlere götürmeye meyilli olduğu kanaatindeyim. Sizin örneğinizden yola çıkacak olursak, sevgilisi tarafından terkedilen kişi eğer karşıdaki insanın tercih özgürlüğünün ve doğal haklarının varlığını teslim ederse, yine üzülür ama ilgili şahsın özgür tercihlerini taciz eden yönelimlerden geri durur. Aksi takdirde sadece kendi hak ve duygularından hareketle eylemde bulunan kişiler, günaşırı kadın cinayetlerinde gördüğümüz gibi, diğerinin yaşamına kastetmeye varan eylemlerde bulunmaya daha fazla meyilli olur. Diyebilirsiniz ki belki ben acımı sonuna kadar yaşamak istiyorum, hatta biraz Dostoyevsken bir insanım, acılarımdan zevk alıyorum, kimseye de bir şey yapmak gibi bir niyetim yok. Rasyonalizasyonlarınızı alın ve beni duygularımla başbaşa bırakın. Bu da gayet anlaşılabilir, saygı duyulması gereken bir tavırdır ve herkesin onun gibi olabilmesi dilenerek kişi rahat bırakılabilir. Bu duruma daha uygun bir örneği konumuz teşkil ediyor, ona dönecek olursak, o kişisel hakaret ve tehditleri savuran kesim, karşı tarafın ifade özgürlüğü hakkını teslim etseydi eminim ki bir çoğu bu tür tavırlardan sakınırdı. Ayrıca böyle olaylardaki duygusallığın pek az yapıcı ve olumlu, pek çok da olumsuz ve trajik sonucu olduğunu geçmiş tecrübelerimizden hepimiz çok iyi biliyoruz. Benim insan hakları teorilerimi ve olaylara bakış perspektifimi paylaşan hiçbir dindarın madımak olayına karışabileceğine ihtimal vermiyorum kanaati acizanemce. Tercih edilir ya da edilmez fakat hayata böyle bir bakış açısının avantajı budur. Gelelim değerlendirmenizin ana eksenine. İdealizasyonlar ve gerçek hayat. Öncelikle gerçek hayat tabirinizle ne anlatmak istediğinizden emin değilim. Aile çevreniz mi, eş dost arkadaş çevreniz mi, yoksa iş ortamınızı da kapsayan daha geniş bir çevre mi? Bana bunların hiçbirisi gerçek hayat için yeterli bir kapsam gibi gelmiyor açıkçası. Bana göre hayatımıza bir şekilde değen her şey, gerçek hayatın bir parçasıdır. Yani sokakta yanyana yürüdüğünüz tanımadığınız bir kimse de, dünyanın diğer ucundaki bir olay veya hayatına televizyondan, internetten tanık olduğunuz bir yabancı da, şu an karşılıklı konuştuğumuz platform da, Galeano ve kitabı da gerçek hayatın içine dahildir. Bu nedenle Galeano ve kitabına uygulanabilen bir prensip, gerçek hayata uygulanabiliyor demektir. Çünkü hayata benmerkezli bakmadığımız zaman, bu problemin bizim için olduğu kadar Galeano için de geçerli olduğunu farkederiz. Sizin deyiminizle bu idealize edilmiş düşünceleri anayasasında koruma altına almış ve gerçek hayata da halihazırda uygulayan bir dolu ülke vardır. Gözlemlediğimiz kadarıyla da bu konularda bizden çok daha az probleme sahip ve daha barışçı bir ortamda yaşıyor görünüyorlar. Mevzubahis ülkelere bakarak uygulanabilirlik problemi hakkında ne düşünmemiz gerekiyor? Oralarda yaşayanlar duygusuz yaratıklar mıdır? Ayrıca neden tatbiki için tek yapmamız gereken şeyin, insanların özgürlük alanlarına müdahale etmemek ve onları eylemleriyle başbaşa bırakmak gibi gayet basit bir tutum olan bir düşünce gerçek hayata uygulanamaz olsun. Bunun önündeki aşılmaz engel nedir? Bütün bu olgulardan ve argümanlardan bağımsız olarak da ileri sürdüğünüz savı onaylamam, kendime saygım ve varoluşuma inancım nedenleriyle, asla mümkün olamaz. Çünkü ben bu düşünceleri bizzat kendi hayatıma uygulayabiliyorum. Benim de bir insan ve gerçek hayatın parçası olduğum kabul edilmek durumundaysa ve bir genel yargının çürütülmesi için bir karşıt örneğin yeterli olduğu mantık ilkesi hala geçerliyse, bu düşünce gerçek hayata uygulanabiliyor demektir. Diyelim ki siz haklısınız, bunlar idealize edilmiş düşüncelerdir ve hayata uygulanabilirlikleri de yoktur. Peki bu durumda yapmamız gereken şey onları ima ettiğiniz şekilde toptan çöpe atmak mıdır? Yoksa güç bela ele geçirdiğimiz bu ideallere, tamamıyla uyarlayamıyorsak da, hayatımızı mümkün mertebe yakınlaştırmak mıdır? Kanaatimce ideallerin fonksiyonu budur zaten. Onlara ulaşmak belki asla mümkün değildir fakat ne kadar yakınlarına varabilirsek o kadar ilerlemiş oluruz sahalarında. -------------------------------------- Alıntının sahası ve motivasyonlarıyla alakalı düşüncelerimi birden fazla defa ifade etmiştim size. Tekrarlarla canınızı sıkmamak ve laf kalabalığından sakınmak için, küçük bir iki ekleme yaparak, kısaca ve kabaca belirtip geçeceğim bunları. Eylemin arkasında duygusal sebepler olabilir doğallıkla. Hatta olması kuvvetle muhtemeldir de. Zaten böyle bir varsayımı daha ilk yorumumda ben de yapmıştım. Bana göre alıntının paylaşımını insani kılan en önemli faktör de böyle bir ihtimalin varlığıdır. O alıntıyı yapan hanımefendi o gün kısa şort giydiği için kötü bakışlara maruz kalmıştır veya erkek arkadaşıyla gezdiği için hakaret işitmiştir, akşam evine geldiğinde de karşısına çıkan bu cümleyi kızgınlığının etkisiyle paylaşmıştır. Başından beri anlatmaya çalıştığım şey de gelip buraya dayanmakta bir bakıma. Doğru veya yanlış, ahlaki veya değil, vicdanen onaylarız veya onaylamayız, provokatif buluruz yahut bulmayız, üzülürüz, kızarız veya seviniriz, bunlar şahsi yargılardır ve üzerlerinde konuşup tartışmak bizi pek fazla uzağa götürmez. Yapmamız gereken şey, anlaşmamızın mümkün olmadığı subjektif değer yargılarıyla vakit kaybetmek değil, kişilerin eylemlerinin özgürlük sınırlarını aşıp aşmadığını belirlemek ve ona göre tavır almaktır. En başından beri ifade etmeye çabaladığım husus budur. Yazımın arkasında durmam gerekirse de bu eylem, sizin yazınızın alanına girip girmemesinden bağımsız olarak, benim yazımın alanına her zaman girer. ------------------------------- Semih beyle konuşmanızı okumadım. İletinin altına bir hanımefendi ben, başkalarının inançlarına hakaret etmeyi vicdanıma yediremiyorum, onların da aynını yapması gerekmez mi minvalinde sonradan sildiği bir yorum yapmıştı. O yorumdan ve başka gözlemlerimden hareketle yazmıştım o ifadeyi. Sözlerim kişisel arkadaşlıklarla alakalı değil, genel toplumsal ilişkiler hakkındaydı. Bir arkadaşınızdan, arkadaşlığınızın doğasıyla da göreceli olmakla birlikte, böyle bir beklentide olmanız tabii ki hakkınızdır ama bu beklenti genele yayılamaz, yayılsa da gerçekçi olmaz. "Kişisel görüşümüz ne olursa olsun, inanç ya da inançsızlık konusunda herhangi bir provokatif paylaşıma prim vermemek ve bunu karşı mahalledeki dostlarımızdan da beklemek çok insani ve hayatın içinde bir beklenti değil mi? Bu kadar insancıl bir ilişkiyi sizin tabirinizle 'yersiz bir beklenti' olarak değerlendirmek bana hem gerçekçilikten uzak hem de çok negatif geliyor." Bu mevzu, başlı başına bir tartışmayı hakedecek kadar derin bağlaşımlara sahip. Açıkçası bu konuya girersem bir kaç sayfa daha yazmadan konunun içerisinden çıkamayabileceğimi düşünüyorum. Daha fazla uzatıp, sizi de kendimi de yormak istemem. Bu noktaya bir şerh koyup, başka bir zaman tartışmak üzere rafa kaldırmayı tercih ederim kabul ederseniz. ---------------------------------- Aslında tartışmanın ve fikir alışverişinin temel ekseni sizin yazınızdı. Benim yazım da dolaylı da olsa sizinkinden türedi. Bundan ötürü asıl benim size teşekkür etmem gerekir. Zaman ne getirir, insanlar neye yönelirler, hangi sonuçları verimli olarak değerlendirmek gerekir bilemem tabi ama daha özgür ve birbirimizin haklarına saygı duyduğumuz bir dünyaya uyanmamız, kişisel dileğimdir. Son söz olarak, işlerimin yoğunluğundan dolayı geç ve kısa zamanda yazmak zorunda kaldım yorumumu. Hatalar, eksikler ve özensizlikler olacaktır. Bunlardan dolayı kusura bakmamanızı rica ederim. Rica ve teşekkür ederim. Saygılar.
3 sonraki yanıtı göster
Semih Doğan okurunun profil resmi
Konuyla ilgili okuduğum en aklı selim paylaşım buydu. Elinize ve berrak zihninize sağlık... Hukukta “silahların eşitliği” diye bir kavram vardır. Çok güzel bir kavramdır ve hayatta da olması gerekendir. O günkü olayda ve sonrasında devam eden süreçte, insanların silahların eşitliğini kabul etmediğini, kendisine ateşli silahlar kullanma hakkı tanırken karşısındakine sadece sopa kullanma hakkı tanıdığını gördüm. Olumlu düşünce ifade ederken sorun yokken, olumsuz düşünce ifade etmekte neden sorun olsun? “İfade özgürlüğü” kavramı bunu gerektirir... Ayrıca neyin kutsal olup olmadığına kim karar veriyor? Bunu ölçen bir aletimiz mi var? Herkesin her şeyi kutsal addetmesi halinde olumsuz ifade özgürlüğü diye bir kavram kalır mı? Olumsuzu olmayan bir kavramın olumlusu da mümkün olmayacağına göre ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmış olmuyor muyuz? Neyse, çok uzatmayacağım ama bu yazınız herkes tarafından okunmalı diye düşünüyorum.
harunk okurunun profil resmi
Güzel takdir sözleriniz ve değerli katkınız için teşekkür ederim. İfade özgürlüğü ve kutsallık kavramı konularındaki görüşlerinize sonuna kadar katılıyorum. Yazımda da benzer argümanlar yer alıyor. Bana göre insanlar iki basit hususu gözden kaçırıyorlar böyle hadiselerde. Sorun esas olarak buralardan kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, meselelere objektif bir şekilde bakamamaları. Bütün değerleri ve davranışları bulundukları noktadan hareketle belirledikleri için, karşı tarafın pozisyonunun hakka uygunluğunu veya geçerliliğini doğru bir şekilde tartamıyorlar. İkincisi ise, yanlış veya en azından eksik genellemelere başvurmaları. Misal olarak, kendisi bir başkasının görüşüne laf etmiyorsa, ondan da aynı şekilde hareket etmesini bekliyor. Halbuki biraz düşününce böyle bir beklentinin yersiz olduğunu hemen farkedebiliriz. Her bir kişi, hakları dahilinde, eylemlerinde tercih ettiği güdüleri temel alabilir, sizin veya bir başkasının presiplerine, davranış kalıplarına uyma zorunluluğu yoktur.
Kaan okurunun profil resmi
Kaleminize sağlık. Keşke herkes duygusallığı ve hassasiyeti bir kenara koyarak yazınızı okusa.
harunk okurunun profil resmi
Benim de yazarken temel motivasyonum bu yöndeydi. Toplumsal karakter nedeniyle yaşadığımız ve tanık olduğumuz her olaya duygusal tepkiler veriyoruz. Bu da bizi meseleleri anlama, değerlendirme ve onlara doğru reaksiyonları gösterebilme noktalarında hatalara sürüklüyor. Umarım bir gün hadiselere daha nesnel bir bakış açısından bakabilmeyi öğreniriz.
1 sonraki yanıtı göster
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.