Gönderi

AŞK ÜZERİNE SAYIKLAMALAR
                                                                       Günümüzde aşk sözcüğüne yöneldiğimiz andan itibaren, yıpratılmış, geveleye geveleye her zerresi sulandırılmış bulaşık bir kavramın ağlarında buluruz kendimizi. Öyle bir kavram ki geçmişten günümüze aynı kalıp ve mazmunlarla yapışkan bir tekerlemeye dönüşmüş, nesilden nesile sirayet eden alışkanlıkların basıncı ile yazar, çizer ve düşünürlerin temayüllerinde tanımlanabilir bir terminolojiye evrilmiş, kalıplaşmış sınırları belli olan bir kavram. Batı ve doğu uygarlıklarında ki sanatsal ve edebi metinlere  bakıldığında cinsiyet eksenli, mutsuz biten aşklar çevirir etrafımızı. Hüsrev ile Şirin, Romeo ve Juliet, Leyla ile Mecnun, Tiristan ve İzol, Kerem ile Aslı, Carmen ve Don Jose, Tahir ile Zühre, Heleoise ve Abelardus.... Aragon’u teyit edercesine bu liste tarihin farklı evrelerinde, değişik coğrafyalarda yaşanmış hikayelerde uzayarak devam eder. Bu metinlerde ve günümüz aşk konulu gerek roman,hikaye,şiir gibi yazılı edebi eserlerde ; gerekse tiyatro ve sinema gibi görsel sanatlarda duygudan çok bir ilişki formu anlatıla gelir sürekli; karşı cinslerden oluşan mutsuz biten bir ilişki formu. Aslında sosyal yaşam içerisinde bireylerin aşkı algılayış ve yaşama biçimleri de bunlardan çok farklı değildir. Sanat ve edebiyatta ki yanlı(ş) algılayış ve uygulanış biçimi paralelliğinde toplumda ki aşk algısı da çarpık duyumsallıktan uzak , cinsiyet eksenli toplumsal bir alışkanlığa evrilmiştir. Tam da bundandır geçmişten bu güne insanların tutku, ihtiras, mutsuzluk ve cinsellik imgelenimi üzerine kurgulanmış Yeşilçam melodramı şeklinde ki aşk temayülü, bundandır aşkın içkin işlevselliğini unutarak apış aramızda doyurulamamış tutkularımızda anlamlandırmaya çalışmamız. Bundandır saksıda ki çiçeklerine su verirken muhabbetini sözcüklere dökerek bu işi kutsal bir ritüele dönüştüren ablaya tuhaf tuhaf bakmamız,  bundandır akşam ajansında kedisine bütün mal varlığını bırakan adama şeddelisinden bildiğimiz tüm küfürleri yağdırmamız. Mevlana ile Şems'in aşkını amiyane anlamlar yüklememiz, Mansur'un katli, Yunus’un anlaşılmayışı bundandır. Aşk algısının duyumsallıktan bir yaşam formuna doğru evrilmesini, toplumun istek ve eğilimleri düzleminde yapılanmış sanat ve edebiyatın mı? Yoksa sanat ve edebiyatın toplum üzerinde oluşturduğu bir algı deformasyonu mu olduğunu söylemek bu noktada  çok mümkün değil. Çünkü öncelikle bu sorunun cevap bulabilmesi için sanat ve edebiyatın salt estetik haz mı? Yoksa toplumu yönlendirmek amaçlı bir araç mı? Olduğu sorusunun Platon’dan buyana verilmemiş cevabının verilmiş olması gerekiyor. Bu noktada benim anlamlandırmak istediğim şey, Aşk imgeleniminin sanat ve edebiyat kaynaklı mı, yoksa toplumsal kaynaklı bir deformasyona uğrayarak diğerini etkilediği değil, duyumsallıktan cinsiyet eksenli mutsuz bir ilişki formuna evrilişidir. Bu noktada şunu söyleye bilirim ki kanaatimce aşk ikinin bire evrilmesidir. Ve bana göre   her ruh bu evrilme sürecinde farklı reaksiyonlar ortaya koyar, farklı yaşam düzlemleri içinde farklı hikayeler ile  örülü kendine özgü, her bireyde farklı tanımlanan, kişisel, cinsiyetten uzak, genellemez  bir duyumsama biçimi oluşturur. İşte tam da bu muğlak örgü, bu tanımlanamazlıktır aşk. E. Arıkan
·
18 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.