Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Boratav ise savunmasında Atsız için şunları söylemektedir: Nihal Atsız'ın Cumhuriyet prensiplerine aykırı düşüncelerinin sadece fanteziden ibaret olmadığı, üniversite yıllarından sonra yavaş yavaş anlaşılıyordu. Nihal, etrafındakilerden ya tam bir alakasızlık ya da tam bir inkıyat görmeye alışmıştı. Ben, herhalde, onun karşısında münakaşa etmeye kalkışan ilk insan olmuştum. O memleket realitesini görmüyordu. Birkaç mahdut kitabın içinde kendine ütopik bir dünya yaratmış ve böyle bir dünyanın gerçekleşmesi sevdasına düşmüştü. İnkılabımız bize, halkımızı bir kültür bütünü içinde kaynaştırmayı, bugünkü siyasi sınırları dahilinde, nüfusunun birkaç misline çıkmış bir milleti beslemeye ve mesut etmeye yeter bir yurt içinde kalkınma yollarını aramayı emrediyordu. Nihal ise Anadolu'yu ırklar ve milliyetler hercümerci içinde görmek istiyor ve Birinci Cihan Harbi politikacılarının Turancılık parolalarını tekrarlıyordu. (Çetik, 1998: 52) Peki Boratav, Berkes ve Boran'ın yargılanmasına giden süreç nasıl başlamıştır, bu hocalar hangi olayların neticesinde ve nasıl bir siyasal atmosferde hakim karşısına çıkarılmışlardır? Bu soruların yanıtlarını verebilmek için Boratav'ın savunmasını yaptığı tarihten, yani 1950'den beş yıl geriye, 1945 yılına gitmemiz ve "Tan Matbaası baskını" olarak bilinen hadiseye bakmamız gerekiyor. Tan Matbaası baskınından 1948'deki DTCF baskınına ve solcu üniversite hocalarının yargılanmasına uzanan süreç, antikomünizmin siyasetin merkezine yerleşmesinin ve bunun hem düşünce dünyamıza hem de üniversiteye yansımasının anlaşılması bakımından son derece önemlidir. Bu süreçle birlikte Türkiye çok partili hayata siyasette olduğu gibi düşünce dünyasında ve üniversitede de solu tasfiye ederek geçmiş olacaktır. Tan Matbaası baskınını tetikleyen olaylar silsilesi, 24 Kasım 1945'te Görüşler adlı derginin ilk sayısının yayımlanmasıyla başlar. Bu dergi sol aydınlarla, bir süre sonra CHP' den ayrılarak Demokrat Parti'yi kuracak olan liberallerin ortak çıkardıkları bir dergidir ve derginin kapağındaki isimler bu ortaklığı açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Niyazi Berkes, anılarında dergiyle ilgili şunları söyler: Saldırının bahanesi Görüşler adlı bir derginin ilk ve biricik sayısı. Gerçekte asıl hedef Tan Matbaası ve gazetesiydi. Bu dergi oluşma halindeki demokrasi cephesinin organı olarak düşünülmüş. Ön ayak olan, eski dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ankara'daki Bayar, Menderes, Köprülü ile İstanbul'daki Sertel'ler, Baykurt ve onları kendileri ile birlikte saydıkları ilerici gençler arasında köprüyü kurduğu sanılıyordu. Derginin kapağında 6 fotoğraf vardı: Bayar, Aras, Köprülü, Menderes, Sabiha Sertel ve Cami Baykurt. Bu resimlerin altında Pertev Boratav ve Behice Boran'dan Aziz Nesin ve Sabahattin Ali'ye kadar bir dizi kişi. Aralarında benim adım da var. Derginin bu ilk ve son sayısında Sertel'lerin, Aras'ın, Baykurt'un yazıları var. Gençlerden de yalnız Boran, Cemgil, Sabahattin ve Nesin'in yazıları vardı. (Berkes, 1997: 354) Çok partili hayata geçiş hazırlıkları yapılırken, özellikle Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel, Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi ve Fevzi Çakmak'la birlikte bir "demokrasi cephesi" kurabileceklerine inanmaktadırlar. Sabiha Sertel anılarında Celal Bayar'ın milletvekilliğinden istifa edip yeni bir parti kurma hazırlıklarına giriştikten sonra, eşi Zekeriya Sertel'le temasa geçerek Tan gazetesinden faydalanmak istediklerini söylediğini anlatır. Tevfik Rüştü Aras'la birlikte Sertel'leri Moda'daki evlerinde ziyaret eden Bayar, yeni bir dergi çıkarmayı düşündüklerini, dergiyi Sertel'lerin çıkarmasını istediklerini ve gereken sermayeyi vereceklerini söyler. Sertel'lerin derginin hedefinin ne olacağına ve yeni bir parti kurmak niyetinde olup olmadıklarına ilişkin sorularına Bayar şu yanıtı verir: Bizim hedefimiz, memlekette yarım kalan demokrasi devrimini tamamlamaktır. Kanunlarda anayasaya aykırı maddelerin kaldırılması, üniversiteye muhtariyet tanınması, hürriyetleri boğan polis kanununun değiştirilmesi, mecliste muhalif partilere murakabe kanununun tanınması için savaşacağız. Yeni bir partinin kurulması için çalışıyoruz. Dergi, bu prensipleri savunacaktır. Bayar, "Partinizin programında toprak reformuna yer verecek misiniz?" sorusunu ise temsil ettiği sınıfın çıkarları doğrultusunda ve sonradan kuracakları Demokrat Parti'nin programına uygun şekilde yanıtlar: Programımız henüz hazırlanmış değildir. Toprak reformu uzun vadeli bir iştir. Memlekette uzun tetkiklere dayanan bir kadastro yapılmadıkça, toprak dağıtımı düşünülemez. Köylünün topraklandırılması, ziraatın geliştirilmesi için çalışacağız. Fakat bundan önce vatandaşların söz, düşünce, örgütlenme hürriyetlerini sağlamak, insan haklarını güvenlik altına almak gerek. Sertel'ler Bayar'a, "işçilere teşkilatlanma, sendika kurma, grev haklarını tanıyacak mısınız?" diye de sorarlar ve Bayar'ın bu soruya cevabı, "Demokratik bir rejimde bu hakların tanınması şarttır. Eğer bir gün iktidara gelirsek bu hakları mutlaka savunacağız," şeklinde olur. (Sertel, 2015: 253-254) Sertel'lerin Bayar'ın teklifine cevabı ise şöyle olur: Halk Partisi devrimci niteliğini yitirmiştir. Yeni kurulacak partinin ödevi, burjuva demokrat devrimini tamamlamaktır. Bu da ancak geniş bir cephe muhalefeti çalışmalarıyla sağlanabilir. Bugün mecliste, partide, birkaç mebusun muhalefete geçmesi, bir kitle hareketini sağlamaz. Kurulacak partinin işçi sınıfına, köylüye, ilerici aydınlara, orduya, halka dayanması lazımdır. Basında az çok bir muhalefet cephesi kurulmuştur. Tan, La Turquie, hatta Vatan gazetesi, ayrı amaçlarla olsa dahi demokratik bir rejimin kurulmasını savunuyor. Basında olduğu gibi tek parti, tek şef sistemine karşı olan bütün demokrasi taraflıları arasında bir cephe kurmak lazımdır. (Sertel, 2015: 255-256) Görüşler dergisinde yer alan isimlerden Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi isimler, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde tanışmış, sonradan aralarına Adnan ve Nazife Cemgil, Ruhi Su ve Sabahattin Ali de katılmıştı. Bu grup Görüşler' den önce Yurt ve Dünya ile Adımlar adlı dergileri de çıkartmıştı. Her iki dergi de Türkçü faşistlerin saldırıları ve hedef göstermeleri neticesinde önce Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in sözlü ricasıyla, sonra da resmi olarak 15 Mayıs 1944'te kapatıldı. Bu isimlerin ve dergilerin TKP'yle bağlantılı olduğu düşünüldüğü için, Şubat 1944'te TKP'ye yönelik operasyondan sonra kapatılmaları şaşırtıcı değildi. O dönemde üniversitede öğrenci olan Halil İnalcık, bu gruba dair gözlemlerini şöyle anlatıyordu: "DTCF'nde . . . Muzaffer Şerif, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi sosyologlar vardı; bunlar ABD' den DTCF'ye gelmiş sosyolog grubuydu, sosyal devrim yapmak için evvela Türk halkının sosyal koşullarını değiştirmek gerektiğine inanmışlardı, sosyalisttiler. Yeni bir hava getirdiler ve DTCF'nde iki karşı grup oluştu; birisi . . . milliyetçi, ananeci, İslamcı grup, ötekilerse Amerika' dan gelen Behice Boran gibi aşırı veya ılımlı sosyalistler grubu. Ben Behice Boran'ların grubunu da takdir eder, severdim." (Atılgan, 2009: 51) Gökhan Atılgan, sol aydınların liberal demokrat bir partinin iktidara gelmesini iki nedenle desteklediklerini söylemektedir: Bunlardan birincisi, başında ırkçı bir kişinin bulunduğu hükümetin devrilmesinin SSCB ile dostane ilişkilerin yeniden kurulmasının koşullarını hazırlayacağı varsayımıydı. İkincisi ise, yeni hükümetin atacağı liberal demokrat adımların Türkiye'de burjuva demokratik devrimin tamamlanmasına hizmet edeceği ve böylece sosyalizmin önünün açılacağı kabulüydü. (Atılgan, 2009: 73) İnönü iktidarının hedefi ise bu cepheyi daha nüve halindeyken dağıtmaktır. Burada başvurulacak silah antikomünizm olacak ve Bayar, Menderes ve Çakmak'a komünistlerle işbirliği yapma suçlamasında bulunulacaktır, Bunun için hazırlanan tertip ise Tan Matbaası baskını olacaktır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında antifaşist ve Sovyet dostu bir çizgi izleyen Tan gazetesi, savaştan sonra ise üç temel noktaya odaklanmış durumdadır: Birincisi, savaş boyunca Nazizm'i savunanları teşhir ederek onların savaş sonrasındaki demokrasi söylemlerinin sahteliğini açığa çıkarmaktı, İkincisi, savaş boyunca yürütülen SSCB karşıtı propagandanın izlerini silmeye çalışarak halk katında bu ülkeye karşı sempati yaratmaktı, Üçüncüsü, serbest seçim yoluyla yeni bir hükümet kurulmasıyla demokratik hakların tanındığı yeni bir rejimin temellerinin atılmasını sağlamaktı. (Atılgan, 2009: 74) Bu üçü, Tan'ın bir operasyona maruz kalması için yeterince gerekçe sunmaktadır ve operasyon çok gecikmeyecektir, 3 Aralık 1945'te Hüseyin Cahit Yalçın Tanin' de "Kalkın Ey Ehli Vatan" adlı bir yazı yayımlayarak Görüşler dergisini hedef gösterir. Yazıda şöyle denilmektedir: "Büyük vatansever Namık Kemal'in sesi bugünün parolasıdır. Kalkın ey ehli vatan. Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazım, Çünkü en azgın ve insafsız bir propagandanın, Türk vatandaşlarının ruhuna her gün en yakıcı, yeis verici, ümit kırıcı bir propaganda zehrini dökmesine müsaade edemeyiz, Bir vatan sahibi olmak, bu vatanın içinde hür ve müstakil yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya karşı koymaya mecburdur, Görüşler dergisini açıp da Bayan Sertel'in "Zincirli Hürriyet" makalesini okuduğum zaman, sayfayı süsleyen bu kıpkızıl demirlerle, bize nasıl bir hürriyet hazırlamak istediklerini derhal anladım, Bayan Sertel şöyle diyor: "Hür insanlar cemiyetinin en büyük şiarı, geniş halk kitlelerinin menfaati için icap ederse şahsi menfaatlerini feda etmektir," Komünist edebiyatıyla meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kitlelerinin menfaati namına hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya' dır. (Sertel, 2015: 287) Yazının buraya kadar olan kısmı klasik antikomünist demagoji kapsamında değerlendirilebilir. Asıl vurucu olan ise son iki cümledir, çünkü Yalçın yazıyı, "Bunları susturmak için cevap vermek hükümete düşmez. Söz, eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır," diyerek bitirir ve açık bir linç çağrısı yapar. 4 Aralık 1945'te ise Cumhuriyet gazetesinde "Bizim Yoldaşlar Nihayet Maskelerini Attılar" başlıklı bir haber yayımlanır ve derginin adındaki G harfi ters çevrildiğinde ortaya bir orak görüntüsü çıktığı iddia edilerek, "Bunun çekici nerede?" diye sorulur. Aynı gün Tan, Yeni Dünya ve La Turquie gazetelerinin matbaalarıyla "Berrak" ve "ABC" kitabevleri basılır. Yeni İstanbul gazetesi yazarlarından Tekin Erer, hadiseye dair tanıklığını şöyle anlatmaktadır: 4 Aralık 1945 sabahı, erkenden üniversite bahçesine gittim, Ellerinde bayraklar olduğu halde talebeler yavaş yavaş toplanıyorlardı. Birçoklarının ellerinde de Atatürk ve İnönü'nün çerçeveli fotoğrafları vardı. Kısa zamanda kalabalık on bin kişiyi buldu. Saat 09.30' da kalabalık, bir sel gibi Beyazıt Meydanı'ndan Çarşıkapı istikametine doğru yürüyüşe geçti. Tan gazetesine giderken, Cağaloğlu Yokuşu'nun başında bulunan ve komünizme ait kitaplar satan A.B.C Kitabevi birkaç dakika içinde yok edildi. Bundan sonra Tan gazetesine gidildi. Bir taraftan "Kahrolsun komünizm, kahrolsun Serteller, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! " diye bağırıyorlar, bir taraftan da gençler akın akın taşlarla, demirlerle pencereleri, kapıları aşağıya indiriyorlardı. (Sertel, 2015: 289) İlhan Darendelioğlu'nun anlatımına göre kalabalık, Ahmet Emin Yalman'ın başında bulunduğu Vatan gazetesine de yürümek ister, ancak daha sonradan milliyetçi entelijansiyanın önemli isimlerinden biri haline gelecek ve Aydınlar Ocağı'nın kurucuları arasında yer alacak olan Muharrem Ergin, öğrenci arkadaşlarına, "Arkadaşlar, Vatan gazetesi bizim için asıl tehlike değildir, biz Tan gazetesini protesto etmek için toplandık, Tan'a doğru yürüyelim," şeklinde bir uyarıda bulunur ve kafile yönünü Tan'a çevirir. (Darendelioğlu, 1975: 162) Kalabalık, yaklaşık bir saat içerisinde Tan Matbaası'nı talan eder ve bu sefer de Yeni Dünya gazetesini gözlerine kestirir. Gazete Sovyet Konsolosluğu ile aynı sokakta olduğu için polis buna izin vermek istemez, ancak eylemciler kararlıdır: Saat 10.30'da Tan gazetesinin tahribi, tamamıyla bitmişti. Artık burada gazete çıkmayacağı kanaati hasıl olduktan sonra gençler, köprüyü geçerek Beyoğlu'ndaki Sovyet Sefarethanesi'nin Tünel'e bakan köşesindeki sokak içinde faaliyette bulunan Yeni Dünya gazetesine doğru yürüyüşe geçti. Burada Yeni Dünya'dan başka La Turquie isimli Fransızca bir gazete daha yayımlanıyordu. Bunlar da Tan gazetesinin neşriyatına muvazi olarak komünizmi benimseyen yazılar neşrediyorlardı. Polis, Sovyet Sefarethanesi'ne bir tecavüz olur düşüncesiyle itfaiye vasıtalarıyla yolları iyiden iyiye tutmuştu. Bundan dolayı Yeni Dünya gazetesine hücum etmek teşebbüsü önce akamete uğruyordu. Fakat bir müddet sonra toplum heyecanı içinde kendinden geçen gençler, itfaiyecilere hücum ettiler. Onların ellerinden hortumlarını alarak, bizzat itfaiyecilerin üzerine sıkmaya başladılar. Bunu fırsat bilen gençler Yeni Dünya Matbaası'na yürüdüler. Birkaç dakika içinde bu matbaa da yerle bir edildi. Makineler, mobilyalar, kitaplar, gazeteler, arşivler sokaklara dökülmüş parça parça edilmişti. Bu arada Tünel' de sol neşriyata ait kitaplar satan Berrak Kitabevi de tahrip edilerek ticaret hayatından silindi. (Sertel, 2015: 290) Berrak Kitabevi'nin de tahrip edilmesinin ardından kalabalık Taksim Meydanı'na yürür ve burada söylenen İstiklal Marşı'nın ardından bir genç Taksim Anıtı'na çıkarak şöyle bir konuşma yapar: Bu miting hiçbir tahrikin mahsulü değildir. Eğer bir muharrik varsa o da uzun zamandan beri Türk birliğini bozmaya çalışan, Türk şehitlerine, Türk tarihine, Türk vatanperverliğine hakaret eden ve başka devletlerin menfaatlerine hizmet eden neşriyatı yapanlardır. (Darendelioğlu, 1975: 163- 164) Kalabalıktan bir bölüm, nümayiş sonrasında Büyük Doğu dergisinin önüne gider ve Necip Fazıl lehinde tezahüratlarda bulunur. Baskın bir CHP tertibi olmasına rağmen, CHP muhalifi Necip Fazıl'a yönelik bu teveccüh, o yıllarda siyasi yelpazenin farklı kanatlarında olanların antikomünizm müştereğinde nasıl birleştiklerine dair önemli bir göstergedir. Niyazi Berkes, Tan Matbaası baskınının bir iktidar operasyonu olduğunu ve bununla aşağıdaki dört hedefe ulaşıldığını söyler: 1- Milli Şeflik rejiminin karşısına çıkacak gibi gözüken sol liberal cephenin, sadece bir G harfini kullanmakla bile dağıtılabilecek denli güçsüzlüğü gösterilmiş oldu. · 2- Bu, cephe gibi gözüken ve zaten Şefin partisinde olup da istedikleri yere gelemediklerinden ayrılan kişilerin kolayca ürkütülebileceği ve uzlaşma oltasına takılabileceklerini gösterdi. 3- Görüşler dergisi öndeki cephenin arkasında olduklarından kuşkulanılan solcu aydınları listeleyerek tanıtıyor, "tescil" ediyordu. 4- Belki en ilginç sonuç, az sonra bütün bunlardan arınmış olarak (7 Ocak 1946'da) Demokrat Parti'nin resmen kurulması oldu. Sabiha Sertel de meselenin hem iç hem dış boyutu olduğunu söylemektedir, CHP içeride bir muhalefet cephesi kurulmasını engellemiş, dışarıya ise Sovyetler'e karşı Batı blokunun içerisinde yer alma çabalarının hızlandığı günlerde Türkiye'nin komünizm tehdidi ile karşı karşıya olduğu mesajı verilmek istenmiştir: La Turquie ve Tan matbaalarının yıkılması, La Turquie ve Yeni Dünya gazetelerini çıkaranların yazılarına komünizm damgası vurulması, rastgele bir olay değildi. Saracoğlu hükümeti bir taşla iki kuş vurmak istiyordu. Birincisi, Halk Partisi'ne karşı muhalefete geçen Celal Bayar grubunun ilerici kuvvetlerle işbirliği yapmasını önlemek, ikincisi de Amerika'ya karşı memlekette komünistlerle mücadeleye geçtiğini göstermek suretiyle Amerika' dan yardım sağlamaktı. Türkiye harp yılları içinde Alman faşizmine yardım ettiği için müttefiki İngiltere ve Sovyetler Birliği'ni tedirgin etmiş, yalnız kalmıştı. İnönü Amerika' dan destek bulmak, Amerika' dan kredi almak pahasına, memleketi Amerika'nın kuyruğuna takmaya hazırlanıyordu. İlericilere karşı alınan bu şiddetli tedbir, Amerikan emperyalizmine verilen bir tavizdi. (Sertel, 2015: 293) Sovyetler Birliği de Tan Matbaası baskınının kendisine yönelik boyutunun farkındadır ve baskından yaklaşık on gün sonra Moskova Radyosu, "Sovyet neşriyatı satan iki kitabevinin tahrip edilişinin Sovyetler'e karşı yapılan bir hareket mahiyetinde olduğunu, nümayiş esnasında emniyet kuvvetlerinin alakasız kaldığını, binaenaleyh Türk hükümetinin bu tecavüze göz yumduğunu" söyleyecektir. Dışişleri Bakanı Hasan Saka ise Moskova'ya bir cevap vererek Tan baskınının "tamamen Türkiye'ye ait bir iç mesele mahiyetini taşıdığını, memlekette yapılan bazı tahrikçi neşriyat karşısında Türk efkarında tepki mahiyetinde olduğunu, polis tarafından göz yumulduğunun ise hilafı hakikat" niteliği taşıdığını söylemiştir. (Darendelioğlu, 1975: 165) Bu baskının ardından DTCF hocaları Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Behice Boran, "bakanlık emri"ne alınırlar, daha sonra Danıştay bu uygulamayı iptal eder ve görevlerine dönerler; ancak bu, tasfiyeye giden süreci engellemeyecektir. 29 Ocak 1947'de Meclis'te "komünistlerle ilgili yürütülen soruşturmanın gidişatı"na dair bir soru önergesi verilir. İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer önergeyi yanıtlarken, Tan, Yurt ve Dünya ve Adımlar dergilerinin TKP yayını olduğunu söyler, ardından da Sertel'lerle Tevfik Rüştü Aras, Fevzi Çakmak ve Bayar-Menderes arasındaki bağlantıları gösteren mektuplar okuyarak, doğmakta olan muhalefeti komünistlerle ilişkili olmakla suçlar. 1 Mart 1947' de Ankara Üniversitesi Rektörlüğü'ne başını Türkçü öğrencilerin çektiği 67 imzalı bir dilekçe verilir ve Yurt ve Dünya ile Adımlar dergisinde yazıları çıkan öğretim üyelerinin üniversiteden uzaklaştırılmaları talep edilir. 5 Mart'ta ise bu dilekçeye karşılık olarak bilimsel özgürlüğü ve akademik özerkliği savunan 108 imzalı bir dilekçe hazırlanır ve rektörlüğe sunulur. Dilekçede şöyle denilmektedir: "Kökü hariçte ve memleketimizi yabancı ellere teslim edecek ve bu idealin peşinde koşan kimselerin faaliyetlerine çok kısa zamanda son verilmesini rica eder, ellerinizden öperiz." (Atılgan, 2009: 91) 6 Mart'ta sağcı öğrenciler, Pertev Naili Boratav'ın DTCF konferans salonunda vereceği konferansı bahane ederek solcu hoca ve öğrencilerin fakülteden kovulması için bir gösteri yaparlar ve burada Marko Paşa ve 24 Saat adlı yayınları yırtarlar. 24 Saat'in basıldığı matbaaya yürümelerine ise polis izin vermez. Bu dilekçede ise şu ifadeler yer almaktadır: "Diz onlardan, olayları ve şartları ilim anlayışı ile değerlendirmeyi, gerçeklerden korkmamayı, ilim ve hakikat uğrunda feragat ve cesaretle çalışmayı ve bu çalışmalarda hususi ve şahsi menfaatler üstünde daima millet ve vatan sevdasını hedef tutmayı ve -demokrat bir gençliğe yakışır şekilde- bütün meselelerde yalnız ve yalnız gerçeklere dayanarak kendi muhakememizle karar verip kendi irademizle hareket etmeyi öğrendik." (Atılgan, 2009: 92-93) Darendelioğlu'nun anlatımına göre sağcı öğrencilerin talepleri şunlardır: Rektörden rica edelim, konferanslarda bu kürsüden mukaddesatımız aleyhinde bulunmalara mani olunmalıdır. Üniversiteden solcu profesör ve doçentler kovulmalıdır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel' in tesiriyle mekteplere ve yüksekokullara aldırılan, abone edilen Yurt ve Dünya, Adımlar mecmuaları toplattırılıp, haklarında zaten takibat yapılmakta olan solcu öğretim üyeleri hiç olmazsa nezarete alınmalıdır. (Darendelioğlu, 1975: 178) "Tek parti istibdadına karşı memlekete demokrasiyi getirmek" iddiasıyla kurulan Demokrat Parti'nin yayın organı Kuvvet'te, sonradan Menderes hükümetlerinde bakanlık da yapacak olan tarihçi Fuad Köprülü tarafından hadiseye ilişkin olarak yazılan aşağıdaki satırlar, antikomünist mutabakatı bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır: Sevgili genç arkadaşlar! Sizler, vatan ve millet duygusunu, hürriyet ve istiklal aşkını bütün tarih boyunca en yüksek derecede göstermiş fedakar bir milletin çocuklarısınız. Hepinizin aile ananelerinde, uzak, yakın birçok şehitlerin aziz hatıraları yaşar. Türlü türlü sebeplerle, Avrupa medeniyeti kervanına çok geç katılmak mecburiyetinde kalan milletimizi bir an evvel insanlık camiası içinde kazanmaya layık olduğu şerefli mevkie ulaştırmak vazifesi, sizin dinç omuzlarınıza yüklenmiş bulunuyor. Bu kutsi ve şerefli vazifeyi başarabilmek için muhtaç olduğunuz sonsuz kudreti ancak milli idealimizden alacaksınız. Şu son harp yıllarında komünizm prensiplerini hayata tatbik ettiklerini ilan eden memleketlerde bile milliyetçilik hislerinin nasıl bir kuvvet kazandığını elbette bilirsiniz. Bu böyle iken vatan ve milliyet duyguları, aile ve mülkiyet mefhumları gibi Türk halkının mukaddes tanıdığı mefhumları ilim ve serbest tefekkür maskesi altında yıkmak isteyenlerin telkinlerini nefretle reddedeceğinize şüphe yoktur. İleri fikirler diye adeta bir moda haline getirilmek istenilen totaliter ve hürriyet düşmanı telakkiler karşısında Türk gencinin hareketsiz kalmaması tabiidir. (Darendelioğlu, 1975: 1 8 1-182) Bu esnada gazetelerde "Amerika' da Komünist Memurlar İşten Çıkarılacak" tarzı haberler yapılmakta ve ABD Türkiye'ye emsal olarak gösterilmektedir. 14 Mart 1947'de üniversite yönetimi Boratav, Boran ve Berkes hakkında "üniversite kürsülerinde yabancı ideolojileri yayarak Türk gençliğine zehir saçmak isnadıyla" soruşturma başlatıldığını duyurur. Hocalar 10-11 Ekim günlerinde savunmalarını yaparlar. 27 Aralık'ta ise "DTCF baskını" olarak bilinen hadise gerçekleşecektir. 27 Aralık'a doğru gidilirken özellikle üniversite öğrencileri arasında antikomünist bir teyakkuz halinin yaratılmaya çalışıldığı gözlenmektedir. 10 Aralık 1947'de Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) Hukuk Derneği, "Derneğimiz iman olarak benimsediği milliyetçilik anlayışına dayanarak vatan, millet ve aile gibi milli mukaddesat mefhumlarını inkar eden komünizm ile daha şiddetli mücadeleyi şiar ittihaz eder," şeklinde bir açıklama yapar. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti'nin açıklamasında ise, "İnanıyoruz ki istikbalimizin garantisi, milletimizin en asli vasfı neticesi olarak telakki ettiğimiz Ata'mızın ölmez vasiyetini şu anda bir kere daha duyurmak isteriz. 'Komünizm her görüldüğü yerde ezilmelidir"' denilmektedir. İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Ankara Tıp Talebe Cemiyeti ve Ankara Veteriner Fakültesi Derneği de aynı günlerde benzer açıklamalarda bulunacak ve komünizmle mücadele çağrısı yapacaktır. MTTB' de yapılan toplantıda ise tıpkı Tan Matbaası baskınında karşımıza çıkan Muharrem Ergin gibi ilerleyen yıllarda sağ entelijansiyanın önemli isimlerinden biri haline gelecek olan Ahmet Kabaklı şöyle diyecektir: Her ülkede olduğu gibi artık bizde de komünizmin bir tarihi, vatansız müritleri, melek kılıklı şeytanları vardır. Bu yılanlar, meşru veya gayri meşru olan her yoldan aramız girmiş ve korkunç halkalar halinde çöreklenmişlerdir . ... Biz, Türk halkının yarısını teşkil eden Türk gençleri, millet ümidinin yegane geleceği olan bizler, namuslu adamdan çok daha fazla bir şey olmak; idealist olmak mecburiyetindeyiz. Türklüğe inanan bizler komünistlerin düşmanlığından korkmayız. Her türlü hastalığa karşı tedbir alınıyor, komünizm denilen bu muazzam asır hastalığına karşı da bizler, Türk aydınları tedbir alıp çare düşünmeliyiz . ... Karşımıza çıkan komünistler zenginlerin ikbalini kıskanan ve kendi cüceliklerinin acısını çeken birer manyaktırlar. Onları yola getirmeye çalışalım, fikrimizin propagandasını büyük bir vicdan huzuru ile yapalım . ... Arkadaşlar, komünizmin karşısına şimdiye kadar planlı olarak çıkmadık. Yüzlerini maske altında saklayan onlar, Atatürk'ün başka bir tarafı yokmuş gibi, yalnız laikliği ve inkılapçılığı üzerinde durdular, seslenmedik. İçtimai şartlarımız onların üremesine meydan verdi. Sefalet sömürüldü, biz bu hallere seyirci kaldık. Artık toplanmanın ve harekete geçmenin sırası geldi. (Darendelioğlu, 1 975: 189-190) 27 Aralık'tan üç gün önce, 24 Aralık 1947'de, çok sayıda öğrenci derneğinin katılımıyla Marmara Lokali'nde geniş katılımlı bir toplantı yapılır. Açılış konuşmasında İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği'nden Dündar Kalyoncu, "Bütün Türk milletinin ve Türk gençliğinin komünizmle savaşmak azminde olduğunu görmekle sevinçliyiz," der. Ardından MTTB' den Reha İslam, Gazeteciler Cemiyeti'nden Bahadır Dülger ve Rize Milletvekili Fahri Kurtuluş da kürsüye gelerek benzer şeyler söyler. İstanbul Milletvekili Cihat Baban ise "antikomünist mutabakat" vurgulu bir konuşma yaparak şöyle der: Bu dava bir beka davası, partiler üzerinde bir millet davasıdır, Bir gün Türkçülük ve milliyetçilik suç sayılabilir; bir gün milliyetçi diye takibata uğrar, tevkif edilir, belki işkenceye maruz kalır, tabutluklara girebilirsin. Fakat şunu unutma ki: Millet ve milliyet aşkı, ana ve baba sevgisi gibi kutsidir, millet ve milliyet aşkı ile bunlara mukavemet eder, bunları eritir ve hür, müstakil, rahat yaşayabilirsin. Fakat bir kere bu sırrın anahtarını kaybettin mi, zulmün, istismarın, hıyanetin en büyüğü üzerine çöker ve bir parya gibi, moloz gibi, yerlerde sürünen insan olarak karanlıkta ıstırap çekersin! Dünyada seni yanıltmayacak tek ölçü milliyetçiliktir. Ona bağlandın mı zulüm de görsen korkma! (Darendelioğlu, 1975: 197) DTCF baskınına giden yolda, o günlerde görülmekte olan bir davadan da mutlaka söz edilmesi gerekmektedir ve bu dava Türkiye siyasal hayatında "Öner-Yücel davası" olarak bilinmektedir. CHP'liler tarafından komünistlerle işbirliği yapmakla suçlanan Fevzi Çakmak, 5 Şubat 1947'de basına bir açıklama yapar ve komünistlere asıl desteğin CHP'den ve eski bir Milli Eğitim Bakanı'ndan geldiğini söyler. Milli Eğitim eski bakanlarından Hasan Ali Yücel, 8 Şubat tarihli Ulus gazetesinde sözü geçen bakanın kendisi olup olmadığını sorar. Ancak bu soruya Çakmak yerine, 11 Şubat tarihli Yeni Sabah gazetesinde Kenan Öner yanıt verir ve cevabı "evet" olur. Öner, Yücel'i komünistleri himaye etmekle, milliyetçi öğretmen ve öğrencilere baskı uygulamakla, Sabahattin Ali-Nihal Atsız davasında milliyetçilere yönelik gözaltı ve tutuklamaların gerisinde olmakla ve Irkçılık-Turancılık davasını tertiplemekle, hatta sanıklara yapılan işkenceleri teşvik etmekle suçlamaktadır. Ayrıca Sabahattin Ali'nin Atsız'a hakaret davası açmasının ve Atsız'ın bu davada mahkum olmasının gerisinde de Yücel bulunmaktadır. (Koçak, 2013: 322) Yücel tüm bu suçlamalarla ilgili olarak Öner'e dava açacak, ancak bu dava Öner ve dönemin matbuatı tarafından Yücel şahsında komünizme karşı savaşın bir sahnesi haline getirilecek ve antikomünist propaganda malzemesine dönüştürülecektir. Ayrıca Kenan Öner, 1944 Irkçılık-Turancılık davasındaki sanık avukatlarından biri olması hasebiyle, arkasına Soğuk Savaş'a girişin ve antikomünizmin rüzgarını da alarak bu davayı 1944'ün intikamının alınması olarak görecek ve buna uygun bir taktik izleyecektir. Öner, iki dava arasındaki bağlantıyı şöyle anlatmaktadır: [Hasan Ali] Yücel'in mantığına göre, bu dava Şükrü Sökmensüer'in [1947 yılının Ocak ayındaki] mahut ve gizli maksatla meşbu Meclis'teki beyanatı ile başlamış görünüyor. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Bu davanın temeli, Nihal Atsız'ın zamane Başvekiline [Şükrü Saracoğlu'na] hitaben Orhun mecmuasında yazdığı açık mektupla [1]944 senesi Nisan [ayın]da atılmış ve bundan doğran infial ile icad edilen Irkçılık ve Turancılık davasında memleketin adalet havasını ifsad eden işkencelerle çatısı örülmüş bulunmaktadır. ,,, Bu davayı doğuran ruhi infialler, ta tek partili zümre hükümeti zamanında, hiç değilse 1944 senesinde başlar. Bu davanın temeli, Nihal Atsız'ın Başvekile yazdığı açık mektupla atılmıştır. (Koçak, 2013: 357) Mahkemede Öner, "Davamızın ağırlık merkezini oluşturduğu için tekrar tekrar okunmaya değer," diyerek Atsız'ın Saracoğlu'na yazdığı mektubu hatırlatır. Devamında, "Milliyetçilik anayasanın ana vasıflarından biridir," dedikten sonra ırkçılık ve Turancılığın da milliyetçilik sınırları içerisinde yer aldığını ve bunun büyütülmüş şeklinden başka bir şey olmadığını söyler. Öner, "devlet ırkçılık zihniyetinin kök salmasına" çalışmıştır der ve Mahmut Esat Bozkurt'nun Türk İnkılabı Tarihi kitabından örnekler verir. Öner ayrıca 1944 yılında askeri okullara alınacak öğrenciler için verilen ilanlarda "öz Türk ırkından doğmuş olmak" şartının yer aldığını belirtir. Öner komünizmin milliyetçiliğe düşman bir ideoloji olduğunu söyledikten sonra, Yücel'le ilgili suçlamalarını sıralar. Buna göre Yücel Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde DTCF Felsefe Bölümü'ne komünist oldukları bilinen Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu ve Behice Boran'ı atamıştır. Boratav ve Boran Yurt ve Dünya dergisinin yayıncısı ve sahipleridir. Berkes ise derginin yayıncısı ve yazarı konumundadır. Muzaffer Şerif Başoğlu ise ABD'ye gitmeden önce Adımlar dergisinin sahipliğini üstlenmiştir. Bir başka komünist Sadrettin Celal de yine Yücel döneminde İstanbul Üniversitesi'ne atanmıştır. Sabahattin Ali ise konservatuvarda çalışmakta, Ankara Üniversitesi Rektörü Şevket Aziz Kansu'nun da geçmişinde komünistlik bulunmaktadır. Maarif Matbaası'nda görevlendirilen Hasan Ali Ediz de komünist olduğu gerekçesiyle Askeri Tıbbiye' den uzaklaştırılmıştır. Yücel'in öğrenci olan oğlu Can Yücel de komünist faaliyetler içerisindedir. Öner'e göre komünizmin eğitim alanındaki faaliyetlerini yoğunlaştırdığı yerlerden biri Köy Enstitüleridir. Mahmudiye Köy Enstitüsü'ndeki komünist faaliyetleriyle bilinen Rauf İnan terfi ettirilerek maarif müfettişi yapılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığında İlköğretim Genel Müdürü olarak görev yapan İsmail Hakkı Tonguç da enstitülerde yürütülen komünist faaliyetin elebaşılarından biridir. Yücel zamanında yayımlanan dünya klasikleri de suçlamalardan nasibini almış, Öner bu klasikler serisinin arasına "muzır telkinli kitaplar" yerleştirildiğini söylemiştir. Bakanlığın ve Köy Enstitüleri'nin yayınlarında açık bir şekilde komünizm propagandası yapılmakta, din ve milli ananeler aleyhinde yazılar yayımlanmaktadır. (Koçak, 2013: 334-335) Öner, Irkçılık-Turancılık davasının sanıklarını bu sefer mahkemeye Yücel aleyhine tanıklık yapmaları için çağırmıştı. Böylece 1944'ün üzerinden sadece birkaç yıl geçmişken, esen milliyetçilik ve antikomünizm rüzgarlarıyla bu davanın intikamını alabilecekti. 1944 sanıklarından Orhan Şaik Gökyay, mahkemedeki ifadesinde Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Adnan Cemgil'in komünist olduklarını ve Yücel tarafından himaye edildiklerini, yine Nazım Hikmet'in de aynı şekilde Yücel tarafından himaye edildiğini ve kendisine para yardımı yapıldığını söylüyordu. İkinci şahit Nihal Atsız ise bu isimlerin dışında Mediha Berkes, Sadrettin Celal Antel, Muzaffer Şerif ve Ahmet Cevat Emre'nin de komünist olduklarını söylüyor, Yücel'in Yurt ve Dünya dergisini okullarda dağıttırdığını ve milliyetçi öğretmenleri görevden uzaklaştırdığını iddia ediyordu. Tanık Necdet Özgelen ise bu isimlere İsmail Hakkı Tonguç'u, Esat Adil Müstecaplıoğlu'nu ve Rıfat Ilgaz'ı ekliyordu. (Koçak, 2013: 342-343) Davanın diğer duruşmalarında da benzer suçlamalar yinelenmiştir. Bu suçlamalara göre Hasan Ali Yücel, Osman Turan, Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun, Arif Nihat Asya gibi milliyetçiler üzerinde baskı uygulamıştır. Milliyetçi öğrenciler, Osman Yüksel Serdengeçti ve Ali Çankaya Yücel'in talimatlarıyla DTCF'den uzaklaştırılmıştır. 1944 Irkçılık-Turancılık davası ile ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir kitap yayımlamasının ardından ise Sovyet Bilimler Akademisi, Yücel'e bir teşekkürname iletmiştir. Bunun yanı sıra solcu öğretmenlere bakanlıkta önemli görevler verilmiş, başta Nazım Hikmet olmak üzere hapishanedeki komünistlere kimi çeviriler yaptırılmış ve bu kişiler böylelikle himaye edilmişlerdir. (Koçak, 2013: 346 vd.) Yücel bu suçlamalar karşısında siyasi bir savunma yapmamış, sadece iddiaları reddetmekle ve ismi geçen şahısların bulundukları görevlere henüz kendisi bakan olmadan önce atandıklarını, Köy Enstitüleri'nde de hiçbir surette komünizm propagandası yapılmadığını söylemekle yetinmiştir. CHP iktidarı da Yücel'in arkasında durmamakta, antikomünist dönüşümle beraber, hem Yücel'in kolladığı hocalar, hem bakanlığı dönemindeki uygulamalar hem de Köy Enstitüleri hedef tahtasına yerleştirilmektedir. Hasan Ali Yücel kendisine yönelik komünist suçlamalarına karşılık olarak şu şiiri yazmıştır: "Dedikodu denilen bu bulaşıcı hastalık/Öyle nüksetmişti ki, vermiyordu aralık/Türkiye'de benmişim kominizmin banisi,/Biraz daha hafif: koministler hamisi!. . ./ Bu söz yargıç önünde söylendi çekinmeden;/Allah'ın huzurunda şimdi neyler söyleyen?/Kafalar işlemeden bol bol dırdır edildi;/Bu ne biçim ağızdı, bu ne zehirli dildi?/Kaç kişi bilir bizde, kominist kime derler?/Kominizmi bilmeden boşuna laf ederler./Kominist ne düşünür anladın mı şimdi sen?/Her önüne geleni suçlar mısın bilmeden?/Sürülürse ezberden vatandaşa bu leke,/Koministlik o zaman olur büyük tehlike." (Türen, 2018: 134) Dava 19 Kasım 1947'de yapılan son duruşmayla neticelenir ve Öner hakkında açılan hakaret davasının düşmesine karar verilir. Dava daha sonra yüksek yargıya intikal ettirilmiş ve Öner aleyhine karar verilmiştir ancak davanın siyasi galibi hiç şüphesiz ki Öner'dir. Çünkü dava kamuoyuna Türkiye'deki komünist faaliyetlerin yargılandığı ve bu faaliyetlere destek veren CHP'lilerin deşifre edildiği bir süreç olarak yansıtılmıştır. CHP, Soğuk Savaş'a hızlı bir giriş yapıldığı için, DP CHP'nin zayıflamasına vesile olacağı için ve hepsinden önemlisi her iki parti de antikomünizmde birbiriyle yarıştığı için, Öner-Yücel davası vesilesiyle hem 1944 Irkçılık-Turancılık davasının rövanşı görülmüş, hem de antikomünist teyakkuz hali üzerine inşa edilmekte olan siyasal alana biraz daha harç dökülmüş, birkaç tuğla daha döşenmiştir. Dolayısıyla Öner-Yücel davasıyla birlikte CHP, DP ve Türkçü faşist akım arasında bir "antikomünist mutabakat" oluştuğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Atılgan'ın davanın dört özelliğine dair yazdıkları üzerinden sözünü ettiğimiz mutabakatı çok daha iyi anlayabiliriz: Birincisi, Alman faşizminin yenilgisiyle bir kısım ırkçıyı kurban veren yönetici sınıflar, şimdi, ABD ile kuracakları ilişkiye köprü olmak üzere geliştirdikleri antikomünist histeride, eski kurbanları bir yardımcı güç olarak kullanmaya başlıyorlardı. İkincisi, vaktiyle sanık sandalyesine oturttukları ırkçıları şimdi tanık sandalyesine oturtarak onları adeta içerideki "komünist tehdit"in bilirkişisi haline getiriyorlardı. Üçüncüsü, eski sanıkların tanıklıklarına dayanarak Behice Boran'ı, Pertev Naili Boratav'ı ve Niyazi Berkes'i "komünist hocalar" ilan ediyorlardı. Dördüncüsü, davanın taraflarından birisi DP İstanbul İdare Kurulu Başkanı, ötekisi CHP'li eski bir bakan olduğu için, bu dava CHP ile DP'nin antikomünizm yarışı haline geliyordu. (Atılgan, 2009: 95) Çok geçmeden mahkemede isimleri sıkça zikredilen DTCF hocaları, milliyetçi bir provokasyon sonrasında okuldaki görevlerinden uzaklaştırılacak ve Türkiye çok partili hayata solsuz bir düşünce dünyası ve üniversite ile girecektir. Bu provokasyon Türkiye siyasi tarihinde "DTCF baskını" olarak bilinmektedir. 27 Aralık günü CHP'nin Demirtepe Ocağı'nda Behçet Kemal Çağlar ateşli bir konuşma yapar ve bir grup öğrenci "Komünist hoca istemiyoruz", "Komünistler üniversiteden atılsın" pankartlarıyla DTCF'ye doğru yürüyüşe geçer. Polis valinin talimatıyla yürüyüşe müdahale etmez. Öğrenciler, Boratav, Boran ve Berkes'e saldırır, Rektör Aziz Şevket Kansu'ya zorla istifa mektubu imzalatılır ve ancak Rektör Kansu linç tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında polis silah çekerek olaylara müdahale eder. Kansu, Emniyet'teki ifadesinde yaşanan olayları şöyle anlatmaktadır: Kütle ilk önce fakülte önünde durdu. Kahrolsun komünistler diye bağırmaya başladılar. Ondan sonra çayırdan yürüyerek Üniversite Rektörlük odasına gelerek kahrolsun komünistler diye bağırdılar. Bu kütlenin fakültenin önüne gelmesinden biraz önce Fakülteyi sıkı bir kordon altına almış olan jandarma ve polis kuvvetleri Fakültenin önünü tahliye etmiş bulunuyorlardı. Bu suretle Fakültenin önü tamamen serbest bir halde kaldı. .,, Odamın kapıları önünde gençleri içeri sokmamak için bazı gençlerin büyük bir gayret sarf ettiklerini gördüm. Yakışmaz, ayıptır, yapmayınız diye bağırıyorlardı. Fakat mukavemet kırıldı ve Rektörlük odasına bir cemm-i gafir doldu. ,,, Şahsıma karşı tecavüz ve hücumlar, galiz küfürler, komünist, vatan haini, millet düşmanı, alçak adam, hala mı istifa etmiyorsun diye bağırıyorlardı. (Çetik, 1998: 185-186) Bu baskının ardından 10 Ocak 1948' de üniversite yönetimi solcu hocaların meslekten uzaklaştırılmaları yönündeki kararını açıkladı. Ancak Üniversitelerarası Kurul hocaların yaptığı başvuru neticesinde meslekten çıkarma kararını geçersiz saydı. 30 Ocak 1948'de ise Danıştay, hocalara isnat edilen suçlarla ilgili olarak herhangi bir kanıt bulunmadığı hükmüne vardı. İşte bu noktada TBMM devreye girdi, hayli karmaşık ve hukuk skandalı olarak görülebilecek bir yöntemle solcu hocaları fiilen açığa aldı.Böylece sosyalist partilerin ve sınıf sendikalarının tasfiyesinin ardından, düşünce dünyasından ve üniversiteden de solcular tasfiye edilmiş oldu. Türkiye çok partili hayata "soldan arındırma" süreciyle giriyor; antikomünizm iç ve dış siyasetin merkezine yerleşirken, özellikle ABD'ye komünizmin kendisi için de gerçek bir tehdit olduğunu ispatlamaya ve böylelikle Batı şemsiyesi altına sığınmaya çalışıyordu.
·
1.536 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.