Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Darbe sonrası Türkeş ve ekibi günlük bir gazete kurmaya karar verirler. Türkeş bu iş için Irkçılık-Turancılık davası döneminden tanıdığı ileri sürülen ve istihbaratçı olduğu hususunda rivayetler olan Ziya Tansu'yu görevlendirmiştir. Ziya Tansu, sonradan Özel Harp Dairesi adını alacak olan Seferberlik Tetkik Kumlu'nun ilk mensuplarından ve Kıbrıs'taki Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurucularından olan İsmail Tansu'nun kardeşidir. İsmail Tansu bir röportajında arkadaşı olan Türkeş'e kardeşini kendisinin tanıştırdığını söylemiştir. Gazetenin adının önce Işık olmasına karar verilmiş, hatta gazete için kurulan ve Türkeş'in eşinin de ortak olduğu şirketin adı "Yeni Işık" olarak belirlenmiş, ancak sonrasında bu isimden vazgeçilmiş ve gazeteye Öncü adı verilmiştir. Ziya Tansu'nun sahibi olduğu İktisadi Kalkınma Ajansı'nın bülteninde gazetenin çıkışı, "Namuslu ve idealist vatandaşlarımız; sizlere sesleniyoruz... Vazifelerimiz bitmiş değil, henüz başlamıştır, inkılabın hedefe ulaşması, ideallerimizin gerçekleşmesi için vazife almamız gerekmektedir," sözleriyle duyurulmuştur. Şirketin kuruluşu MBK gündemine geldiğinde ise diğer üyeler buna tepki göstermiş ve şirket feshedilmiştir. Ancak Türkeş gazete projesinden vazgeçmemiş ve Öncü, Yapı Kredi Bankası'nın sahibi Kazım Taşkent'in taahhüt ettiği kredi sayesinde, Altan Öymen'in yazı işleri müdürlüğünde 26 Temmuz 1960 günü yayın hayatına başlamıştır. Gazete birkaç ay Türkeş çizgisinde yayın yapacak, ancak birazdan üzerinde duracağımız "13 Kasım tasfiyesi" sonrasında el değiştirecektir. Altan Öymen anılarında gazeteye Milli Emniyet (bugünkü adıyla MİT) tarafından yapılan bir ziyareti anlatır. Buna göre teşkilattakiler gazeteyi izlemekte ve başarılı olmasını temenni etmektedirler. Ancak gazete yönetiminin bilmesini istedikleri bir şey vardır. Öncü'nün kadrosunda yer alan isimlerden biri "sabıkalı" dır. Sabıkalı olmakla kastedilen "komünistlik", sabıkalı denilen kişi ise gazetede düzeltmen olarak çalışan Ahmed Ariftir. Öymen devamında şöyle der: "1960'ların Türkiye'sinde 'komünistlik' veya 'komünisttir' diye suçlanmak, hukuken hiçbir 'suç işledi' iddiası olmasa da, mümkün sayılıyordu. Ve o suçlamanın hedefi olanların, sonuç ne olursa olsun, 'potansiyel suçlu' muamelesi görmesi normal sayılıyordu." (Öymen, 2018: 287) Başka bir Türkeş projesi olan Türk Kültür Dernekleri, sonradan MİT Hukuk Dairesi'nde de görev yapacak olan Şahap Homriş başkanlığında 18 Ağustos 1960'ta kurulmuştur. Homriş'in oğlu ve istihbaratçı Hamit Homriş'le Türkeş'in kızı Selcen Türkeş'in sonradan evlenecek olması, Şahap Homriş'in 12 Eylül'deki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) davasında Türkeş'in avukatlığını üstlenmesi ve Hamit Homriş'in de MHP'de milletvekilliği yapması, aralarındaki ilişkinin yakınlığını gösterir niteliktedir. Türkeş, derneğin amacının "halk ile aydınları birbirileri ile tanıştırmak ve kaynaştırmak" olduğunu söylerken Homriş de derneğin açılış konuşmasında "Türk Kültür Derneği'nin partili partisiz bütün Türk milletinin olduğunu" ve derneğin "her türlü yıkıcı, bozguncu ve geriletici" unsurla mücadele edeceğini söylemiştir. Halkevleri ve Halk Odaları'nın derneğin hizmetine sunulmasıyla birlikte derneğin etki alanı hayli genişlemiştir. Türkeş derneğin Bursa Şubesi'nin açılışında yaptığı konuşmada gayelerinin Halkevleri ve Halk Odaları'ndan daha derin olduğunu, derneğin siyasetle uğraşmayacağını ve şiarının "halk için, halka doğru ve halk tarafından" olduğunu söylemiştir. Türkeş'in buradaki konuşmasını Atsız'a ait olan "Gönülleri birleşenler! Selam sizlere!" dizeleriyle bitirmesi projenin arkasında Türkeş'in 1944 sonrası da görüşmeye devam ettiği Türkçü faşist ekibin olduğuna dair bir izlenim uyandırmaktadır. 13 Kasım tasfiyesinin ardından derneğin şubeleri mahallin mülki amirinin kontrolüne verilip başına Behçet Kemal Çağlar geçirilecek, derneğin adı Halkevleri'ne dönüştürülecektir. Böylece Öncü'den sonra Türk Kültür Dernekleri projesi de kısa bir süre içerisinde fiilen sona erecektir. Ekim ayının sonlarına doğru Türkeş tarafından "milleti cehaletten kurtarmak için" kurulacağı açıklanan Ülkü Birliği Teşkilatı'yla ilgili kanun teklifi, kasım ayında Orhan Erkanlı, Numan Esin, Kadri Kaplan, Sami Küçük ve Sezai Okan'ın imzalarıyla MBK'ya sunulur. Teklifte teşkilatın kuruluş gerekçeleri, "ülkü ve kültür müesseselerini parti çekişmelerinden, milletin esasına sızan muzır cereyanlardan, matbuatı, günlük siyasi tesirlerden ve maksatları görüşlerden, milleti kardeş kavgasına hazırlayacak cepheleşmelerden korumak" şeklinde sıralanmıştır. Kanun teklifinde teşkilatın amacı ise yedi madde halinde şöyle anlatılmıştır: 1- İleri ve medeni Türkiye ülküsünü milletin şuurunda pekleştirmek ve milletçe bu hedefe yönelmeyi sağlamak üzere davaya inanmış ve bu uğurda bütün varlığı ile çalışmaya azimli aydınları vatan sathında seferber etmek 2- Milletin içinde bulunduğu ve bunaldığı ikilik, gerilik, tembellik ve karanlıktan kurtulması için lüzumlu tedbirleri siyasi tazyik ve müdahalelerden masum bir şekilde almak ve yürütmek 3- Öğretmene cemiyette hakiki mevkiini kazandırmak ve milli eğitim davasını, halk eğitimi dahil olmak üzere ana dava olarak ele almak ve bunu ilim ve devamlı bir plan dahilinde gerçekleştirmek 4- Laiklik prensipleri çerçevesinde olmak üzere temayüz etmiş ilim ve din adamları yetiştirmek ve bunları köylere kadar seferber ederek dini batıl inanç ve gerici menfaatlerin elinden kurtarmak ve hakiki hüviyetlerine kavuşturmak 5 - Radyonun tarafsızlığını sağlamak ve hür basına doğru haberler ulaştırmak 6- Beden terbiyesi teşkilat kanunundaki vazife ve gayeye uygun olarak yurdun her köşesindeki amatör teşekkülleri desteklemek ve bu teşkilatı benzer yardımcı eğitim ve kültür müesseseleriyle iş ve hareket beraberliğini de toplayıp müessir kılmak 7- Mevcut vakıfları tesis gayelerine uygun bir şekilde yürütmek ve devlet teminatını vatandaşın fikrinde ve vicdanında yerleştirerek bilhassa milli eğitime hizmet edecek yeni vakıflar kurulmasını sağlamak Adeta "devlet içinde devlet" olarak kurgulanmış teşkilat ve teşkilat başkanı için tanınan yetki kullanımının ve özerkliğin son derece geniş tutulması son Derece dikkat çekicidir. Buna göre; "Ülkü ve Kültür Birliği Genel Başkanı", Başbakan'a bağlanacak ancak Genel Başkanı seçimi, Genel Kurmay Başkanı, Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı, Sayıştay Başkanı, Yargıtay Başkanı, Üniversite Rektörleri Müşterek Sekreteri, Milli Eğitim Bakanı, Ülkü Birliği Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü tarafından teşkil eden heyetin "üçte iki" çoğunluğu esasında yapılacaktır. "Bakanlar Kurulu"nun tabii üyesi olacak olan Genel Başkan, 6 yıl süre ile görev yapacak ve vazifeden alınması, mezkur heyetin ancak "üçte iki oyu" temin edilmesiyle mümkün olacaktır. Söz konusu teşkilat, Türkiye'yi 12 bölgeye ayıracak; "Dış Türkler Masası", "Kadın Aile Masası", "Azınlık Masası", "Basın-Yayın Radyo Masası" gibi oluşumlar ihdas edilecek ve "Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü" gibi kurumlar, "Ülkü ve Kültür Birliği Genel Başkanlığı"na tabi olacaktır. ( 2018: 239) MBK içerisindeki ayrımı tetikleyen en önemli hadiselerden biri bu proje olmuştur. Projeyle ilgili verilen kanun teklifinde teşkilatın gayesi maddeler halinde ortaya konulmuştur. Projenin kapsamının genişliğini görmek açısından bu maddeleri tek tek sıralamak önemlidir: a) Milli inkılap mefkuresini bütün millete yaymak ve milletçe tekamülün manevi temel ve ana yapısını meydan getirmek b) Türk milletini en küçük ünitelerine kadar aynı fikir ve imanda toplamak, milli şuuru çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak gayretiyle dinamik bir fikir ve ahlaka yükseltmek c) Çalışma heyecan ve psikolojisini halka anlatmak, öğretmek ve bunun bütünlüğünü sağlamak d) Milletin arasına sızan ters ve zararlı faaliyetlerle mücadele etmek, halkı menfaat düşkünü sapıklardan, onu ikiliğe düşüren ve geriliğe sürükleyen uydurma mürşid ve fikir madrabazlarından kurtarmak e) İnkılapçı aydınları, ülkü ve kültür davasında çalışan bütün teşekkül ve müesseseleri bir mecrada ortak tesire icra etmek ve aydınlarla gençleri bu dava için kazanmak f) Ülkü ve kültür konusundaki faaliyetlerle ve elde edilecek sonuçlarla bünyemizi ve iktisadi düzenimizi tekamül imkanında bulundurmak g) Şehirlerle köyler ve aydınlarla köylüler arasındaki boşluğu ortadan kaldırmak h) Milli eğitim seferberliğini ülkü birliği merkez teşkilatı ve bölge teşkilat şebekeleriyle dinamize etmek ve bol miktarda yardımcı elemanlarla onu desteklemek i) Memlekette dil birliği davasını ehemmiyetle ele alıp tahakkuk ettirmek j) Güzel sanatları milli kültür istikametinde bütün yurda yaymak k) Tıbbın sosyalleşmesinde ve özellikle bu davanın tatbikatında en müessir yardımları sağlamak 1) Ziraat sahasında girişilecek yeni hamlelerle müessir yardımlar sağlamak m) İmar ve iskan konusunda hükümetin faaliyetlerini özellikle köylerde desteklemek n) Köylerde ve diğer geri kalmış sitelerde sosyal ve ekonomik teşkilatlanmaları teşvik etmek ve onlara rehber olarak başarılarını sağlamak o) Ferdi içtimai ve milli ahlakın teşekkül etmesine direk olarak amil olmak p) Yeni neslin çağdaş medeniyet anlayışı ve terbiyesine göre ve inkılapçı bir ahlak tutumuyla yetiştirilmesini ele almak q) Beden terbiyesini 3530 sayılı kanunun işaret ettiği şümul ve mükemmeliyetteki gaye ve istikametlerde yürütmek r) Köylere ve toplumun her köşesine kadar ülkü ve kültür faaliyetleriyle sosyal dava ve planlamamızı sokmak s) Basın yayını günlük siyasi terbiyeden dar ve maksatlı görüş ve tazyiklerden kurtarmak t) Köylerimizin ülkü ve kültür yolunda aydınlatılıp olgunlaştırılmasını sağlamak u) Parti anlayış ve davranışlarının sosyal ahlak ve demokrasi ruhuna uygun seviyede teşekkül etmesini sağlamak v) Fert ve kütle olarak tehlikeli vüsat ve dereceye varmış olan fazilet ve maşeri dayanışma noktasını tedavi etmek y) İnkılaplarımızı şimdiye kadar vaki olan ve bu sebeple başarısızlığa uğrayan karakterlerinden kurtarıp yurt ölçüsünde birleşik ve yeterli ve devamlı bir teşkilatla milletçe şuurlu ve ebedi bir faaliyete eriştirmek (Hacıibrahimoğlu, 2013: 28-30) 13 Kasım tasfiyesinden beş gün önce, o zamanlar genç bir gazeteci olan Bülent Ecevit, Ulus gazetesinde Ülkü ve Kültür Birliği'ne dair geniş bir eleştiri yazısı yayımlamıştır. Ecevit önce teşkilatla ilgili yukarıdaki bilgileri sıralar ve ardından, "Gazete haberinde verilen bilginin aslı varsa, bu teşkilat, memleket kaderini büyük ölçüde etkileyebilecek, hatta Türkiye'deki rejim için yepyeni bir yol çizebilecek önemdedir. Bu kadar önemli bir teşkilatın halkoyundan habersiz, aydınlar arasında enine boyuna tartışılmadan kanunlaşması çok tehlikeli olabilir," der. Yazının devamında ise şu eleştirileri sıralar: En başta, teşkilatın adı kaygı uyandırıcıdır. "Ülkü ve Kültür Birliği" adında bir resmi ve milli teşkilatın demokratik bir rejimde yeri olabileceği, demokrasiyle bağdaşabileceği, pek şüpheli görünüyor. İster istemez bu ad, Mısır'daki ve galiba Irak'taki ihtilal idarelerinin kurdukları «Milli İstikamet Bakanlığı» adını akla getiriyor . ... Düşünce hürriyetinden ayrı bir demokrasi herhalde tasavvur edilemez. "Ülkü birliği"ni kanunlaştırmak, bir resmi ve milli teşkilat eliyle yerleştirmeğe kalkışmaksa, düşünce hürriyetine aykırıdır. Demokraside herkes, kendi ülküsünü kendisi düşünerek bulur. Demokrasinin temelinde, aklı başında her insanın, baskılardan, önyargılardan, dogma ve tabulardan kurtarılınca, kendi yolunu kendi aklını kullanarak ve başkalarıyla tartışarak bulabileceği ve bu tartışmaların topluma en güvenilir yönü vereceği inancı vardır. Bunu izleyen satırlarda Ecevit Atatürk devrimlerinin dondurulamaz ve kalıplaştırılamaz niteliklerinden, zamana uyumlu esnekliğinden söz eder ve kurulması düşünülen teşkilatın Atatürkçülükle bir alakasının bulunmadığını şu sözlerle anlatır: Tasarlandığını duyduğumuz "Ülkü ve Kültür Birliği Genel Başkanlığı'', gerek Atatürk devrimlerinin bu üstün, bu insani niteliklerine, gerek demokrasiye ve demokrasinin ayrılmaz şartı olan düşünce hürriyetine aykırı gelen adı ile kaygı verici olduğu gibi, gazete haberinde anlatılan kuruluş ve yetkileri bakımından da ürkütücü, tereddüt uyandırıcıdır. Hele böyle bir teşkilata siyasal partileri denetleme yetkisi tanınması, çok garip bir devlet ve hukuk düzenine yol açabilir. Gerek yürütme organı ile yasama organı arasındaki münasebetler, gerek bu iki organın "Ülkü ve Kültür Birliği" teşkilatı karşısındaki durumları, demokratik yoldan çözülmesi imkansız güçlükler, karışıklıklar, yetki çelişmeleri ortaya çıkarabilir. Böyle bir teşkilat kurulursa, kimin kimi nasıl denetleyeceği; Meclisin, Hükümetin nasıl çalışabileceği, siyasal hakların, hürriyetlerin korunması bakımından mahkemelere ne ödev düşeceği anlaşılamamaktadır. Ecevit kaygılanmakta haklıdır, ancak 13 Kasım günü yaşanan tasfiyelerle birlikte kaygılanmasını gerektiren bir durum kalmayacaktır, çünkü Türkeş ve ekibinin tasfiyesiyle birlikte Ülkü ve Kültür Birliği projesinin hayata geçirilmesi söz konusu olmayacaktır. Tasfiye ve sürgün Bu sürecin sonunda, henüz 27 Mayıs'ın üzerinden altı ay gibi bir süre geçmişken, Türkeş'le birlikte MBK üyesi 14 subay bir gece yarısı operasyonu ile yurtdışı görevlere, yani bir tür sürgüne gönderilmiş, darbe idaresinden ve Türkiye'den uzaklaştırılmışlardır. Bu ise Türkeş' in o kadar zayıf bir figür olmamasına rağmen, "ihtilalin lideri" olduğuna dair iddialarını da çürütmektedir. Çünkü kolay bir operasyonla ve herhangi bir ciddi karşı koyma emaresi göstermeksizin, yurtdışına gönderilmeyi kabul etmek zorunda kalmıştır. 13 Kasım 1960 günü saat 9.30'da Türkeş'in Ankara Gaziosmanpaşa' daki evinin kapısını sivil bir devlet görevlisi çalar ve ona bir zarf uzatır. Cemal Gürsel tarafından gönderilen emir yazısında şöyle denilmektedir: Sayın Bay Alparslan TÜRKEŞ 1. Türk Silahlı Kuvvetleri adına millete verilen sözün yerine getirilmesinde uğranılan aksaklıklar ve güçlükler karşısında, vaki istek üzerine Milli Birlik Komitesi'ni feshetmiş bulunuyorum. 2. Başarmış olduğunuz yüksek hizmete layık bir şekilde size verilecek olan dış görevi beklemenizi, bu müddet içerisinde memleketin ve şahsınızın menfaati bakımından evinizden dışarı çıkmamanızı ve ziyaretçi kabul etmemenizi, aksi takdirde hakkınızda 6 ve 25 numaralı Kanun hükümlerinin tatbik edileceğini ve bugünden (13 Kasım 1 960) itibaren emekliliğe sevk edilmiş bulunduğunuzu bildiririm. Türkeş, mektup elinden alındıktan sonra evin etrafının inzibatlar, polisler ve askerler tarafından kuşatıldığını fark ettiğini söyler, evinin telefonu da kesilmiş, dışarıyla irtibatı koparılmıştır ve kendisiyle birlikte ailesinin de dışarı çıkmasına izin verilmemektedir. Aynı günün akşamı, kapı tekrar çalınır ve bir polis memuru Türkeş'e, "Efendim emir aldık, zat-ı alinizi Mürted Hava Üssü'ne götüreceğiz," der. Kendi anlatımına göre Türkeş polislere, "Bu saatte bir yere gidilmez, yarını bekleyin," der ve kapıyı kapatır. Polisler önce kapıyı açması için ricada bulunurlar, bu olmayınca da kapıyı kırarak içeri girerler. Yine kendi anlatımına göre bir binbaşı ve bir üsteğmen Türkeş'e, "Komutanım, biz sizi çok seviyoruz. Size bağlıyız, kılınıza bir zarar gelmesine asla müsaade etmeyiz. Bize güvenin, ama sizi Mürteci Hava Üssü'ne götürme görevi verildi. Onun için bizi anlayışla karşılamanızı istirham ediyoruz," derler. Bunun üzerine Türkeş "Peki," diyerek üzerindeki üniformayı çıkarıp sivil bir kıyafet giyer ve görevli ekipler tarafından Mürted'e götürülür. Türkeş, Mürted'de 19 Kasım gününe kadar kalır. Emeklilik işlemleri yapılır, Hindistan'ın Yeni Delhi şehrindeki Türk Büyükelçiliği'ne müşavir olarak atandığı ve ailesini de yanında götürebileceği kendisine bildirilir. Diğer 13 subayın da görev yerleri belli olmuş, dünyanın çeşitli yerlerine dağıtılmışlardır. "14'ler" ve gönderildikleri ülkelerin listesi şöyledir: Alparslan Türkeş: Hindistan, Orhan Kabibay: Belçika, Orhan Erkanlı: Meksika, Münir Köseoğlu: İsveç, Mustafa Kaplan: Portekiz, Muzaffer Karan: Norveç, Şefik Soyuyüce: Danimarka, Fazıl Akkoyunlu: Afganistan, Rıfat Baykal: İsrail, Dündar Taşer: Fas, Numan Esin: İspanya, İrfan Solmazer: Hollanda, Muzaffer Özdağ: Japonya ve Ahmet Er: Libya. Türkeş tasfiye edilip sürgüne gönderilmelerinin nedenini "komünistler"e bağlamakta ve şöyle demektedir: Komünistler 27 Mayıs'tan azami ölçüde faydalanma çabası içindeydiler. Siyasi tecrübesi olmayan ve sivil aydınlar kadrosunu tanımayan MBK üyelerine kolayca sızmaya ve onlara birçok fikirlerini telkin etmeye muvaffak oluyorlardı. Bizim milliyetçi, Türkçü, aynı zamanda radikal reformcu ve sosyal adaletçi bir plan üzerinde hareket edişimiz onları ürkütüyordu. Bu sebepten bizim aleyhimizde her çeşit faaliyet ve propagandayı yapıyorlardı. İnönü ile tek cephe halinde bize saldırıyorlardı. (Tekin, 201 1 : 1 56) Oysa esas mesele az önce söylediğimiz üzere Türkeş'in askerlerin iktidarda kalmasını savunması ve o esnada da tek adam haline gelmek için çalışmalar yürütmesidir. Bu nedenle Türk Kültür Derneği, Ülkü ve Kültür Birliği ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi birtakım organizasyonlara girişmiş, hem 1944 yargılamalarındaki arkadaşlarıyla hem de dönemin antikomünist isimleriyle irtibata geçerek kendisine bağlı bir şebeke oluşturmaya çalışmıştır. Bunun yanı sıra, Milli Birlik Komitesi içerisindeki kendisine yakın isimlere, "Eğer biz yapmazsak, onlar yapacak," demiş ve Madanoğlu ekibini tasfiye etme teklifinde bulunmuştur: Yakın arkadaşlarıma "Milli Birlik Komitesi bu havada yararlı hizmetler yapamaz, bir tasfiye yapalım ve direksiyonu elimize alalım" dedim. Komitenin bir disiplin içinde çalışmasını arzu ediyorduk. Fakat konuştuğumuz arkadaşlar ikinci bir operasyonu göze alamıyorlardı. O işe istekli değillerdi. "Arkadaşlarla konuşur, onları ikna ederiz, Cemal Paşa da bunu kabul etmeyebilir" diyorlardı. Onların görüşüne göre, Cemal Paşa bize hayır derse, o zaman çok müşkül duruma düşerdik. Oysa ben bu görüşte değildim. "Cemal Paşa kuvvetliden yanadır; kendisi yorgundur, güçlü olup da bir işi başarana hayır demez, o da bizimle beraber olur" şeklinde konuşuyordum. Ama arkadaşlarımda bir ürkme, bir çekinme vardı. Aslında operasyonu yapacak gücümüz mevcuttu. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay komutanı bizim arkadaşımızdı. Bunun gibi daha Ankara'daki birçok birlik bizim arkadaşlarımızın elindeydi. (Yanardağ, 2002: 28) Ruzi Nazar, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerle birlikte Sovyetler'e karşı savaşan bir Özbek'ti. Savaştan sonra ise kendisi gibi çok sayıda isimle birlikte ABD'ye götürülecek ve bu sefer de Soğuk Savaş'ta ABD'yle birlikte Sovyetler'e ve komünizme karşı savaşacaktı. Ruzi Nazar'la Türkeş 1955 yılının sonlarında dönemin Washington Büyükelçiliği Basın Ataşesi Altemur Kılıç aracılığıyla tanıştılar. Nazar Türkeş'i 1944 yargılamalarından beri biliyor ve kendisi gibi ateşli bir antikomünist olan bu genç subaya büyük sempati besliyordu. Nazar, Türkiye'nin en kritik dönemlerinde Türkiye' de görev yaptı ve Türkeş' le dostlukları Türkeş ölene kadar devam etti. İrfan Ülkü, Madanoğlu'nun Türkeş'i kurşuna dizdireceğini, ancak bunu o dönem CIA İstasyon Şefi olarak Türkiye'de görev yapan Türkeş'in arkadaşı Ruzi Nazar'ın engellediğini iddia eder. Buna göre Nazar, meseleye CIA ve Amerikan devletini katmadan kendi başına bir plan yapar ve ABD büyükelçisine Cemal Gürsel'le acil bir randevu ayarlamasını söyler. Büyükelçi, "Önemli bir durum mu var?" diye sorar, Nazar ise bu soruya, "Bir görüşsek iyi olacak, size anlatırım," yanıtını verir. Ülkü, sonrasında yaşanan gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: Gürsel, Nazar'la büyükelçiyi hemen kabul etti. Biraz sonra Nazar, devlet başkanına Türkçe, "Sayın Gürsel, duyduk ki Türkeş'i kurşuna dizdirme kararı almışsınız" diyerek söze girdi. Büyükelçi de dinliyor, fakat konuşulanların tek sözcüğünü bile anlamıyordu. Nazar karşısındakinin konuşmasına fırsat vermeden devam etti: "Böyle bir şey yaparsanız ya da yapılmasına göz yumarsanız, Amerikan Hükümeti bunu hiç hoş karşılamayacak, bu cinayet iki ülke ilişkilerine gölge düşürecektir. Ayrıca, böyle bir şey yapılacağına ihtimal vermiyorum." Gürsel şaşırmıştı. Bir süre sessizlik çöktü çevreye. Sonra Gürsel yerinden kalkarak, "bana birkaç dakika izin veriniz" deyip, yan odaya geçti. Nazar ise kuşkulanmaması için büyükelçiye o sırada masal anlatmakla meşguldü, ama yüreği hızla çarpıyor, heyecanı giderek artıyordu. Belki de Türkeş çoktan öldürülmüştü. Biraz sonra Gürsel döndü ve Nazar'a "mesele hallolmuştur" dedi, "böyle bir ihtimal olsa bile, artık tamamen zayi oldu." (Ülkü, 2008, 132-133) Ülkü'ye göre, eğer Amerikan devleti Nazar'a bu yaptığıyla ilgili olarak hesap soracak olsaydı, Nazar kendini, "Türkeş bizim dostumuzdur. Ölümü Türkiye'yle ilgili yakın gelecekteki planlarımızı sekteye uğratabilir. Bu nedenle çok ani müdahale etmemiz gerekti," diye savunacaktı. Ancak böyle bir şeye gerek kalmamıştı, çünkü olay hiçbir şekilde Washington'a yansımamıştı. Ülkü'nün iddiası doğru ise, yani Türkeş'in idamını Nazar engellediyse, bunu ABD' den habersiz olarak ve bütün kariyerini tehlikeye düşürecek, hatta ceza almasına yol açabilecek şekilde yapma, yani bir devlet başkanına yarı tehdit anlamına gelen bir uyarıda bulunmuş olma ihtimali son derece düşüktür çünkü ABD büyükelçisi mutlak surette görüşmede ne konuşulduğunu öğrenmek isteyecek ve bunu Washington'a rapor edecektir. Aynı şekilde CIA'in de bir ajanın bir devlet başkanıyla ne görüştüğünü bilmek isteyeceği açıktır. Dolayısıyla eğer böyle bir hadise yaşandıysa, ABD'nin devreye girerek bu iş için büyükelçi ve Nazar'ı Gürsel'e yollamış olduğunu düşünebiliriz. Ancak her iki ihtimal için de herhangi bir kanıt sunmamız imkansızdır. Neticede Türkeş kurşuna dizilmez ama tasfiye etmeye çalıştığı rakipleri tarafından 13 Kasım 1960 günü arkadaşlarıyla birlikte MBK' dan tasfiye edilir ve yurtdışına sürgüne yollanır. Hindistan'dan dönüş ve Huzur ve Yükseliş Derneği Türkeş'in Türkiye'ye dönüşünün ardından basında sık sık "14'ler"in yeni bir parti kuracağı yönünde haberler çıkmaya başlar. Türkeş ise Nisan 1963'te "Türk Milletine Beyanname" adlı bir açıklamada bulunarak "Huzur ve Yükseliş Derneği" adlı bir dernek kuracaklarını kamuoyuna ilan eder. Türkeş'in söylediğine göre dernek çatısı altında CKMP'liler, AP'liler, YTP'liler ve "14'ler" yer alacak, derneğin amacı "istismar edilerek hedefinden uzaklaştırılan 27 Mayıs"ın hedeflerini tesis etmek olacaktır. Derneğin prensipleri ise sonradan "Dokuz Işık" olarak adlandırılacak doktrinin çekirdeğini oluşturacak şekilde şöyle sıralanmıştır: milliyetçilik, ülkücülük, ilimcilik, toplumculuk, köycülük, halkçılık, gelişmecilik ve hürriyetçilik, endüstricilik ve teknikçilik, ahlakçılık. ( 2017: 220) Türkeş açıklamasında toplumculukla kastedilenin sosyalizm değil, özel teşebbüsün yetersiz kaldığı yerlerde ilmi esas ve plan dahilinde devlet müdahalesinin ve sosyal yardımlaşma teşkilatının kurulması olduğunu söylemiştir. "Komünizm tehlikesi"ne işaret etmiş, ancak Turancılık ile ilgili bir soruya, "Bir NATO subayı olarak tüm Türklerin birleşme imkanı olmadığını biliyorum, Turancılık ilmi bir konudur, Türk fikir tarihine bakmak lazım," cevabını vermiştir. ( 2017: 220-221) Huzur ve Yükseliş Derneği'nin kurucuları olarak Türkeş, Özdağ, Baykal, AP Milletvekili Zühtü Pehlivanlı, CKMP milletvekillerir.ıden Mustafa Kemal Erkovan ve İsmail Hakkı Yılanoğlu isimleri kamuoyunda konuşulmuş, derneğin tüzüğü ise Muzaffer Özdağ tarafından kaleme alınmıştır. Özdağ, 8 Mayıs 1963'te Yeni İstanbul gazetesine yaptığı açıklamada derneğin amaçlarını ve hedeflerini şöyle sıralamıştır: Milli ihtiyaç ve temayüllerin göstereceği istikamette hızla yükselip milletçe manevi huzur ve maddi refaha ulaşmak için gereken müşterek hedef ve gayeleri araştırmak ve yaymak İç barışa, vatandaşlar arasında kardeşçe münasebete engel olan içtimai, iktisadi ve bilhassa siyasi hataları tespit ederek, ilmin, tarihin ve tecrübenin rehberliğinde giderme çarelerini araştırmak ve bulunan çarelerin milletçe benimsenmesi için gayret sarf etmek ve bu çarelerin uygulanmasını kolaylaştırmak Fert ve cemiyet münasebetlerinde, milli vahdet ve manevi huzurun tahakkukuna ve muasır medeniyet seviyesine erişmek gayretinin artmasına, dolayısıyla bu gayelerin elde edilmesine yardımcı olmak İktisadi istiklalimizin ve milli refahımızın süratle tahakkuku için: a)Sermayenin büyük kısmına fertlerin sahip olacağı anonim teşebbüsler şeklinde sınai kuruluşu çabuklaştıracak, b) Ferdi teşebbüsü tahrik ve teşvik edecek sermaye ve emek piyasasında emniyeti, itimadı ve adaleti müstakar hale getirecek, c) Devlet teşebbüslerini, umumiyetle külfetli amme hizmetlerine teksif edecek, kar değil ferdi teşebbüse hizmet ve himmet mantığını benimsemiş devlet zihniyetinin doğmasını mümkün kılacak çareleri ve müstakar tedbirleri araştırmak ve bulmak ( 2017: 222) Anlaşılacağı üzere, Türkeş ve arkadaşları için komünizmle mücadele henüz programa dahil edilecek ölçüde bir tehlike olarak görülmemekte, tam da bu nedenle, yani komünizme karşı işlevsel olarak ihtiyaç duyulmadığı için dini herhangi bir vurguya rastlanmamakta, iktisadi olarak ise daha sonrakinden farklı olarak, korporatizmin değil bireysel girişimciliğin ön planda olduğu, devletçiliğin ise ancak bireysel girişimi koruyup gözettiği ölçüde benimsendiği bir modelden söz edilmektedir. Bu program ileride Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) programının da temelini oluşturacak, ancak Huzur ve Yükseliş Derneği, 20-21 Mayıs olayları, yani Talat Aydemir'in ikinci darbe girişimi nedeniyle kurulamayacaktır. Çünkü Türkeş darbeci ekibin içerisinde yer aldığı gerekçesiyle tutuklanacak ve yaklaşık üç buçuk ay cezaevinde kalacaktır. Mahkemedeki savunmasında ise Türkeş 20 Mayıs akşamı saat 19-20 sıralarında yanına gelen bir kişinin "bu akşam ya da üç gün içinde bir ihtilal olacağını" kendisine bildirdiğini, kendisinin ise bunun üzere Milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu'nu arayarak darbeyi bildirdiğini ve Meclis'teki bütün partilerin darbeye karşı ortak bir deklarasyon yayımlayarak tansiyonu düşürmeleri gerektiğini belirttiğini söyler. Ayrıca o akşam olayları bir arkadaşının evinde takip ettiğini ve darbe girişiminin bir parçası olmadığını belirtir. Türkeş üç buçuk ayın sonunda tahliye edilecek ve siyasete girme çalışmalarını hızlandıracaktır. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne giriş 22 Temmuz 1964'te Yeni Tanin'de yayımlanan "Dostluk Yemeğinden Güçbirliğine Doğru" adlı haberde Türkeş'in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) yöneticilerinden Mehmet Altınsoy, İrfan Baran, Ahmet Oğuz ve Seyfi Öztürk'le bir yemek yediği ve Türkeş'in ve "14'ler"in partiye katılımının konuşulduğundan söz edilir, Türkeş gazeteye verdiği demeçte CKMP'ye katılımın seçeneklerinden biri olduğunu ve durumu istişare etmeye devam ettiklerini söyler. CKMP Genel Başkanı Ahmet Oğuz ise, AP ve CHP dışında üçüncü bir seçeneğin yaratılması gerektiğini söyledikten sonra, soruyu şöyle yanıtlar: Vatanperverliklerini bir ihtilal yapmaya cesaret edecek kadar ileri götüren ve bir fikir ayrılığı sebebiyle saf dışı bırakılan genç ve enerjik adamlar, siyasete atılmak ve bu yolla vatana hizmet etmek istiyorsa bir partinin onlarla konuşmaması mümkün mü? ( 2017: 236) 13 Şubat 1965'te seçim sisteminde değişiklik yapılarak milli bakiye sisteminin kabul edilmesi, küçük partilerin Meclis'e girebilmelerini kolaylaştırmış, Türkeş'in CKMP'yi tercihinde bu değişiklik önemli bir rol oynamıştır, Ayrıca belli oy oranına ulaşmış partilere verilecek hazine yardımı da Türkeş ve arkadaşları için CKMP'yi cazibeli kılan faktörlerden biri olmuştur. Nitekim 31 Mart 1965'te Türkeş, Rıfat Baykal, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er ve Dündar Taşer' le birlikte CKMP'ye katılacaktır. Türkeş partide genel müfettişlik görevini, Muzaffer Özdağ ise gençlik kolları müfettişliği görevini üstlenmiştir, Türkeş' in katılımının ardından CKMP' de Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal'ın sorumluluğunda "İşçi Komitesi" ve Dündar Taşer ile Ahmet Er'in sorumluluğunda ise "Köylü Komitesi" kurulmuştur, ( 2017: 239-240) Bu iki komitenin kurulması Türkeş ve arkadaşlarının ilk baştaki ideolojik konumlanışlarını göstermeleri açısından önemlidir. Kalkınmacılık ve sosyal adalet Türkeş'in CKMP' deki ilk yıllarındaki söyleminin merkezinde yer almaktadır. Komünizme karşı sosyal adalet Türkeş gerek partiye katılım sürecinde gerekse sonrasında sosyal adalet vurgusuyla antikomünizmi bir potada eriten, komünizmin çaresi olarak sosyal adaleti ve kalkınmayı işaret eden bir söylemi dillendirmiştir. 1 Nisan 1965'te CKMP'ye katılım töreninde yaptığı konuşmada, "Aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri artırmaktadır," dedikten sonra "köylünün en kestirme yoldan ve en kısa zamanda kalkındırılması için gerekli reformlar yapılmalı, ilgili tedbirlere başvurulmalıdır," ve "işçi kitlesinin haklarını tam bir sosyal adalet içinde korumak ve sağlamak gaye olmalıdır," der. Türkeş'e göre komünizmle "ciddi ve müspet ilmin icap ettirdiği şekilde" savaşılmalıdır. Türkeş konuşmasının sonunda vatandaşları komünizme karşı CKMP' de birleşmeye şu sözlerle çağırır: Duygu ve düşüncelerimizi paylaşan bütün vatandaşları, bilgisi, zekası, iman ve hizmet aşkıyla davamıza hizmet edecek bütün aydınları, memleket için zararlı olduğuna inandığımız aşırı akımların ve özellikle komünizmin karşısında bulunan bütün milliyetçi, ahlakçı, köylücü ve sosyal adaletçileri saflarımızda toplanmaya çağırıyoruz. (Turhan, 2016a: 4) Partiye katılımı sonrası yaptığı bir basın açıklamasında, "Acele olarak bütün Türk halkını içine alacak bir sosyal yardımlaşma teşkilatı, bir sosyal güvenlik teşkilatı kurmak ve sosyal adaleti eksiksiz olarak sağlayacak bütün tedbirleri almak lazımdır," dedikten sonra şunları söyleyecektir: Türkiye' de belirli bir refah çizgisi meydana getirilmeli ve hiçbir vatandaş bu çizginin altında bırakılmamalıdır. Fakat çizginin üstünde yükselme tavanı serbest olmalıdır. Türkiye'nin problemlerinin çözümünde komünizmi yararlı bir sistem olarak görmüyoruz. (Turhan, 2016a: 4) Türkeş'in konuşmalarında antikomünizmle birlikte sosyal adalete de vurgu yapması dönemin sağ basınında övgüyle karşılanmıştır. Sağ basının bu dönemde, Türkeş'in CKMP'ye katılımını Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) etkisini azaltmak için önemli bulduğu görülebilmektedir.ıs Ancak bu dönemde henüz CKMP, MHP'ye ve bir sokak gücüne dönüşmediği için, önemli görülen CKMP'nin bir "doktrin partisi" olarak kurulması ve TİP'in benimsediği doktrinle, yani sosyalizmle, doktriner bir mücadele vereceğine inanılmasıdır. Örneğin Ahmet Kabaklı, Türkiye' de ilk kez Marksistler dışında birilerinin sosyal adaletten söz etmesini önemli bulmaktadır, Gökhan Evliyaoğlu ise sosyal adaletten söz eden ama solcu olmayan, milliyetçi bir partinin TİP'in etkisini azaltacağını ve "siyasi terazide bulunan büyük bir boşluğu" dolduracağını söylemektedir. " 14'ler"in sonu ve CKMP'nin ele geçirilmesi Türkeş'in CKMP'ye girmesinin ardından Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer, Numan Esin ve Fazıl Akkoyunlu CHP'ye katılacak ve böylece birlikte hareket eden bir ekip olarak "14'ler"in sonu gelmiş olacaktır. Ötüken dergisi, Kabibay'la Türkeş arasındaki liderlik mücadelesinin bir yansıması olarak gördüğü bu gelişmeyi şöyle değerlendirecektir: Sırf Türkeş'e inat olsun diye yaptı ama Türkeş bir fikrin ve ülkünün mümessilidir. Bütün memlekette İsmet Paşa ile birlikte kabul görmüş iki siyasal liderden biridir, girdiği partiye kuvvet veren, daha şimdiden katılımlar sağlayan ve kurultaydan sonra partinin başına geçecek kişidir ve yurt içi ve yurt dışında tanınmış mümtaz bir şahsiyettir. Kabibay kimdir? İnşallah Türkeş gibi o da değişir genel başkan olur, buna en çok Türkeş sevinecektir. Türkeş, partiye katılmasının üzerinden sadece bir buçuk ay gibi kısa bir zaman dilimi geçmişken, CKMP Genel Başkanı Ahmet Oğuz'un parti hukukunu ihlal edici bir şekilde Celal Bayar ile gizlice ittifak görüşmesi yapmasını gerekçe göstererek olağanüstü kongre çağrısında bulunur ve partinin Genel İrade Kurulunda yapılan oylamada 6 hayır oyuna karşılık, 11 evet oyuyla partinin olağanüstü kongreye götürülmesine karar verilir. Olağanüstü kongreye giriş sürecinde "14'ler" den Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik Soyuyüce ve Fazıl Akkoyunlu da CKMP'ye katılırlar ve Türkeş parti içindeki gücünü biraz daha artırır. Bu katılımla birlikte basında Türkeş'in Hitlervari yöntemlerle CKMP'yi ele geçirmeye çalıştığı yönünde haber ve değerlendirmeler yapılmaya başlanmışken, aynı günlerde İngilizlerin de benzer değerlendirmelerde bulunduğu, sonradan araştırmacılara açılan İngiliz gizli belgelerine bakıldığında görülebilmektedir. Türkeş'in partiye girmesinin ardından işçiler arasında örgütlenmek için sendika benzeri yapılar oluşturması, kadın ve gençlik örgütleri kurması ve söylemindeki güçlü antikomünist vurgu, 1944 Irkçılık-Turancılık davasından beri Batı tarafından takip edilen Türkeş'le Hitler arasında benzerlikler kurulmasına neden olmuştur. Olağanüstü kongreye gidilirken, CKMP içerisinden Türkeş'in partiyi ele geçirme faaliyetlerine karşı bir direnç ortaya çıkmıştır. Bir grup CKMP yöneticisi, "CKMP şahıs partisi haline gelmeyecektir," diye Türkeş'i hedef alırken, kongre öncesi genel başkanlıktan istifa eden Ahmet Oğuz, Türkeş'in, üzerinde hiçbir emeğinin olmadığı partiye birtakım tertipler yoluyla el koymak istediğini söylemiştir. Türkeş'in tüm bunlara yanıtıysa, "Bugünkü CKMP, bizim iltihak ettiğimiz CKMP değildir. Biz bu partiye yön vereceğiz . . . Memleket yeni bir hareket beklerken, bazıları eskiliklerini sermaye ederek partimizi yıpratmaktadır," şeklinde olmuştur Burada Türkeş'in CKMP içerisindeki mücadeleyi "eski ile yeninin kavgası" olarak lanse etmeye çalıştığı görülebilmektedir. Türkeş önemli olanın "yeni fikirler" doğrultusunda partiye yön vermek olduğunu söylemiş, "Kazanamazsak, partiyi köhnelerine bırakıp çeker gideriz," demiştir. Mücadele kızıştıkça Türkeş karşıtları, onun faşistliğine vurgu yapan açıklamalar yapacak ve hem devletin hem kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışacaktır: İrfan Baran, CKMP'nin "tehlikeli" bir dönemeçte olduğunu belirterek, devlet kurumlarının "Türkiye'de mevcut olan faşistleri" bildiğini söylemek suretiyle "ikazda" bulunmuştur. Türkeş'e karşı "eskilerin" öncülüğünü yapan Hasan Dinçer ise, partinin vekaleten genel başkanlığını yürüten Mustafa Kepir'e kamuoyuna "açık" bir mektup kaleme almıştır. Dinçer mektubunda, "yeni yön verecekse niçin CKMP'ye girdi" diyerek sorguladığı Türkeş için gayenin "CKMP'li olmak" değil "partiyi ele geçirmek" olduğunu, kongrelerde "faşist" ve "diktacı" bir tutum takındığını ve tüzüğü "hiçe" saydığını ileri sürerek, hakkında "tüzük hükümlerinin" uygulanarak "Haysiyet Divanına" verilmesini talep etmiştir. Nihayetinde kongreye gidilmiş, Alparslan Türkeş 698 oyla genel başkanlık yarışını kazanırken, rakibi Ahmet Tahtakılıç 516 oyda kalmıştır. Hemen ardından Türkeş parti genel sekreterliğine Fuat Uluç'u, genel sekreterlik yardımcılığı görevlerine ise Muzaffer Özdağ ve Mustafa Kemal Erkovan'ı getirmiştir. Türkeş'in CKMP'nin başına geçmesiyle birlikte TİP'in antitezi olan bir siyasi partinin nihayet Türk siyasi hayatına katıldığı yorumları yapılmış, merkez solu CHP'nin, merkez sağı AP'nin temsil ettiği bir ortamda, TİP ve CKMP'nin birer doktrin partisi olarak sol ve sağın uçlarında karşılıklı olarak konumlandıkları yönünde değerlendirmelerde bulunulmuştur. İngiliz belgelerinde de Türkiye' de artık kelimenin gerçek anlamıyla sol ve sağ partilerin ortaya çıktığı, bu partilerin merkez partilerden oy devşirebilecekleri ve kamuoyunda eskisinden çok daha fazla ideolojik tartışmanın yapılacağı belirtilmiştir Türkeş'in TİP karşıtı söylemi ve faşizm tartışmaları Sahiden de 10 Ekim 1965 seçimleri öncesi yaptığı konuşmalarda Türkeş TİP'e yüklenecek ve antikomünizmin dozajını biraz daha artıracaktır. Türkeş konuşmasında TİP yöneticilerinden, "Üçüncü enternasyonalin kızıl havasıyla oynamaya alışmış olan bu kabil paşazade bozuntuları bir taraftan da kol ırgatı aşıklığı rolüne çıkarak masum vatandaşları aldatma çabası içindedirler," diye söz eder. Türkeş burada açıkça işçi sınıfının bir siyasal aktör haline gelmesine, işçi sınıfı siyasetine ve işçi sınıfı iktidarı ihtimaline karşı teorik, politik ve ideolojik bir konumlanış almaktadır. "Komünizm doktrinini yazmış olan Karl Marx kol ırgatı olmadığı gibi Lenin de kol ırgatı değildir," diyen Türkeş, sözlerine "kol ırgatlığı yapan vatandaşlarımız da elbette çok muhterem ve kıymetlidirler ... fakat dünyada bugüne kadar meydana gelmiş olan bütün uygarlıklar, ilim adamlarının, düşünen kafaların ve aydın zümrenin eseri olarak doğmuştur," diye devam eder. Antikomünizmin faşist elitizmle iç içe geçtiği bu konuşma, ABD ve NATO'ya bir mesaj göndererek biter: Türkiye Amerika'nın uydusu değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Ama sapıkların sürüklemek istedikleri gibi kızıl blokun da asla peyki olmayacaktır. Türkiye müttefiklerine faydalı olmuş ve müttefiklerinden de büyük faydalar görmüş bir memlekettir. İttifaklarını iyi kullanamamış, idare edememiş devlet adamlarının sebep olduğu hatalar yüzünden bu ittifaklardan vazgeçilmeye kalkışılamaz. Türkeş' in partiyi ele geçirmesinin ardından "faşizm" tartışmaları yeniden başlayacak, Akis dergisinde yer alan bir değerlendirmede Hitler ve Türkeş karşılaştırılarak aralarındaki benzerliklerden söz edilecektir. Nasıl ki Hitler, Schicklgruber olan soyadını Hitler olarak değiştirmişse Türkeş de Hüseyin Feyzullah olan adını Alparslan Türkeş yapmıştır. Hitler Almanya dışında, yani Avusturya'da, Türkeş ise Türkiye dışında, yani Kıbrıs'ta doğmuş ve bu nedenle her ikisi de kompleksli bir milliyetçilik anlayışına sahip olmuşlardır. Hitler de Türkeş de gençlik yıllarında başarısızdırlar ve bir "pırıltıdan yoksun" durlar. Hitler gençlik yıllarında Pan-Germanist bir partinin sempatizanıyken, Türkeş ise Turancılıktan hapis cezasına çarptırılmıştır. Hitler Nazi Partisi'ne girmesinden hemen sonra kendi doktrinini kurmuş, Türkeş de CKMP' de aynısını yapmıştır. Hitler'in Mein Kampf'ı, Türkeş'in ise Dokuz Işık'ı vardır. Hitler ari ırk yaratmak için nüfus politikalarıyla uğraşmıştır, Türkeş'in hedefinde ise "100 milyonluk Türkiye" vardır. Türkeş de Hitler gibi antikomünisttir ve komünizmle mücadele için gençlik teşkilatları kurmuştur. (Sanlı 2017: 278) Türkeşli CKMP'ye ilişkin sonradan yanlışlanacak iki değerlendirmenin soldan ve Kemalistlerden gelmesi ise ilginçtir. Yön dergisi, derginin kapağında "Türkeş faşist değil romantiktir" değerlendirmesini yaparak, parti programının Türkeş'in faşist olmadığını gösterdiğini, Türkeş'e yönelik faşizm suçlamalarının kaynağının oylarının bölünmesinden korkan AP olduğunu, seçimlerden sonra CHP-CKMP ve TİP'in üçlü bir koalisyon kurabileceğini iddia etmiştir. Dönemin Kemalist kalemlerinden İsmet Giritli ise, "Türk milletinin moral üstünlüğünden bahsetmek, hızlı kalkınmak için metotlu ve disiplinli çalışmak gerektiğini ifade etmek, milliyetçi bir sosyal devletten ve sosyalizmden dem vurmak nazilik ve führerliğe heveslenmek" değildir dedikten sonra Atatürk' ün de benzer görüşlere sahip olduğunu söyler ve ekler: Kanaatimce Türkeş, Hindistan'da Nehru ve diğer milli liderler tarafından tatbik edilen ve " üçüncü dünya" olarak tanımlanan bölgelerde sosyal adalet ve sosyalizmin önemine ve bunun komünizm olamayacağı kanısına varmıştır . . . Sosyal adalet, reform ve antikomünizmi benimsemiş, demokratik bir sosyalizm arayan Türkeş'in, Atatürkçü, milliyetçi karakterini nasyonal-sosyalizm diye etiketlemek insafsızlık olur Türkeş'in "üçüncü dünyacı" imajının yanlışlığı çok geçmeden kanıtlanacak ve CKMP'nin başındayken bütünüyle Batı/NATO yanlısı antikomünist bir siyaset izleyeceği çok geçmeden görülecektir.
·
1.188 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.