Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Geoffrey Chaucer ve İngiliz Edebiyatı (Başlarken)
Milton ve Shakespeare’le birlikte İngiliz edebiyatının üç devinden biri olan Geoffrey Chaucer tahminen 1340-43 yılları arasında doğmuştur. Babası John Chaucer adında bir şarap tüccarıdır. Chaucer adının geçtiği ilk yazılı belge Ulster kontesi Elizabeth’in 1357 tarihli harcamalar defteridir. Bu defterde, bu isimde bir içoğlanına (page) elbise alındığı belirtilmektedir. Şairin bu evdeyken Latincesini ve belki de Fransızcasını ilerletme ve bir yandan da saray yaşantısını tanıma olanağını bulduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra hamisi olan John of Gaunt’la da burada tanışmış olmalıdır. Dönemin sistemi uyarınca “içoğlanlığı”ndan sonra “silahtarlık” (squire) gelmektedir ve bir silahtar da savaş sanatını öğrenmek zorundadır. Nitekim, Chaucer’ın 1359-1360 yıllarında bir sefere katılıp Fransa’da esir düştüğü ve bizzat kralın ödediği fidye karşılığı serbest bırakıldığı kayıtlar arasındadır. Aynı yıl içinde haberci olarak ve diğer bazı diplomatik görevlerle tekrar Fransa’ya gittiği bilinmektedir fakat bu sonraki yedi sene karanlıktır. Bu süre içinde ilk İtalya seyahatini yaptığı ya da Londra’da kalıp hukuk eğitimi gördüğü sanılmaktadır. John of Gaunt’un baldızı Philippa Roet’le de aynı dönemde evlenmiş olmalıdır. 1367 yılında şairin adı kralın özel hizmetçileri arasında anılır. 1368’de yine görevli olarak Fransa’ya gitmiş, ertesi yıl bu ülke topraklarında bir savaşa katılmıştır. 1372 yılında bir ticaret anlaşması için yaklaşık altı aylığına Cenova’ya gönderilmiştir. Bu ziyaret sırasında Padua’ya da uğradığı, elinizdeki kitapta yer alan “Üniversiteli’nin Hikâyesi”ni kendisinden dinlediğini belirttiği Petrarca’yla bu sırada tanıştığı sanılmaktadır. 1374 yılında kral tarafından hizmetleri karşılığı olarak şaire günde bir testi şarap hediye edildiği ve yine aynı yıl Londra belediyesinin kendisine bir ev tahsis ettiğine dair kayıtlar bulunmaktadır. Bu arada Chaucer “Yün ve Deri İşleri Kontrol Memurluğu”na atanmıştır. 1376 ve 1377 yıllarında Hollanda’ya, 1378 yılındaysa yine bir görevle Fransa’ya gitmiştir. Aynı yıl İtalya’ya ikinci gezisini yapmış, memurluk görevine dönemin bir diğer önemli şairi Gower’ı vekil bırakmıştır. 1382 yılında şair ek görev olarak şarap ve diğer bazı malların gümrük kontrolörlüğüne atanmıştır. 1385-86 yıllarında görevlerinden ve Aldgate’teki evinden ayrılıp Kent’e yerleşmiş, orada sulh hâkimliği ve parlamento üyeliği yapmıştır. 1387’de Philippa’ya ödenen tahsisatın kesilmesinden bu yıl içinde karısını kaybettiği anlaşılmaktadır. İki yıl sonra Chaucer Westminster sarayı, Londra kalesi ve diğer bazı yapıların tamir ve bakımından sorumlu memur olarak görülür. 1391 yılında bu görevinden de ayrılır ve kalan ömrünü parasal sıkıntılar içinde tamamlayarak 25 Ekim 1400 tarihinde ölür. Mezarı Westminster’da “şairler köşesi” diye bilinen yerdedir. Özetlersek, Chaucer’ın ne kadar renkli bir yaşam sürdüğü, saray adamı, asker, elçi, gümrük memuru, bina bakım onarım sorumlusu olarak değişik görevlerde bulunduğu ve yurt dışına yaptığı sık ziyaretler düşünülürse eserlerindeki canlılığa ve Canterbury Hikâyeleri için Dryden’ın “Burada Tanrı’nın bütün kulları var” deyişine şaşırmamak gerekir. Chaucer’ın Dönemi Chaucer modern İngiltere’nin temellerinin atıldığı kritik bir dönemde yaşamış, bu dönemde III. Edward, II. Richard ve IV. Henry’nin krallıklarına, Yüz Yıl Savaşları’na ve ülke çapında başka birçok önemli olaya tanık olmuştur. Uzun süreden beri ilk defa milli ruh ve milli birlik bu zaman diliminde oluşmaya başladı. Bunda dil birliğinin sağlanmış olması oldukça önemli bir rol oynamaktaydı. Şöyle ki, 1066 yılında İngiltere’yi işgal eden Normanların Fransızca konuşmaları ve Fransa’yla sıkı ilişkiler sonucu, 1300’lere gelindiğinde Fransa’da doğup orada yetişen kralların da etkisiyle, özellikle yüksek tabaka arasında konuşma diline ve edebiyata tamamen Fransızca hâkim olmuştu. Orta ve alt tabaka da İngilizce konuşuyor olmasına rağmen Fransızcayı anlıyordu. Üniversitelerde eğitim Latince ve Fransızca olarak sürdürülüyor, din ve bilim alanlarında Latince kullanılıyordu. 13. yüzyılın başlarında ender de olsa Fransızca ve Latinceden tercüme eserlere rastlanmaya başladı. Bu ilk örnekleri romans tercümeleri izledi. Fakat yüzyılın sonuna doğru İngiliz milli ruhunu yansıtan, tamamen orijinal halk şarkıları doğdu. Normandiya’nın Fransızlar tarafından işgali Normanların Fransa ’yla bağlarını kopardı ve daha kalabalık olan İngiliz halkıyla kaynaşan Normanlar kendilerini İngiliz olarak görmeye başladılar. Yüz Yıl Savaşları’nın ilk bölümünde (1340-1360) Fransızlara karşı sağladıkları üstünlük İngilizlerin özgüvenlerini artırdı ve 1362’de mahkemelerin İngilizce olarak görülmeye başlanmasının ardından 1363’te Meclis yine anadilde bir konuşmayla açıldı. Böylelikle İngilizce egemenliğini ilan etmiş oluyordu. Ayrıca Chaucer’ın yaşadığı dönemde İngiliz halkı nüfusu önemli oranda azaltan üç şiddetli veba salgınının pençesine düştü. (Chaucer da bundan bahseder ve elinizdeki kitabın “Genel Giriş” bölümünde Hekim’in vebadan kazandığı parayı bir kenarda sakladığını anlatır.) Nüfustaki bu azalma sonucu işçi kıtlığı ve işçi ücretlerinde artış yapılması zorunluluğu doğdu. Üyelerinin çoğu arazi sahibi olan Meclis’in bu artışı engellemeye çalışması üzerine işçiler Londra’ya yürüdüler. 1381 Köylü isyanı olarak bilinen bu hareketi Chaucer da Aldgate’teki evinden izlemiş olabilir. Bu dönemde din alanında da bir reform hareketi gerçekleşti. Yoksul halkı avutmak amacıyla ortaya çıkan “Frer”ler (Bölgeci Papaz ya da Dervişler) bu amaçlarını unutup geniş arazilere sahip olmuşlardı. Kilise içinde rüşvet kaygı verici boyutlara tırmanmıştı. Chaucer “Genel Giriş” bölümünde “Para kesendir Baş Piskoposun bahsettiği Cehennem” derken bu durumdan şikâyetçi olmaktaydı. John of Gaunt’un da içlerinde olduğu bazı asillerin kilise gelirlerini düzenlemeyi, ruhban sınıfını devlet işlerinden uzaklaştırmayı planladıkları bu sırada Wyclif yalnızca Kitab-ı Mukaddes’e dayanan bir doktrinle Kilisenin mal edinmesine karşı çıktı. Frerler köy köy dolaşarak vaaz veren ve Yoksul Papazlar diye bilinen Wyclif müritlerinin şiddetli saldırılarına uğradılar. Bozulan sadece dini kurumlar değildi, yargı kurumları da bu çürümeden payını almıştı. Sırf para kazanmak amacıyla zoraki mahkemeler düzenleniyor, rüşvetle atamalar gerçekleştiriliyordu. Gower bu konuda “... günümüzde adaletin ölçüsü altındır; altın öyle değerlidir ki ben senden daha fazlasını veriyorsam senin haklılığının üç kuruşluk değeri yoktur” diyor. (Coulton, s. 179) Bu dönemde “şövalyelik” kurumunun durumu da pek parlak de ğildi. Böyle olmasının sebepleri arasında şövalyelerin savaş alanlarındaki öneminin ortadan kalkması, birliklerinin lağvedilmesi, geçmişte Haçlı Seferleri için toplanan paranın şahsi amaçlar için kullanılması sayılabilir. Ama bunlardan daha da önemlisi tüccar sınıfının kalkınması, şövalyelik ünvanının parayla satın alınabilir bir meta haline gelmesidir. Dönemin önemli kitaplarından olan Piers Plowman’da iddia edildiği üzere bu sebepten dolayı “saf, asil kan” reddedilip “sabun tüccarları ve onların oğulları şövalye oldular.” (Coulton, s. 179) Ticaretin yaygınlaşmasına örnek olarak I. Edward’ın savaşların getirdiği zorluklar karşısında “Benim de herkes gibi alım satımla uğraşmaya hakkım var” demesi gösterilebilir. (Coulton, s. 173) Tüccar sınıfı, bundan da anlaşıldığı gibi, yalnızca şövalyelikte değil yönetimde de yüksek makamlara tırmanmış, buna paralel olarak küçük esnafın itibarı da epey artmıştı. Yine bu kitapta Chaucer’ın hacı adayları arasında gördüğümüz lonca üyelerinin zengin kılıklarından, yanlarında bir de aşçı getirmelerinden ve isterlerse Belediye Meclisi’ne üye olabileceklerinin belirtilmesinden bunu anlayabiliriz. Bütün bu gelişmelerden başka, söz konusu dönemde İtalya’da gerçekleşen Rönesans ve İngiltere’de kurulan üniversiteler sayesinde bir “ilim uyanışı”ndan bahsetmek yerinde olur. Belki yine bu paragrafta Chaucer’ın ölümünden kırk yıl sonra meydana gelen bir gelişmeden, matbaanın icadından da bahsetmemiz gerekir. Elinizdeki kitapta yer alan birkaç hikâyenin evlilik konusu etrafında dönmesi nedeniyle evlilik kurumuna da değinmeliyiz. Dönemin yaygın geleneği kadının tek başına kendisini ve mallarını koruyamayacağı düşüncesinden hareketle mallarıyla birlikte, koruma görevini üstlenecek bir erkeğe yani kocasına teslim edilmesiydi. Bunun sonucu olarak çocuk yaşta evlilikler ve beşik kertmeleri ortaya çıkıyordu. Kocasını kaybeden bir kadınınsa uzun süre dul kalması uygun görülmüyordu. Hacı adaylarımız arasında yer alan ve tam beş koca eskittiğini, altıncısının başı üstünde yeri olduğunu söyleyen Bathlı Kadın’ı bu bilgilerin ışığında sanırım daha iyi anlayabiliriz. Dönemin İngiltere’sinde kadın erkek arasındaki denge kadınların aleyhineydi. Kilise bir yandan evlilik kurumunu korumaya çalışıyor ama diğer yandan bu amaçla koyduğu evlilik konusundaki kuralla “aile”lere zarar veriyordu. Örneğin, Kilise’ye göre dördüncü dereceden bir akrabalık dahi evliliğin feshini gerektirdiği için birkaç yılın sonunda karısından bıkan koca uydur ma bir akrabalık iddiasıyla karısından kurtulabiliyordu. Romanslarda “saray usülü aşk” (courtly love: şövalye aşkı: genellikle evli, ulaşılması imkânsız bir kadına duyulan platonik aşk) geleneklerine göre yüceltilen kadın günlük hayatta sık sık aşağılanıyordu. Coulton’ın kaynakçada belirtilen kitabına yaptığı bir alıntıda yazar bir kadının tekme tokat dövülüşünü, kalan ömrünü kırık bir burunla geçirmek zorunda kalışını anlattıktan sonra şöyle bir sonuca varıyor: “işte kadın kocasına yaptığı kötülük ve söylediği kötü sözlerden dolayı bu şekilde cezalandırıldı. Bu nedenle, kadın acılara sabırla katlanmalı, söz hakkını ve idareyi kocasına bırakmalıdır.” (s. 191) Yani, dönemin güncel sorunları arasında bir de kadın sorunu vardır ve bu şartlarda Bathlı Kadın’ın bir feminist olarak ortaya çıkması çok normaldir. Sonuç olarak, şair oldukça karmaşık bir dünyada yaşamıştır. Bir yandan insanı yücelten saraylar, yine insanı ve Tanrı’yı yücelten muhteşem kiliseler inşa ediliyor, diğer yandan acımasız politik oyunlar sergileniyor, insanlar insanlık dışı hareketlerin, hastalıkların ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlardı. Her ne kadar Chaucer’ın bir saray adamı olduğu, bundan dolayı toplumsal sorunlardan uzak durduğu ya da en azından dostu Gower kadar doğrudan ve can alıcı eleştiriler yapamadığı söyleniyorsa da Canterbury Hikâyeleri şairinin daha kucaklayıcı bir yaklaşımla hem “mutlu İngiltere”nin hem de ülkedeki en derin ıstırapların soğukkanlı gözlemcisi olduğuna tanıklık eder. “Beşikteki bebeğin üstünde tepinen domuz”dan, “altına aldığı kurbanına tecavüz eden diktatör”den, “kanun koyucuların kendi kanunlarına önce kendilerinin uymaları gerektiği”nden söz eden mısralar sanırım başka türlü açıklanamaz. Dönemin Edebiyatı Ortaçağ, İtalya’da Dante, Boccacio ve Petrarca gibi büyük şairler yetiştirmiştir. İngiltere’deyse Chaucer’a kadar onlarla eşdeğerde bir şair ve onların eserleriyle karşılaştırılabilecek bir eser çıkmamıştı. Ülkedeki Ortaçağa ait eserlerin belli başlıları şunlardır: 1200’lü yıllarda meydana getirilmiş, ayinlerde okunan bazı kutsal sözlerin tercümelerinden oluşan Ormulum, bir papazın kilise yakınındaki üç kadına verdiği öğütlerden oluşan Ancrene Riwle, değişik günahları ele alan manzum hikâye Handlyng Sinne ve 1340’ta yazılan ve cehennem azaplarını ayrıntılarıyla tasvir eden Pricke of Conscience dini yazılar başlığı altında gruplayabileceğimiz eserlerdir. Dini olmayan eserler arasında bazı lirikleri, vatanseverlik şarkılarını, yılbaşı ve Paskalya şarkılarını sayabiliriz. Baykuş ve bülbülün, hangisinin sesinin daha iyi olduğuna dair atışmalarını konu alan The Owl and the Nightingale de bunlar arasındadır. Bunların yanısıra küçük bir çocuğa ağıt olarak yazılmış Pearl ve meşhur Kral Arthur’un Yuvarlak Masa şövalyelerinden Sör Gawain’in günahın ayartmalarına karşı direnmesini işleyen Sir Gawain and the Green Knight, Kilisedeki yolsuzlukları hedef alan The Vision of Piers Plowman (bu eserin yazarı Langland da adıyla anılmayı hak eder) ve Gower’ın yazdığı Confessio Amantis dönemin unutulmaması gereken eserleridir. Bütün bunlar içinde Fransızca, Latince ve İngilizce olarak yazan Gower’a karşılık yalnızca İngilizceyi tercih eden Chaucer’ın eserleri şairin dili kullanmadaki ustalığı, yararlandığı kaynaklara kendi üslubunu başarıyla verebilmesi ve özellikle de olgunluk dönemi ürünü olan Canterbury Hikâyeleri’nde görülen çok renkli, canlı, gerçekçi ve esprili anlatımıyla öne çıkar. Yine de Chaucer’ın dönemin geleneklerinden tamamen kopup birdenbire, yepyeni bir tarzda yazmış olduğu düşünülemez. Aksine onun eserlerinde yazılı ve sözlü edebiyatın neredeyse bütün türlerine ve özelliklerine rastlamak mümkündür. Ortaçağ şiirinin ortak özellikleri kabaca şunlardır: Her şeyden önce, bu dönemde bir şairin bir başkasından hikâye-ler ödünç alması, bunları istediği gibi değiştirmesi ve hatta dilediği bölümleri dilediği uzunlukta olduğu gibi nakletmesi günümüzden farklı olarak çok normal karşılanıyordu. Bu yüzden Chaucer’ın hikâyelerinin konu açısından başka hikâyelere büyük ölçüde benzediğini görmek bizi şaşırtmamalıdır. Ortaçağa ait bir şiirin şiir içindeki anlatıcısı ile şair arasında bir bağ vardır. Bunun nedeni okuyucu ya da dinleyicilerin tanıdık dünyadan bağlarını tamamen kesmelerini önleme düşüncesi olabilir. “Saray usulü aşk” bu dönem şiirlerinde özellikle de romanslarda önemli bir yer tutar. Hikâyeler genellikle didaktik amaçlıdır ve hepsinin sonunda bir “kıssadan hisse” bulunur. Hikâyelerde büyü ve astrolojiye oldukça önem verildiği görülür. Hikâyeler tarih hakkındaysa bunlarda anlatılan geçmiş zamanın özelliklerini görmeyi ummak boşunadır. Çünkü Ortaçağ insanı için tarih insanlar ve onların yaptıklarıdır; geçmişin dikkatli bir şekilde yeniden yaratılması veya sebep-sonuç ilişkilerinin ortaya konmasını bekleyemeyiz. Doğa manzaraları da aynı şekilde genelleştirilerek verilir. Nesneler gerçek oranlarında resmedilmez, herhangi bir şeyin büyüklüğünü o şeyin ne derece vurgulanmak istendiği belirler. Hikâyelerde karakterler birey değil tipler halinde sunulabilirler. Örneğin kitabımızdaki “Toprak Ağası’nın Hikâyesi”nde Dorigen iffetli kadınların uzun bir listesini çıkarır. Son olarak, karakterler konuşurken diyalog birden kesilip konuşmacı muhatabına değil de genelde tüm insanlara yönelik uzun bir tirada başlayabilir. İşte bütün bu özelliklere Chaucer’ın eserlerinde de rastlamak mümkündür. Chaucer’ın Eserleri Chaucer’ın eserlerini (a) Fransız, (b) İtalyan etkisinde yazdıkları ve son olarak da (c) İngilizlere has özellikler gösterenler şeklinde üç grupta incelemek gelenek haline gelmiştir. Dönemin İngiltere’sinde Fransızca’nın ne kadar önemli bir yer tuttuğunu belirttik. Böyle bir ortamda Chaucer’ın da sanat yaşamına Fransızca’dan tercümeler yaparak başlaması çok normaldi. Bu gruptaki eserler arasında rüya-şiir geleneğinde yazılmış Roman de la Rose (Gülün Romansı) şaire ilk övgüleri kazandırmıştır. 1369’da John of Gaunt’un birinci karısı Düşes Blanche’ın ölümü üzerine yazdığı Book of the Duchess (Düşes’in Kitabı) şairin özgün eseridir. Fransız geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalınarak yazılmış olan bu eserin çok gerçekçi bir üslupla anlatılan av sahnesinde ve son derece stilize bir rüya-şiirin yumuşak bir ağıta dönüştürülmesinde Chaucer’ın dehası göze çarpar. Chaucer’ın on yıl sonra yazmaya başladığı ama tamamlamadan bıraktığı House of Fame (Şöhret Evi) yine Fransız rüya-şiir geleneği içindedir. Bir farkla ki şair bu kitabı yazdığı sıralarda İtalya’ya gitmiş ve orada tanıştığı “gerçekçi” anlatımı kendine yakın bulmuştur. Özellikle kitabın ikinci bölümünde İtalyan yazarlarının etkisi hâkimdir. Parliament of Fowls (Kuşlar Meclisi) Aziz Valentine gününde eşlerini seçmek için bir araya gelen kuşlarla ilgilidir. Bu şiir yapı olarak yine Fransız rüya-şiir çizgisindedir fakat rüyanın nakledilmesinde belirgin bir “gerçekçilik”, hatta toplumsal eleştiri göze çarpar. Bu mecliste kuşlar, yırtıcı türler en üst dallarda olmak üzere eğilimlerine, yem ya da böcek yemelerine göre bir ağaca tünemişlerdir. Soylu sınıftan olanlar seçimlerini saray üsulu aşkın kurallarını gözeterek yaparlarken daha alt sınıfların üyeleri soylularla alay ederler. Bundan başka bu şiirde kullanılan a.b.a.b.b.c.c. kafiye düzeni İngiliz şiirine ilk defa Chaucer tarafından sokulmuştur. Chaucer’ın yarım bıraktığı, İtalyan etkisi gösteren bir diğer eseri Legend of Good Women (İyi Kadınlar Efsanesi) adını taşır. Bu eser şairin son rüya-şiiridir ve başarılı Giriş bölümü, takip eden dokuz hikâyenin çerçeveleme yöntemi kullanılarak anlatılmış olması bakımından Canterbury Hikâyeleri’ne hazırlık niteliğindedir. Troilus and Criseyde yazılış tarihi olarak Legend of Good Women’den önce geldiği halde rüya-şiir geleneğinin tamamen dışında yer alır. Boccacio’nun Il Flostrato’sundan tercüme bölümlerin de yer aldığı, konusu Chaucer zamanında saray çevresinde zaten bilinen Troilus’un aşkını, sevgilisi Criseyde’nin ihanetini ve çöpçatan Pandarus’u anlatan bu eser bir şaheserdir ve uzun zaman Canterbury Hikâyeleri’nden daha çok rağbet görmüştür. Bu ilgiyi Chaucer’a gelene kadar birer tip olmaktan öteye geçemeyen bu kahramanların şairin elinde kişilik kazanmalarında, onların kanalıyla insanın en derinde yatan zayıflıklarının, bocalamalarının ve güçlü yönlerinin en az yaşamın kendisi kadar karmaşık bir doku içinde verilmelerinde aramak gerekir. O zamana değin Fransız ve İtalyan edebiyatının etkisinde yazdığı eserlerle İngiltere ve kıta Avrupası arasında bir köprü oluşturan Chaucer 1387 yılında yazmaya başladığı gerçekçiliği, mizah yönü ve güçlü karakter portreleriyle öne çıkan bir eseriyle kendini bulur: Canterbury Hikâyeleri. Bu eser hakkında ayrıntılı açıklamaları aşağıda yapacağız. Chaucer’ın bu son dönem eserleri arasında yirmibir kısa şiir de vardır. Bunlardan “ABC” bir Meryem Ana’ya övgü şiiridir ve şairin erken döneminde yazılmıştır. “Complaint of Chaucer to his Purse” (Chaucer’ın Para Kesesine Şikâyeti)’nin bu şiirler arasında ayrı bir yeri vardır ve yazılış amacı olan IV. Henry’nin dikkatini çekmeyi başarmış, mali açıdan sıkıştığı bir dönemde şaire kral tarafından destek verilmesini sağlamıştır. Sayıları onu bulan aşk şiirleri yine ilk dönem ürünleri dir ve oldukça geleneksel tarzdadırlar. Şairin felsefi şiirleriyse Boethius etkilerini gösterirler. Chaucer’ın nesir eserlerine gelince, şair Boethius’un Consolation of Philosophy (Felsefe’nin Tesellisi) adlı eserini Latinceden tercüme etmiştir. Bu kitapta yer alan “özgürlük, özgür irade ve Kader’in insanların işleri üzerindeki etkileri”yle ilgili düşünceleri Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nde özellikle Şövalye’nin ve Troilus’un hikâyele-rinde önemli bir yer tutar. Chaucer’ın diğer bir nesir eseri bir Arap bilginin eserinin Latince tercümesinden İngilizceye aktardığı astrolojiyle ilgili Treatise on the Astrolobe’dur (Usturlap Üzerine İnceleme). Bu eser usturlabın kullanılması hakkında küçük bir çocuğa yapılan açıklamalardan oluşur. Canterbury Hikâyeleri Chaucer’ın bu eserle kendi tarzını yakaladığını belirttik. Ama elbette ki şair bu eseri birdenbire, bütün etkilenmelerden uzak, yepyeni bir yapıt olarak ortaya çıkarmış değildir. Aslına bakılırsa şairin anılan eserde kullandığı “çerçeveleme” yönteminin uzun bir geçmişi vardır. “Çerçeve”den kasıt, her ne kadar kendisi tek başına ilginç olsa da esas olarak bir dizi hikâyeyi birbirine bağlayıp bütünlük oluşturma amacını güden anlatımlardır. Burçin Erol bu tür anlatımların Klasik çağa, Mısır yazmalarına ve Hindistan’a kadar uzandığını belirterek 3-4’üncü yüzyıllara ait ve kralın isteği üzerine bir filozofun anlattığı hikâyelerle kralın bu hikâyeler hakkındaki yorumlarından oluşan Pançatantra’yı örnek gösteriyor. Yine Yedi Bilge adlı Hint eserinde ve bilindiği gibi Binbir Gece Masalları’nda bir idam cezasının infazını ertelemek için anlatılan hikâyeler yer alır. Bu iki eserdeki çerçeve hikâyelerde gerilim öğesi vardır. Fakat bu yöntemin benzer bir etki gütmeden yalnızca didaktik amaçla kullanıldığı da olmuştur. Örneğin, İngilizlerin okuma imkânı buldukları The Fables of Bidpai ve Disciplina Clericalis adlı eserler bir öğretmenin öğrencisine anlattığı bir dizi hikâyeden oluşur. Ayrıca Chaucer’ın çağdaşı İngiliz John Gower Confessio Amantis’te bu tip bir anlatıma yer verir. Legend of Good Women’de Chaucer da hemen hemen aynı yola başvurur. Bu eserde Aşk Tanrısı, şairi Criseyde’nin ihanetini yazarak kadınla rı aşağılamakla suçlar ve bu sefer de aşk uğruna ölen ünlü kadınların şehadetlerini anlatan bir şiir yazmasını ister. Fakat hikâyeler arasında bağlantı yoktur. Bir de, bir dizi hikâyenin bir grubun değişik üyeleri tarafından eğlence amacıyla sunulduğu anlatımlar vardır. Ovidius’un Boccaccio ve Chaucer’a ilham vermiş olması muhtemel eseri Metamorphoses (Değişimler) bu türe girer. Bu kitapta Kral Milas’ın festivale gitmektense evde oturup yün eğirmeyi ve bu arada hikâyeler anışmayı seçen üç kızı bu davranışlarıyla şarap ve bağ tanrısı Bacus’u kızdırırlar. Kızgın tanrı da bu kızları yarasalara dönüştürür. Hikâyeler arasında Canterbury Hikâyeleri’nde olduğu gibi bazı tartışmalar yer alır. Boccaccio’nun da Ovidius’tan etkilenmiş olabileceğini belirttik, çünkü o da Ameto, Filocolo ve Decameron adlı eserlerinde benzer çerçeveleme yöntemine başvurur. Ameto’da Venüs festivalinde karşılaşan yedi peri birbirlerine yaşadıkları aşk maceralarını anlatırlar. Filocolo’da yine eğlenmek üzere toplanan bir grup gencin anlattıkları aşk hikâyeleri vardır. Aynı şekilde Decameron veba salgınından kaçıp bir sığınakta toplanan on kişinin anlattığı yüz hikâyeden oluşur. Bu hikâyelerle Canterbury Hikâyeleri’nin şu yönlerden ortak olduğu gözlenir: Hepsi bir grubun üyeleri tarafından ard arda anlatılırlar, aralarında anlatıma ya da karşılıklı konuşmalara dayalı bağlantılar vardır, grup üyeleri özel birtakım dış sebeplerle bir araya gelmişlerdir ve içlerinden birisi anlatıcılara başkanlık eder. Bir diğer benzerlik ise Boccaccio’nun da Chaucer gibi hikâyeleri anlatıcıların ağzından çıktığı şekilde anlatacağını, okuyucunun dilediği hikâyeleri okumakta serbest olduğunu ve hikâyelerinin tamamının eğlence amaçlı olduğunu, bu yüzden fazla ciddiye alınmamasını belirtmesidir. Giovanni Sercambi’nin Novelle adlı eseri Decameron’un bir taklididir, fakat Canterbury Hikâyeleri’ne daha yakındır. Çünkü bu eserde de değişik meslek ve sınıflardan kalabalık bir grup vebadan kaçma amacıyla toplanır. Yine içlerinden birisi başkan olur ve yaya olarak gidilecek yol boyunca şarkılar söyleyip hikâyeler anlatmayı önerir. Ama bu kitaptaki çerçeve hikâye son derece sıkıcı günlük olaylardan meydana gelir ve ne Chaucer’ın karakter portrelerine ne de onun mizah anlayışına yaklaşan olaylar veya sözlere rastlanır. Zaten Chaucer’ın bu eserle tanışmış ve ondan etkilenmiş olması pek uzak bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Ne de olsa Chaucer 1385-86 yıllarında bir süre hac merkezi olan Canterbury yolu üzerindeki Kent’te yaşamış, orada pek çok hacı adayının hikâyeler anışarak ilerleyişine tanık olmuştur. Bu nedenle hikâyelerini hac yolculuğu çerçevesi içine oturtma düşüncesi için herhangi bir kimseden esinlenmeye ihtiyacı yoktur. Erken dönemlerde hac yolculuğu ciddi ve zahmetli bir işti ve zaman zaman oldukça tehlikeliydi. Haçlı seferlerinin de esasen bir hac yolculuğu olduğunu düşünmek konunun ciddiyeti hakkında bir fikir verebilir. Fakat Canterbury Hikâyeleri’nden yüz yıl kadar önce hac yolculukları yerine getirilmesi zorunlu bir görev olmaktan çıkmış, zevk için yapılan yolculuklara dönüşmüştür. Coulton kaynakçada belirtilen kitabında tek bir ilahi bile söylemeden, “Rabbin Duası”nı bile ağızlara almadan, arkalarında köpekleriyle, gayda çalarak, gülüşe çağrışa hacca giden kafilelerden şikâyet eden alıntılar yapıyor. (s. 121) Chaucer da Canterbury Hikâyeleri’ni böyle bir hac yolculuğu çerçevesinde planlamıştır. Böylelikle toplumun en yüksek ve en alt sınıfları dışında (birinciler böyle bir yolculuğa tenezzül etmezlerdi, ikinciler ise gerekli paraya sahip değildiler) toplumun hemen hemen bütün sınıflarından, değişik yapı ve kültürde insanı bir araya toplama imkânı bulmuştur. Kitabın başında yer alan “Genel Giriş” bölümü bu yüzden toplumsal belge niteliğinde bir insanlık komedyasıdır. Hacı adaylarının sayısı toplam otuz birdir. Onlara sonradan bir kilise meclisi azası ve onun yardımcısı katılır, fakat Aza biraz sonra gruptan ayrılmak zorunda kalır. Hancı’nın hikâye yarışmasında hakem olduğu düşünülürse, kararlaştırıldığı üzere Canterbury’e giderken ve dönüş sırasında herkes ikişer hikâye anlatırsa hikâye sayısı toplam 120 olmalıdır. Fakat Chaucer’ın son şeklini veremeden öldüğü bu kitapta toplam 24 hikâye yer alır. Bunlardan Aşçı’nın ve Silahtar’ın hikâyeleri ile Chaucer’ın anlattığı Sör Topaz’ın hikâyesi yarımdır. Hikâyeler arasındaki bağlantıyı hacı adaylarının birbirlerine sataşmaları ve hikâyeler hakkında yapılan yorumlar sağlar. Ayrıca, bazı adaylar birbirlerinin mesleklerini hedef alan hikâye-ler anlatırlar (örneğin Frer’in hikâyesinin kahramanı bir mübaşirdir ve Mübaşir de kahramanı bir frer olan bir hikâye anlatır. Aynı şekilde Değirmenci’nin hikâyesinde bir marangozla alay edilir ve marangozluktan yetişme Kâhya da bundan alınıp bir değirmenciden bahseden hikâyesini anlatır). Ayrıca Üniversiteli, Bathlı Kadın, Tüccar ve Toprak Ağası’nın hikâyeleri evlilik ve karı-koca ilişkileri etrafında döner. Böylelikle hikâyeler arasında bir bağ kurulur ve bir bütünlük oluşturulma ya çalışılır. Aslında hikâyelerin kesin sırası belli değildir; değişik kaynaklarda değişik sıralamalar yapılmaktadır, bizim burada izlediğimiz sıra Ellesmere sıralamasıdır. Hikâyelerle ilgili bir diğer bütünleyici özellik eserin yarım kalmasından kaynaklanan tutarsızlıklar dışında anlatılan hikâyelerin anlatıcıların karakterlerine oldukça uygun olmalarıdır. Öyle ki okuyucuda hikâyelerin, geleneğin tersine, çerçeve hikâyedeki karakterleri daha iyi tanımlamak amacıyla anlatıldığı duygusu uyanır. Chaucer’ın, döneminin hemen bütün edebi türlerini kullandığını söylemiştik. Canterbury Hikâyeleri de Ortaçağa has romans (feodal düzene uygun, kahramanları asiller sınıfından olan, şövalye aşklarını konu alan hikâyeler), fabliau (genellikle dolambaçlı kandırmalara dayalı, kahramanlarını orta ve alt tabakadan alan manzum güldürü hikâyeleri), efsaneler, hayvan hikâyeleri, mock-heroic denilen ve şövalye hikâyeleriyle alay eden değişik türlerin özelliklerini gösterirler. Meraklı bir okumaya engel olmamak amacıyla hikâyelere fazla ayrıntıya girmeden ve kitabımızdaki sıraya göre kabaca göz atalım. “Şövalye’nin Hikâyesi” aynı kadına âşık iki prensi konu alır. Adından da anlaşılacağı gibi romans tarzındadır. Chaucer hikâyeyi klasik Yunan dönemine yerleştirir, fakat bu hikâyede 14. yüzyıl İngiltere’siyle ilgili pek çok özelliği gözlemlemek mümkündür. Değirmenci, Kâhya ve Aşçı’nın hikâyeleri kendilerinden önce gelen “Şövalye’nin Hikâyesi”yle taban tabana zıttır. Önceden de belirttiğimiz gibi bu bilinçli bir sıralamadır. Değirmenci karısı tarafından aldatılan yaşlı bir marangozla alay eder ve Kâhya’nın hikâyesi kendisini kül yutmaz sanan bir değirmencinin iki öğrenci tarafından kötü duruma düşürülmesini anlatır. Aşçı’nın hikâyesi yarım kalmıştır, fakat son mısradan onun da pek nezih bir hikâye olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hikâyeler fabliau türüne girer. Oldukça kaba olayları konu almalarına rağmen hikâyelerin sonunda bir tür ahlak dersi yer alır. Asıl kaynakları tesbit edilememekle beraber dönemin Avrupa’sında Değirmenci ve Kâhya’nın hikâyesine benzer birçok hikâyeye rastlanır. “Avukat’ın Hikâyesi” Hıristiyan azizlerine benzetilen Constance’ın ıstıraplarını konu alır. Çoğu zaman gerçekçi karakterler yaratan Chaucer’ın karakteri daha çok geleneksel Ortaçağ tarzında, nerdeyse Metanet’in alegorik bir sembolüdür. “Gemici’nin Hikâyesi” halk içinde yaygın olarak bilinen bir “fabliau”dur. Bir tüccarın bir frer tarafından iki kez aldatılmasını konu alan bu hikâye için bilinen en iyi kaynak Decameron’dur. “Baş Rahibe’nin Hikâyesi” ondan önce gelen Gemici’nin kaba hikâyesiyle tam bir zıtlık içindedir. Hıristiyan çocukların Yahudiler tarafından öldürülüşünü konu alan bu tür hikâyeler Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden beri biliniyordu. Bir baş rahibenin dinî hoşgörüyle bağdaşmayan bu tür bir Yahudi düşmanlığını dile getirmesi kuşkusuz şaşırtıcıdır ama Hussey bunun daha erken devirlere dayandığını, 1200’lerde İngiltere’den kovulan Yahudilerle Baş Rahibe’nin herhangi bir doğrudan temasının olamayacağını ve hikâyedeki düşmanlığın gelenekten kaynaklandığını belirtmektedir. Konunun duygusallığı, anlatım özellikleri, hikâyenin dinleyenler üzerindeki etkisi Chaucer’ın Baş Rahibeye duyduğu saygıyı göstermektedir. Bu hikâyenin çocukça efsanelere yöneltilmiş bir hiciv olduğu tezi bu nedenle önemsenmemelidir. “Sör Topaz Hikâyesi” Chaucer tarafından anlatılır. Hancı’nın kendisinden bir hikâye istemesi üzerine bütün bu muhteşem Canterbury hikâyelerinin yaratıcısı Chaucer son derece alçakgönüllü bir ifadeyle şiirden anlamadığını ama ezberindeki bir şiiri okuyacağını belirtir. Tabii bu “Genel Giriş” bölümünde çizdiği kendi portresiyle uyum içindedir. “Sör Topaz Hikâyesi” kuşların ve ağaçların, yiyeceklerin ve giysilerin bitmek bilmez bir listesini yapan, insanların dış görünüşlerini uzun uzun tasvir eden, kahramanların savaş ve barış zamanlarındaki basmakalıp maceralarını anlatan, yine duygusallıkla yüklü, klişeleşmiş ahlak dersleri veren niteliksiz romanslara yöneltilmiş bir hiciv olarak değerlendirilmiştir. Ama son dönemlerde hikâyenin bir de sosyal hiciv yanı olduğu, Fransız ve İngiliz saraylarında sık sık alay konusu olan Flaman şövalyeleriyle alay etme amacını güttüğü kanısı yaygınlık kazanmıştır. Ne var ki Hancı bu alaycı söyleyişin farkına varamaz ve Chaucer’a şiirinin üç kuruş bile etmeyeceğini söyler. Bunun üzerine Chaucer bir eleştirmenin deyişiyle oldukça sıkıcı bir hikâye olan “Melibee’nin Hikâyesi”ni “nesir diliyle, yani düzsözle” anlatarak intikamını alır. Bu hikâyede kızı ve karısı düşmanları tarafından yaralanan Efendi Melieus’a karısı Prudence’ın sabrı ve barışçı olmayı öğütleyen sözleri yer alır. Hikâye Livre de Melibe et de Dame Prudence olarak Fransızca’ya çevrilen Liber Consolationis et Consilii of Albertanus of Brescia adlı eserin sadık bir tercümesidir. “Keşiş’in Hikâyesi” Boccaccio, Boethius, Dante ve İncil’den yararlanılarak anlatılan bir dizi hikâyeden oluşur. Bu hikâyelerin konusu büyük tarihi kişilerin saltanatlarının doruğundayken birdenbire düşüşleridir. Tahmin edileceği gibi, kısa, ansiklopedik bilgilerden meydana gelen hikâyelerin edebi değerinin yüksek olduğunu söylemek güçtür. “Rahibe’nin Yanındaki Papaz’ın Hikâyesi” Keşiş’inkinin tersine Chaucer’ı yine sanatının doruğunda gösterir. Gerçekçi tasvirleri, nükteli konuşmaları, felsefik yorumlarıyla dikkat çeken hikâyede rüyasında başına geleceklerden haberdar edilen Horoz’un ibret verici macerası insanlık tarihi ve Kader arka planı üzerine yerleştirilmiştir. “Hekim’in Hikâyesi”nde kahramanları Appius ve Virginia olan bir Roma hikâyesi Livius’a dayanarak anlatılır ama gerçek kaynak Roman de la Rose olabilir. Hikâyede namusunu lekelemektense ölmeyi yeğleyen bir kızın trajik ama onurlu yazgısı konu edilir. Chaucer’ın diğer hikâ-yelerine oranla daha sade bir yapısı ve üslubu vardır. Zaten şairin bunu Legend of Good Women için yazdığı sanılmaktadır. “Afnameci’nin Hikâyesi” vaaz türündedir. Afnameci hikâyesine yaptığı girişte vaaz vermeye gittiği yerlerde oynadığı oyunları, cemaatten nasıl para sızdırdığını itiraf eder. Budha’nın yeniden doğuş hikâyelerine kadar dayanan ve ölüme meydan okuyan üç serseriden söz eden hikâye teknik ve anlatım yönünden çoğu zaman en iyi kısa hikâye olarak nitelendirilmiştir. “Bathlı Kadının Hikâyesi” ve Kadın’ın yaptığı son derece zevkli giriş bölümüyle hacı adayları arasında evlilik tartışması başlar. Giriş bölümünde Bathlı Kadın’ın iki tezi vardır: karılığın bakirelikten aşağı bir durum olmadığı ve evlilikte kadının sözünün geçmesinin gerekliliği. Bu giriş bölümünde Chaucer’ın çizdiği kadın karakteri sonraki edebiyat için bir tip haline gelmiştir, fakat Bathlı Kadın ustalıkla verilmiş bireysel özellikleriyle şairin en karmaşık ve en gerçekçi karakterlerinden biridir. Ayrıca bölüm Chaucer döneminde algılandığı şekliyle “kadın sorunu”nun kapsamlı bir tartışmasıdır. Kadın’ın hikâyesi “giriş”iyle aynı çizgidedir ve burada tartışılan kadın erkek arasındaki egemenlik sorunudur. Chaucer döneminde hikâyenin birçok benzerine rastlamak mümkündü, fakat romantik macera ve peri efsanelerini keskin bir mizahla harmanlayan “Bathlı Kadın’ın Hikâyesi” benzerlerinin hepsinden daha başarılıdır. Frer ve Mübaşir’in Hikâyeleri fabliau türündedir. Frer bozuk ahlaklı bir mübaşirin nasıl cehennemi boyladığını, Mübaşir de bir frerin nasıl zor duruma düşürüldüğünü anlatır. Bu hikâyeler dönemin benzer hikâyelerinden, yine Chaucer’a ait özellikler olan başarılı karakter portreleri, zengin tasvirleri, zekice ve nükteli diyaloglarıyla ayrılırlar. Bu hikâyelerde okuyucu din ve hukuk kurumlarındaki bozulmadan duyulan rahatsızlıkları gözlemleme olanağı bulur. “Üniversiteli’nin Hikâyesi” Bathlı Kadın’ınkinin tersi bir sav ortaya atar ve kocasına inanılmaz derecede itaatkâr olan ve onun bütün işkencelerine sesini çıkarmadan katlanan Griselda’nın sabrına işaret ederek evlilikte mutluluğun ancak bu şekilde mümkün olacağını söyler. Fakat bu hikâyenin tezidir ve Üniversiteli hikâyenin sonunda kendisini uysallığın bu kadarının da fazla olduğunu bildirmek zorunda hisseder. Zaten Griselda Avukat’ın hikâyesindeki Constance gibi neredeyse alegorik bir tiptir. Griselda tipinin ilk olarak Boccaccio tarafından yaratıldığı, Petrarca’nın bu hikâyeyi Latince olarak yeniden yazdığı ve Chaucer’ın Üniversitelinin de belirttiği gibi bundan faydalandığı bilinmektedir. “Tüccar’ın Hikâyesi” yaşlı bir koca ve genç karısının kaçınılmaz hikâyesidir ve yine fabliau türündedir. Döneminde “armut ağacı hikâyesi” diye de bilinen bu hikâyede Chaucer yine kendine has katkılarıyla nefis bir “yaşlı koca” tipi yaratmıştır. Kendisi de mutsuz bir evlilik yapmış olan Tüccar bu hikâyeyle kadınların ne kadar “şirret” ve kurnaz olabileceklerini anlatarak evlilik tartışmasına kendi yorumunu katar. “Silahtar’ın Hikâyesi” romans türündedir. Bu hikâye için belli bir kaynak tesbit edilememiştir. Fakat Chaucer’ın her şeyi kitaplardan almadığı, sıkı ilişkiler içinde olduğu gemicilerden, tüccarlar ve gezginlerden Doğu’nun gizemleri hakkında pek çok şey öğrenmiş olabileceği düşünülmektedir. Son olarak, Chaucer’ın bu hikâyeyi tamamlamadan bıraktığını da belirtmek gerekir. “Toprak Ağası’nın Hikâyesi” Britonların Kelt dilinde yazmış oldukları kısa romans veya macera hikâyeleri diyebileceğimiz “Breton lay” türündedir. Romantik konu, büyü ve doğa üstü güçlerin kullanılması, şövalyelik ruhu gibi türe has özellikler burada görülebilir. Chaucer’ın bu hikâye için Boccacio’nun Filocolo’daki hikâyesinden faydalandığı tahmin edilmektedir. Ağa, “Silahtar’ın Hikâyesi”yle kesilen evlilik tartışmasına yeniden döner ve karı koca arasında mutluluğun ancak eşlerin karşılıklı saygılarıyla mümkün olabileceğini vurgulayarak bu tartışmayı ılımlı bir sona bağlar. “İkinci Rahibe’nin Hikâyesi” Azize Cecilia’nın onurlu direnişini anlatan bir efsanedir. Konusu nedeniyle bu hikâyede Chaucer’ın öteki hikâyelerindeki canlılığı görmek mümkün değildir. Fakat Ortaçağ’da önemli yeri olan Aziz efsanelerine bir örnek oluşturması bakımından ilginçtir. “Kilise Meclisi Aza Yardımcısı’nın Hikâyesi” Chaucer’ın özgün eseridir. Şairin bu hikâyeyi bir Meclis azasından intikam almak için yazdığı düşünülmektedir. Bir simyacının şarlatanlıklarından söz eden bu hikâye Ortaçağ İngiltere’sinde simyanın yeri hakkında fikir vermesi ve Chaucer’ın bu konuyla da ilgilendiğini göstermesi açısından ilginçtir. “Vekilharç’ın Hikâyesi” Chaucer döneminde pek yaygın olan “sır veren kuş” hikâyeleri türündedir ve Yedi Bilge’deki hikâyeler arasında da yer alır. Ama Chaucer daha çok Ovidius’un Metamorphoses’inden yararlanmıştır. Hikâyede Phoebus’un, evinde beslediği kargadan karısının kendisini aldattığını öğrenmesi üzerine yaptıkları konu edilir. “Vaiz’in Hikâyesi” kitabın son hikâyesidir ve Vaiz zevkli bir hikâye sözü vermesine rağmen kendisine ve bu kutsal yolculuğa denk ağırlıkta bir konuşma yapar. Aslında son derece şematik bir vaaz olan bu nesir hikâyede konu Hıristiyanlık anlayışına göre “tövbe” ve çeşitli günahlardır. Son bölümde Chaucer’ın din dışı olarak nitelendirdiği hikâyeleri için tövbekâr olduğu ve dini hikâyelerini yazma fırsatını verdiği için Tanrı’ya şükran duygularını dile getirdiği Reddiye’si yer alır. Dil ve Anlatım Özellikleri Chaucer “Genel Giriş” bölümünde Canterbury’ye Aziz Thomas a Becket’ın mezarını ziyarete giden hacı adaylarını tek tek tanıtır. Bunu yaparken Ortaçağda mevcut “estaat” hikâyeleri diye bilinen belli meslek gruplarının basmakalıp tanımlamalarından yararlanmış olabilir; fakat o bu hazır tiplere, bir iddiaya göre, gerçek hayatta tanıdığı kimselerin özelliklerini katar ve kahramanlarına belirgin bir gerçeklik ve canlılık kazandırır. Bu amaçla en ince ayrıntılara girer, öyle ki Aşçı’nın dizindeki çıbandan ya da Değirmenci’nin beni üzerindeki bir tutam kıldan dahi söz eder. Bunun yanısıra insanların fiziksel yanlarıyla ve karakterleriyle ilgili özellikleri en beklenmedik zamanlarda yanyana sıralar. Örneğin Aşçı’nın çıbanından sözettikten hemen sonra “Ama sütlü peltesiydi en çok gönülleri çelen” der. Böylelikle okuyucunun dikkatini sürekli olarak canlı tutar. Aynı yöntem birbirine zıt karakterleri yan yana getirmesinde de gözlenebilir. Örneğin Üniversiteli Tüccar’la, Bathlı Kadın Çiftçi’yle beraberdir. “Genel Giriş” bölümünün daha başında Chaucer bazı karakterleri hicveder. Örneğin Baş Rahibe hiç de makamının ve mesleğinin gerektirdiği özellikleri taşımaz. Chaucer onu bu yüzden eleştirirken diğer yandan da onun çekiciliğine hayran kalmış gibidir. The Norton Anthology of English Literature’da şairin yergi ve hayranlık arasındaki dengeyi çok iyi kurduğu, dehasının idealleri yitirmeden hayatı pratik bir bakış açısıyla değerlendirilmesinde yattığı belirtilir. “Genel Giriş” bölümünde söz ettiğimiz belli başlı özellikler hacı adaylarının anlattıkları hikâyeler için de geçerlidir. Örneğin, “Mübaşir’in Hikâyesi”nde Frer’in oturmadan önce sandalyedeki kediyi kovalaması, “Tüccar’ın Hikâyesi”nde ihtiyar Ocak’ın pörsük gerdanının şarkı söylerken titremesi gibi ayrıntılarda Chaucer’a has bir gerçekçiliğe rastlanır. Yine “Rahibe’nin Yanındaki Papaz’ın Hikâyesi”nde Chanticleer son derece canlı bir şekilde tasvir edilir. Bu defa da kahramanların fiziksel özellikleri karakter özellikleriyle birlikte verilir. Ayrıca hikâyelerin birbirlerine bağlanmasında okuyucunun dikkatini canlı tutma ilkesine uygun olarak aynı havada hikâyelerin ard arda gelmemesine özen gösterilir. Ve tabii “Genel Giriş” bölümünde sergilenen dil ustalığı hikâyelerde de devam eder. Chaucer zamanında şimdiki gibi tek bir standart İngilizce yoktu ve Chaucer’ın kullandığı dil de sadece bir diyalekt olmaktan öteye geçmiyordu. Örneğin Langland güney Midland, Gawain hikâyesinin şairi kuzey-batı Midland diyalektini kullanıyordu. Chaucer’ın modern okuyucuya daha anlaşılır gelmesi kullandığı diyalektin daha üstün olmasından değil, bugünlere kalan Londra diyalekti olmasından kaynaklanır. “Kâhya’nın Hikâyesi”ndeki kuzeyli öğrencilerin konuşmalarında olduğu gibi bu diyalekt farkını Chaucer kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı bilir. Bu bölgesel farklılıklardan söz etmişken, zaman zaman Chaucer’ın Fransız ve İtalyan söyleyiş ve formlarını örnek aldığı, eski İngilizcede önemli yer tutan aliterasyonlu söyleyişe hiç başvurmadığı söylense de “Şövalye’nin Hikâyesi”nde savaş hazırlıklarını anlatırken kuzeyin aliterasyonlu şiirini taklit ettiği görülür. Ayrıca, hacı adayları kendilerine uygun konulu hikâyelerini yine kendi sosyal sınıflarına, tutkularına ve özentilerine uygun olarak bazen yüksek bir dil, bazen de sokak dili aracılığıyla anlatırlar. Bugün kullanılan İngilizce tabii olarak Chaucer’ın dilinden oldukça farklıdır. Burada ayrıntısına girmeyi gerekli bulmadığımız bazı gramer kuralları değişmiş ve birçok sözcük kullanım dışı kalmıştır. Ayrıca hem mahkûm hem de hapishane anlamına gelen “prisaun” sözcüğü gibi modern görünüşlü bazı sözcükler okuyucuyu yanıltabilmektedir. Bunlara rağmen Chaucer’ın dili son derece doğal, akıcı, günlük hayatın içinden alınmış, açık ve sadeymiş duygusunu verir. Bunun bir sebebi şairin kullandığı, çağdaşları için son derece entelektüel bazı Latince ve Fransızca sözcüklerin günümüz İngilizcesinin bir parçası haline gelmiş olmasıdır ve aslında Chaucer şiirlerinde döneminin bütün gözde anlatım sanatlarına başvurur. Ne de olsa şiirde orijinal ve bireysel olmak romantik şairlerle bir erdem haline gelmiştir ve Ortaçağda kabul gören şiirler bilinen bir konuyu da anlatsa belli bir disiplin altında yazılanlardır. Güzel söz söyleme sanatına ilişkin kitaplar o zamanlar da vardır ve Chaucer’ın da bu kitaplarda öğütlenen anlatım yöntemlerinden faydalandığı görülür. Örneğin bir tilki tarafından kaçırılan Chanticleer’in ardından koparılan gürültü Roma’da yanan senatörlerin ardından karılarının tuttukları yasla eşdeğerde görülür. Olayın gerçekleştiği Cuma günü de, ünlü bir şairin eserinde kralın öldüğü gün olması nedeniyle lanetlenmesi gibi lanetlenir. Bu örneklerde Chaucer parodi tekniğini kullanmaktadır. Bundan başka “Şövalye’nin Hikâyesi”nde Arkita’nın insanların körlüğünü bir sarhoşun durumuyla karşılaştırmasında olduğu gibi yalın bir teşbihi aşan uzunlukta benzetmelere rastlanır. “Hekim’in Hikâyesi”nde konuşan tabiat gibi cansız nesneleri konuşturmak; konuyla ilgisiz gibi duran başka konulardan ama sonunda yine konuyla bir bağlantı kurarak söz etmek; bir konuya açıklık getirmek için hikâye içinde başka hikâyeler anlatmak; Arcita’nın cenaze törenini anlatan dizelerde olduğu gibi, bir konudan söz etmeyeceğini bildirip o konu hakkında uzun uzun konuşmak yine o dönemin retorik kitaplarında anılan teknikler arasındadır. Chaucer’ın okuyucusu aynı zamanda dinleyicidir de; çünkü onun hikâyeleri daha çok bir dinleyici grubuna sesli okunmak için yazılmıştır. Bu nedenle sözlü geleneğin de pek çok özelliğini taşırlar. Örneğin hatırlatmalara, konuyu özetlemelere, yinelemelere sıkça rastlanır. Ba zen aynı kökten gelen sözcükler değişik formlarda kullanılır. Aşağıdaki bölüm hem buna bir örnek olması hem de okuyucuya Chaucer’ın dili hakkında bir fikir vermesi için alıntılanmıştır: And he that wole han pris of his gentrye, For he was boren of a gentil hous, And hadde his eldres noble and vertuous, And nel hymselven do no gentil dedis, Ne folwen his gentil auncestre that deed is, He nys not gentil, be he duc or erl; For vileyns synful dedes make a cherl. For gentillesse nys but renomee Of thyne auncestres (...) (Bathlı Kadın’ın Hikâyesi) Bazen de bazı kalıp veya ifade aynı yerlerde örneğin dize başlarında kullanılır: “(...) Phebus” quod he, “for al thy worthynesse, For al thy beautee and thy gentilesse, For al thy song and al thy mynstralcye, For al thy waityng, blered is thyn ye (Vekilharç’ın Hikâyesi) Bu ifadelerden başka Chaucer’ın atasözlerini ve günlük hayattan bazı klişe ifadeleri sıkça kullandığını da belirtmek gerekir. Bu sanatlı, disiplinli söyleyiş kaygısına Chaucer’ın hikâyelerinin formunu belirlerken gösterdiği titizlikte de rastlarız. Çünkü şair güldürü nitelikli şiirlerini daha çok iambic pentameter denilen, bir vurgulu bir vurgusuz on heceden oluşan ikili dizeler şeklinde yazmış, birbiri ardına gelen kafiyeler yoluyla istediği komik etkiyi yaratabilmiştir. Buna karşılık daha ciddi hikâyelerinde yukarıda da bahsettiğimiz yedili ve “Keşiş’in Hikâyesi”nde olduğu gibi de a.b.a.b.b.c.b.c. kafiyeli sekizli dizeleri tercih etmiş, bu formların hikâyelerin havasına daha uygun olacağını düşünmüştür. Chaucer’ın nesir hikâyelerde şiirlerindeki başarısına ulaşamadığı gözlenir. Buna rağmen Ortaçağda bu tür yazıların oldukça ilgi gördüğünü, Chaucer’ın gerek konusu gerek anlatımı yönünden nesir hikâ-yeleriyle de beğeni kazandığını belirtmek gerekir. Hatta bu hikâyeler içerdikleri atasözleriyle, Kitab-ı Mukaddes’ten yapılan bol miktarda alıntılarıyla ve “Vaiz’in Hikâyesi”ndeki, güldürüye varan, abartılı tasvirleriyle modern okurlar için bile ilginç olabilecek özelliktedir. Buraya kadar anlatılanlardan bir hisse çıkarmak gerekirse, Chaucer Ortaçağ geleneği içinde yetişmiş ama bu gelenekteki birikimin olağanüstü bir senteziyle kendi üslubunu bularak özgün olmayı başarmıştır.
··
2.290 görüntüleme
Ebru Ince okurunun profil resmi
Langland'a bakıyordum aslında :)) Mina Urgandan takviye almak şart oldu bu ara hocam 👍
Mir'at-ı Cünun okurunun profil resmi
Mine URGAN'ın kitaplarına yabancı olduğum için Fransız kaldım konuya :)
5 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.