Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

160 syf.
9/10 puan verdi
·
7 günde okudu
Var Mısın Ki Yok Olmaktan Korkuyorsun?
Uzun bir aradan sonra merhaba demek bazı bedenlerde ıstırap yaratsa ve zor olsa da bunun buradaki kişiler ve benim için hiç mi hiç ehemmiyeti yok. Tek olduğumuz bir yaşamda başkalarını ayna görevi olarak kullanıp üzerimize çeki düzen vermenin azabını toplumsal olarak en derinlerde hissetmeliyim ki; buna ihtiyaç duyuyoruz. Bu durum bizim kültürümüzün bir sonucudur. Bir türlü kendimizi kendimizin aynası olarak görmüyoruz. Benim aynam yine ben olmalıyım. Ancak ciddi bir çelişkimiz vardır. Nefsini bilen Rabbini bilir hadisi kültürümüze sirayet etmemiş ve biz başkalarının aynalığını kendi aynalığımıza tercih etmişizdir. Buradaki nefsini bilme kendini bilmeyle aynı şeydir. Bu biraz Heraklitos vari dillenmeye benzese de tıpkı onun gibi "kendimi aradım araştırdım" demeden uzak duramıyorum. Bu bir felsefe ya da belki de bir felsefe. “Her şeyin verildiği, hiçbir şeyin açıklanmadığı bir dünyada, bir değerin ya da bir metafiziğin verimliliği anlamdan yoksun bir kavramdır.” (Alıntı #88443352 ) Felsefe nedir dediğin zaman tıpkı din gibi yaşayan nüfus sayısı kadar tanım çıkacaktır. Sokrates’e göre felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir. Bu kanıyı Çiçero’da da görmek çok mümkündür ki kendisi “elimde olsaydı bu hayatın yasının tutardım,” diye ölümü bir küçümseyişle şımarık tavrından ödün vermeden cevaplamıştır. Montaigne Denemeler ’inde bu hususa çok fazla yer vermiştir. O da felsefe yapmanın ölümün yolunu açmaktan geçtiğini söyler. Aslında buradaki önem ölümü bilmek yaşamın anlamını bilmekten geçer ya da geçmeli olgusudur. Çünkü ölüm yaşamı kıymetlendirir. Hiç ölmeyecek gibi yaşamak ruha ihanet, bedene ıstıraptır. Memento mori, "fani olduğunu hatırla", "öleceğini hatırla"… ki sürdüğün bu hayat manalansın. Ölümle taçlandırılmamış her yaşam tamamlanmamış yaşamdır. Ayrıca evrende en adaletli şey ölümdür. Çünkü herkese eşit davranır. Korkuya ise hiç mahal yok. Çünkü “Neden ölümden korkayım ki? Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok” der Epikür. En güzeli ise Farabi’den gelmiştir; “Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?” “Başkaldırmış kişinin evreninde, ölüm adaletsizliği aşka getirir.” ( Alıntı #88329351 ) Meşhur Savunma’dan bir bölümü kırparak sunmak istiyorum: “Her tehlike için, kişiyi ölümün elinden kurtarabilecek pek çok yol vardır, yeter ki o kişinin her şeyi söyleyebilecek ya da yapabilecek kadar ar damarı çatlamış olsun! Bundan, yani ölümden, o kadar da zor değil kaçıp kurtulmak, çok daha zor olan kötülükten kaçıp kurtulmaktır. Zira o daha hızlı koşar ölümden. Ben, yaşlı ve yavaş biri olarak daha yavaşı tarafından yakalandım, suçlayıcılarım ise becerikli ve hızlı olduklarından daha hızlı olan kötülük tarafından yakalandılar. Ben şimdi sizin tarafınızdan idam cezası hükmü giydirilmiş olarak ayrılıyorum aranızdan, onlar ise hakikat tarafından fesatlığa ve adaletsizliğe mahkûm edilmiş olarak…” #86510645 Bu alıntı ve linkte bulunan alıntının her birinde harika bir ölüme hazırlanış ve mükemmel bir ahlak anlayışı ile karşı karşıyayız. Tesellimizin ise bu infaz kararlarını verenlerin, infaz gerçekleştikten sonra pişman olup kendilerini öldürmeleridir. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, aklın dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; ilkin yanıt vermek gerekir. Nietzsche’nin istediği gibi, bir filozof, saygıdeğer olabilmek için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, bu yanıtın önemi iyice anlaşılır, çünkü yanıt kesin davranıştan önce gelecektir. Gönlümüzle sezdiğimiz şeyler bunlar, ama aklımıza da aydınlık gelmeleri için derinleştirilmeleri gerekir…” diye başlar söylem ve Galileo’nun dönekliğinin uygun olduğunu, bunun için ölmeye değmeyeceğini der Camus. Çünkü bilir ki ölmeden önce bütün olanaklar tüketilmelidir. İntihar ölümünün vaktini bilmeyen insanların ölüm zamanını seçme ayrıcalığıdır. Antik zamanlarda intihar “akla uygun bir çıkış” olarak nitelendirilir ve dinlerdeki gibi kötü bir eylem olarak görülmezdi. Burada aslında ahlakın toplumsal olarak farklılıklar gösterebildiğine şahit olmaktayız. Bazı toplumlarda intihar hak ve erdem gerektiren bir eylem olduğu gibi, başka toplumlarda ise bu eylem en ahlak dışı olarak tanımlanabilmektedir. Şöyle bir örnekleme yapacak olursam eğer; “Miletli bakireler, toplu bir çılgınlığa kapılmış olarak peş peşe kendilerini asıyordu; sonunda resmi makamlar asılı bulunan bakirelerin boyunlarındaki iplerle çırılçıplak sokaklarda sürüklenmesini buyurarak buna son verdi.” Bireysel olan intihar eylemi tek tip kişilerin çoğunluk olarak eyleme kalkıştıklarında ahlak dışı bir eylem olarak nitelendirilmektedir. Bunu savmanın yolunu ise yine ahlaksız bir şekilde sokaklarda çırılçıplak olarak dolaştırmaktan geçmesidir. Günümüzde intiharı göze almış kişilerde bu tür bir savmanın başarılı olabileceğini aklımdan bile geçiremiyorum. Sokrates’in de dediği gibi “ar damarı çatlamış” bir insanın ahlak kurallarına riayet edip intihar eyleminden vazgeçeceği düşünülemez. Ancak yapılan intihar eyleminin bir amacı ve hedefi varsa o zaman caydırıcı olması mümkündür. Ahlakın toplumlar arasındaki farklılıklarından birçok kere bahsettik. Bir toplumda ahlaklı bir eylem başka bir toplumda ahlak dışı görülebilir. Konunun dinle bir alakasının olmadığını da belirttik. Eğer böyle bir yargımız olsaydı o din dışındaki herkesi ahlaksız saymamız gerekirdi. Yapılan her eylemin en derininde kişinin mutluluğu yatmaktadır. Kişi olumlu ya da olumsuz bir eyleme geçtiğinde sonucu ne olursa olsun bireyin mutluluğuyla alakalıdır. Ahlakta böyledir. Buradaki tek fark kişinin mutluluğundan ziyade çıkarımı ve benliğidir. Maddi bir çıkarım pek fazla değildir ancak manevi yönden saymakla bitmeyecek çıkarımları vardır. Egomuzun okşanması da buna dahildir. Kapatın gözlerinizi ve toprak bir yolda, yolun kenarları sayısız ağaçlarla çevrili bir yerde yürüdüğünüzü hayal edin. Rüzgarın ağaç yapraklarına temasıyla çıkan armoni çevrenizde dolaşırken önünüzde yürüyen kadın açık kalmış çantasından cüzdanını düşürdü. Yapacağımız üç seçenekimiz vardır. Birincisi cüzdanı alıp cebe atmak veya umursamamak. İkincisi cüzdanı alıp kadına götürüp ruhumuzu okşatmak. Üçüncüsü ise kadına belli etmeden açık çantadan cüzdanı geldiği yere bırakmak. Birincisi ahlak dışı bir davranış olur, ikincisi ego ve çıkarımlı bir sonuç istenmesinden ötürü yapılır. Üçüncüsü ise sadece manevi bir çıkarımdır ve en doğrusu budur. Buradan çıkaracağım tespit ise ahlakın temellendirilemez olduğudur. Ayrıca ahlak karşılaştırılması sadece o anda yapılabilecek bir durumdur. Bugünün ahlak anlayışı ile geçmişin ahlak anlayışını aynı teraziye koyup karşılaştırmak etik bir yargıya vardırmaz. Her ahlak anlayışını kendi dönemi toplumlarıyla karşılaştırmak en doğru olgudur. “Bütün ahlaklar, bir eylemin kendini haklı ya da geçersiz kılan sonuçları bulunduğu görüşü üzerine kurulmuştur.” ( Alıntı #88116480 ) Albert Camus 1913’te Fransız Cezayir’inde doğmuştur. 20 yüzyılda batı bloğunu etkisi altına alan varoluşçuluk ve absürdizm öncülerindendir. Ancak kendisi bunu kabul etmez. Edebiyat ve sanatçı filozoftur. Hatta bunu şöyle açıklar; "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söyleni'dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.” Diğer yazarlar gibi edebiyat içerisinden felsefe çıkarmaz, direkt olarak felsefenin edebiyatını yapar. Başkaldıran kişiliğini kendisi bulmamış adeta dönem onu bu hale getirmek için bin bir olayla Camus’u karşılaştırmıştır. Küçük yaşlarında 1. Dünya Harbi’ni görmüş ve bu savaşta babasını kaybetmiştir. Bolşevik İhtilali’ne tanıklık etmiş, dünya ekonomik krizini görmüş ve 2. Dünya Harbi’nin tam ortasında yaşamına devam etmiştir. Bir intihar yanlısı değildir. Ancak eserinde çokça bu eylemi kullanmıştır. 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1960 yılında ise trafik kazasında genç yaşta yaşamını yitirdi. Kendisi de bunları yaşamış bizim nesilde iyimser ve hayatı anlamlandıran kişilikler aramayınız der. Varoluşçuluk kimine göre bir umutsuzluk felsefesidir. Bunun yanınada bunaltı, karamsarlık, özgürlük, başkaldırı, idealizm ve irrasyonalizm de denmiştir. Kesin bir tanımını bulmak zordur. Özden mahrumdur, direkt bireye yönelendir. “Kendini bil” sözü ile Sokrates varoluşçuluğun temeli olarak nitelendirilebilir. Yine Sokrates’e ait olan “Sorgulanmamış bir yaşam yaşanmaya değmez,” sözü varoluşçulukla bağdaştırılan absürdizm ile örneklendirilebilir. Absürd felsefe, özgürlük felsefesi ya da başkaldırış felsefesi olarak nitelemekte doğru bir kanı olabilir. Başkaldırı felsefesi insanın ahlaka karşı başkaldırısıdır. İnsanın kendisine dünyaya ve başkalarına yabancılaşmasına ise en yakın olan tanım absürdizmdir. Camus ile beraber karşılaştığımız Absürd felsefesi akla aykırılıkla tanımlanabilir. Yabancı adlı roman absürdün romanıdır. İçeriğinde ise hayatın anlamsızlığı ve bu anlamsızlıkta yaşamanın ya da yaşamamanın bir anlamı yoktur. İyi ve kötü yoktur. İyi ve kötü olmadığında ise ahlakın bir değeri yoktur. İnsanın en çok yabancı olduğu varlık yine kendisidir. Absürd kişinin dünyayla olan kopuşudur. Sisifos Söylemi de bu doğrultuda ilerler ve absürdün denemesidir. Arafta kalma, hayatı anlamlandıramamadır. Bütün çabalara uğraşlara rağmen yerinde saymaktır. “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir...” ( Alıntı #87873543 ) Absürd kahramanı Sisifos’tur. Başkaldırı kahramanı ise Prometheus’tur. Sisifos tanrılara karşı suç işlemiş trajedik bir kahramandır. Cezası ise bir kayayı sivri bir dağa çıkarmaktır. En tepeye ulaştığında ise kaya sivri yerde durmaz yine başa döner. Kalburla su taşımaktan farksızdır. Günümüze uyarlayacaksak eğer “Hepimiz her sabah ev dediğimiz bir prizmadan çıkar, gitmek istediğimiz yere ulaşmak için kare, dikdörtgen başka bir prizmaya biner ve başka iş dediğimiz bir prizmaya ulaşmaya çalışırız. Bilinçli ya da istemeyerek koşullandırılmışızdır artık günlük iş ritüellerini yerine getirmek için. Sabah erken kalktığımız için yüzümüz asık ve donuktur, akşam eve dönerken argın ve yılgınızdır. Daha iyi yaşayabilmek için daha çok kazanmaya çalışırız, ama asla yeteri kadar kazanamaz ve ileri ki dönemlerin hayallerini kurarız. Lakin döndüğümüz yer yine bir prizmadır. 21. yüzyıl insanı geleceğin kâhinidir, neden mi? 30 yaşındaki memura 40 yaşında ne yapıyor olabileceğini söyleyebilirim. Çünkü o kadar monoton bir hayatın bireyleriz.” Kitapta da bu şekilde hayatını devam ettiren üç türden örnek verir. Don Juan, fatih ve oyuncu. Don Juan kadından kadına gezer ancak hiçbir kadında kalıcı olmaz. Sürekli yeni kadınları baştan çıkarır ve eylemine diğer kadınlar ile devam eder, sonunda yine başa döner. Fatihte böyledir. Nice şehirler, topraklar elde eder ancak hiçbirinde baki kalamaz. Oyuncunun tiyatro sahnesinde sergilediği rolde absürdüdür. Kılıktan kılığa girer, olmayacağı ya da olmak istediği binbir surat yaratır kendine ancak oyun bittiğinde yine en başa döner. Başa dönmek hepsinde aynıdır. Eylem biter ve yeniden aynı eylem aynı şekilde devam eder. Camus burada bu monotonluğa rağmen, bu anlamasız hayata karşı kendini aşmayı salık verir. Bu aşmayı kavradıktan ve bertaraf ettikten sonra saçmadan başkaldıraya geçer. Yalnızlığı artık bitmiştir ve bir dayanışmayla tekilden çoğula doğru götürür. Artık olay “düşünüyorum, öyleyse varım” değildir. Düşünüyorum, öyleyse varızdır. Monotonluk olan yerde gelişim, aydınlanma beklenemez. Zıtlıklığın ve farklılaşmanın tarihte insanın gelişimine önayak olduğu sıkça görülmektedir. Her birey aynı şeyi düşünseydi ve isteseydi, ihtiyaç hasıl olmasaydı varlığımızın bu zamana gelmesi dahi düşünülemezdi. Gelseydi dahi bir aydınlanma ya da gelişmişlik beklenemezdi. Geçmişe bakıldığında sayısız yıllarca yapılan tek şey yeme-içme, barınma ve korunma... Aynı tek düzelikle devam etseydi şu an yaptığımız her şey o zamanda yapılanla farklı olmazdı. “Varlıkçı felsefelerle yetinmek gerekirse, ayrıksız olarak hepsinin bana kaçışı salık verdiklerini görüyorum. Garip bir uslamayla, insansalla sınırlı, kapalı bir evrende, aklın yıkıntıları üzerinde uyumsuzdan yola çıktıktan sonra, kendilerini ezeni tanrılaştırıyor, ellerini boş bırakan şeyde bir umut nedeni buluyorlar. Bu zorlama umudun özü hepsinde de dinsel. Üzerinde durulmaya değer.” ( Alıntı #87929528 ) Sisifos Söylemi’ni iki farklı yayınevinden ancak aynı kişinin çevirisi ile okudum. Can Sanat Yayınları ve Adam Yayınları. Her iki kitabin çevirmeni de Tahsin Yücel’di. Adam Yayınları’na oranla Can Sanat Yayınları’nın okunabilirliği benim dahada çok hoşuma gitti. Daha modern bir dil kullanılmıştı. Sözün özü; benim için harika bir deneyimdi. Anlamsız hayat serüvenine sorunlu bir zamanda yaşamış olan Camus’nun gözüyle bakıp, her yenilgide bir daha demeyi ve pes etmek nedir bilmeyeni tatmin edebilecek bir eserdir. Teşekkür ederim. * Platon - Sokrates’in Savunması * Montaigne - Denemeler * Diogenes Laertios - Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri * Marcus Tullius Cicero - Ölümü Küçümseme * Sağdan - Soldan
Sisifos Söyleni
Sisifos SöyleniAlbert Camus · Can Yayınları · 20208,3bin okunma
··1 alıntı·
566 görüntüleme
Tayfun okurunun profil resmi
Her başkaldırı bir suçsuzluk özlemidir, varlığa yönelen bir sesleniştir. Ama bir gün olur özlem silahları kendi eline alır, tüm suçluluğu, yani öldürmeyi ve şiddeti omuzlarına yükler.
Albert Camus
Albert Camus
Kaan okurunun profil resmi
Ben Antik Yunan'in 'akla uygun bir çıkış yolu' fikrine katılıyorum. Farabi ile Epikür'e ise kesinlikle katılmıyorum. Matefizik kandırma ve kendini avutmadan başka bir şey değil. Var mısın da yok mu olacaksın, ya da ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yok, kulağa hoş geliyor lakin öze geçen bir tarafı yok. Çünkü ölüm çok kuvvetli bir etmen. Ölümden korkulur ve bu bizi hayatta tutan temel etkenlerden. Aslında ölümün korkutuculuğunun arkasında acı duygusu ile yok olma fikri var. İkincisini geçelim, beni en çok etkileyen acı faktörü. Tabi, zaten öleceksen son son acı duysan nolacak ama öyle olmuyor işte. Salt akıldan oluşan bir canlı değil insan, eğer pyle olsaydik patir patir intihar ederdi insanlık bence. İçgüdülerimiz bizi hayatta tutan asıl güçlerdir. Bunların başında da acıdan kaçınma içgüdüsü geliyor. Öyle ki insan intihar ederken bile en acısız olanı bulmaya çalışıyor. Dinler veya başka herhangi tarz sistemlerin intihar hakkında olumsuz yaftalamalari da benim nezdimde yok hükmündedir. Eğer illa bir ahlaksızlık bulacaksam, yaşamak istemeyen bir insanı zorla hayatta tutanlar derim. Kalemine sağlık :)
Tayfun okurunun profil resmi
Yorumun için teşekkür ederim. Ölüm ve sonrası için aslında söylenecek çok şeyin olduğu apaçık ortada. Ben acının ölüm korkusu olduğuna inanmıyorum. Ölümün yegane korkusu hiçlik olmalı. Yok olup gitmek olmalıdır diye düşünüyorum. Bedenin kendini iyi etme tarafına ise aynen katılıyorum. Canlı olan her varlık doğa da dahil yaşamaya meyillidir.
Bu yorum görüntülenemiyor
Tayfun okurunun profil resmi
Bizi yavaş yavaş öldüren zamana da bir çift sözümüz yok mu?
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.